– Bir İnan ÖZDEMİR yazısı –
Fausto Coppi, bisikletin ilk modern yıldızıydı. Kökenleri ve kariyeriyle alçakgönüllü efsane Dino Zoff’u etkilemeyi başarmıştı.
1
1946 Milan-San Remo sıradan bir yarış değildi. Tarihi 20. yüzyılın başına uzanan tek günlük klasik aslında o sene de baharın gelişini simgeliyordu ama bu sefer takvim yapraklarının eksilişinde bambaşka bir yan vardı. Zira İtalya, İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkımla çıkmıştı ve toparlanmanın peşindeydi. Bu uğurda bir spor etkinliği etkili olabilir miydi? Şüphesiz. İki teker elini taşın altına koymuştu ve güzel bir Mart öğleden sonrasında hem ülke hem de bisiklet dünyası için yeni bir çağın kapıları açılmıştı. O kapıyı açan da Fausto Coppi’ydi.
Coppi henüz 27 yaşındaydı ama yarım asırlık bir yaşama sığacak tecrübeler edinmişti. Ve o gün, anlatılanlara göre, start noktasına geçtiğinde, bacaklarının ne durumda olduğunu merak ediyordu. Bir şampiyonun ruhuna sahipti, görenleri hayrete düşüren yeteneği de hâlâ yerli yerindeydi ama gücüne ne olmuştu? Daha genç bir delikanlıyken 1940 İtalya Bisiklet Turu’nu Gino Bartali’nin önünde kazanmıştı ama araya giren savaş, cephede geçirdiği yıllar, esir düştüğü İngiliz kampı işleri değiştirmişti. Her şeye rağmen çalışmayı sürdürmüştü ama onu 20 yaşında dünyanın zirvesine çıkaran gücünü koruması mümkün değildi.
Akranları gibi Coppi’nin de savaşta sadece vücudu yara almamıştı, ruhu da acılarla kavrulmuştu. Cephedeyken aldığı bir mektup babasının vefat ettiğini ona duyurmuştu. Köylü bir ailenin bir çocuğu olarak Castellania’da dünyaya gelen Fausto, babasının son isteğinin hayatı boyunca çalıştığı tarlalara, şarap bağlarına son bir kez bakmak olduğunu da bu vesileyle öğrenmişti. Pederi son kez “Camları açın” demişti ve yaşamı boyunca onu tanımlayan manzaraya bakmıştı. Kim bilir, bisiklet olmasa Fausto da belki aynı ömrü yaşayacak, köyünden hiç çıkmayacaktı. Üzücü olan, sadece babasından gelen haber de değildi. Ağabeylerinden biri de savaşta hayatını kaybetmişti.
Şimdi, 1946 Milan-San Remo öncesi, aklında soru işaretleri olan tek kişi de o değildi. İtalyanlar da elbette benzer bir haletiruhiye içerisindeydi. Fakat start işareti verildikten yalnızca birkaç kilometre sonra her şey değişti. Yolun başında atak yapan Coppi, 293 kilometre uzunluğundaki parkurun çoğunu en önde geçirerek büyük bir zafere ulaşmıştı. Sadece yol kenarındaki halk ya da beraber pedal çevirdiği arkadaşları değil, gazeteciler de şaşkındı. L’Equipe gazetecisi Pierre Chany, Coppi’nin zaferinde başka bir şey görmüştü. Chany, parkurun başında geçilen Turchino Geçidi’nden lider çıkan sporcuyu şöyle anlatıyordu: “Geçit yalnızca 50 metre uzunluğundaydı fakat 19 Mart 1946’da, dünyanın gözü önünde çok sıradışı bir boyuta erişmişti. O gün, Turchino Geçidi’nin uzunluğu tam altı seneydi ve savaşın kasvetiyle doluydu.” Arkasından Coppi’yi bir ışığa benzetiyordu. Harbin yıkıntılarından çıkan bir ışık…
O yarış, ‘Coppi Miti’nin doğuşunu da simgeliyordu. 1919 doğumlu bisikletçi, genç yaşlarda kasap çıraklığı yaparken keşfedilmişti ve yetenek avcısı, masör, menajer gibi sıfatları olan Biagio Cavanna’nın maharetli ellerinde büyük bir şampiyona dönüşmüştü. 1940’daki zaferi, ondan çok daha önce bisiklet dünyasında yer edinen Bartali’ye göre bir tesadüften ibaretti ama meseleye daha objektif bakanlar aynı fikirde değildi. Coppi, dışarıdan bakıldığında boş gözlerle etrafı seyreden, kırılgan görünüşlü bir gençti ama bisiklet üzerinde zarif şekilde pedal çeviren, uzun ve güçlü ataklar yapan bir kahramana dönüşüyordu. Cavanna, spor dünyasındaki arkadaşlarına onunla ilgili mektuplar yollarken “Bu çocuğa dikkat edin” diyordu.
Çocuk, artık büyümüştü. 1946 Milan-San Remo da bunun simgesiydi. Fausto Coppi, beş İtalya Bisiklet Turu, iki Fransa Bisiklet Turu, bir dünya şampiyonluğu, bir saat rekoru ve sayısız klasik, haftalık yarış zaferi sığdırdığı kariyerinde büyük işler başarmıştı ama Turchino Geçidi’nden sonra yaptıkları her şeyi değiştirmişti. Mitinin en büyük etiketi olan “Un uomo solo” o gün ortaya çıkmıştı. Radyo spikerleri “Tek başına yarışı kontrol eden adam, mayosu cennet beyazı” diyerek yeni şampiyonu selamlıyordu. Daha da önemlisi Coppi, İtalyanlar için bir sporcudan daha fazlasına dönüşmek üzereydi.
2
Bir İstanbul öğleden sonrasında, Milano’nun kilometrelerce ötesinde, 1946’daki yarıştan yıllar sonra John Foot’la görüşme şansı yakalamıştım. Yanımda İlhan Özgen vardı ve heyecan verici bir şekilde İngiliz akademisyenin telefon numarasını çevirmiştik. Aslında hedefimizde İtalyan futbolunun değişimini konuşmak vardı ama muhabbet bir yerde bisiklete de gelecekti. Zira Foot, 1980’lerde İtalya’ya taşınmıştı ve orada Çizme’nin sosyo-kültürel değişimini incelemeye başlamıştı. Klinik psikoloji ya da hafıza mekânları gibi konularla ülkeye bakarken İtalyan bisikleti ve futbolu üzerine de iki tane kitap yazmıştı. En nihayetinde konuştuk ve futboldan arda kalan zamanda konu bisiklete de geldi. Foot, savaş sonrasında ülkede bir numaralı sporun bisiklet olduğundan bahsederken bir kıyas yapmış ve radyo örneği vermişti. İnsanların radyoda maç dinleme alışkanlığı edinmeden önce bisiklet yarışlarını dinlediğini ifade etmişti.
Radyo ve gazete, bisikletin popülaritesinde etkili olan kitle iletişim araçlarıydı. Evet, televizyonun 1970’lerde evlere girmeyi başlaması da devrim yaratmıştı ama radyo ve gazete her şeyin temeliydi. Gazeteler, ilk büyük yarışların kurucusu olmuştu. Genel yayın yönetmenleri aynı zamanda yarış direktörlüğü yapıyorlardı ve birçok mecranın tirajı bisikletin popülaritesine bağlıydı. Coppi, Bartali gibi isimler basının en önemli itici gücüydü. Kazandıkları bir yarış, verdikleri bir röportaj, bazen ağızlarından çıkan tek bir cümle bile her şeyi değiştiriyordu.
John Foot, Pedalare! Pedalare! kitabında da savaş sonrasında küllerinden doğan Eski Kıta’da bisikletin ve gazetelerin öneminden bahsediyordu. Dino Buzzati, Curzio Malaparte, Gianni Brera gibi yazarları tanımlarken toplumsal bir tahlil de yapıyordu. Ona göre bu kalemler bir değişimin simgesiydi. Çoğu kent kökenliydi ve İtalya Bisiklet Turu (Giro d’Italia) gibi yarışlarla ülkelerinin hiç gitmedikleri köşelerini görüyorlar, yıkılmış kasabalarla, sefil düşmüş vatandaşlarla karşı karşıya geliyorlardı. Alıntıladığı bir kaleme göre “Spor ve nostalji birbirinden ayrılamayacak şeylerdi… İtalya Bisiklet Turu bir yandan da zamanda geri gitmek gibiydi.” Bir başkası aynı yarışı “hafıza mekânı” olarak tanımlıyordu. Foot, 1945 sonrası Giro’dan yazılar kaleme alan isimleri tek tek inceliyor ve onların “gerçek İtalya” ile tanışmalarına bakıyordu. Birçok yazar için Giro’da gördükleri şok ediciydi, diğer yandan bir anda vatanlarının kökenine indiklerini düşünüyorlardı. Oysa Foot’a göre yaptıkları şey biraz yüzeyseldi. Her yarışı bir hikâyeye çeviriyorlar, o hikâyenin merkezine de kendilerini koyuyorlardı ama tanımladıkları İtalya’nın bir kartpostaldan farkı yoktu. Bisiklet onlar için hem kentli nostaljik duygularının anımsanmasıydı hem de gerçek İtalya ile imtihanlarıydı. Ama imtihandan kuşbakışı sonuçlarla çıkıyorlardı.
Her yarışın bir hikâye, hatta sahne gibi algılandığı o günlerde Coppi gibi isimler de boyut değiştiriyor, birer mitolojik kahramana dönüştürülüyordu. Seküler İtalya ile Katolik İtalya arasındaki gerilimin bir simgesi olarak görülen Coppi-Bartali rekabeti de buna örnekti. Basın bu rekabetin ülkedeki her eve girmesinde temel rol oynuyor, kimilerine göre iç savaştan çıkan İtalya, Coppiani-Bartiliani olarak bölünüyordu. Buzzati, bisikletin etkisini şöyle ifade ediyordu: “İşte İtalyan halkı oradaydı… Kilometreler boyunca, bir gün önce olmadıkları yolların kenarına dizilmişlerdi. Yepyeni bir his hepsine hakimdi; bağırıyorlar, gülüyorlar ve hayatlarındaki acıları bir anlık da olsa unutuyorlardı. Hiç şüphesiz, çok mutlulardı.” Bir başka yazısında ise Coppi-Bartali rekabetini şöyle anlatıyordu: “Otuz sene önce okuldayken Aşil’in Heron’u öldürdüğünü öğrenmiştim. Çok şanlı, kutsal bir kıyaslama mı bu? Sanmıyorum. Sonuçta, kırıntılarını eğer hayatlarımızın bir parçası olarak kullanmayacaksak bunları “klasik çalışmalar” olarak adlandırmanın ne faydası var ki? Coppi, Aşil’in kaskatı acımasızlığına sahip olmayabilir ama Bartali, Hector’la aynı dramı yaşadı, tanrılar tarafından bozguna uğratıldı. Bartali bir üstün insanla karşılaştı ve ona karşı yapabileceği tek şey kaybetmekti.”
Coppi Miti’nin doğuşunda bu abartılı benzetmelerin etkisi vardı. Elbette her şey önce yolda başlıyordu. Kırsalda büyümesine rağmen para ve şöhretle tanıştıktan sonra kentli olan Coppi, bir yandan da disiplin abidesiydi. Seküler, yeni gençliğin simgesi olmasına rağmen içkiden ve gece hayatından başlarda uzak duruyordu. İtalya’da Katolik Kilisesi’nin en önemli simgelerinden olan rakibi Bartali ise içkiden kopamıyor, yarışlardan önce geceleri yaşadıklarıyla pelotonda ünleniyordu. İkilinin şöhretlerinin boyutu öyle bir noktaya gelmişti ki rivayete göre İtalya’da isimlerinin geçmediği herhangi bir sohbet yapılamıyordu. Başarılı serüveni bir uçak kazasında trajik şekilde noktalanan Il Grande Torino ekibi bile onların ününü elde edememişti. Hatta birçoklarına göre o kazanın yarattığı trajedinin atlatılmasında Coppi ile Bartali’nin rolü vardı.
Coppi de medyanın gücünün farkındaydı. Bir keresinde, L’Equipe gazetesinden onunla röportaj yapmaya giden bir gazeteciye şöyle demişti: “Sizi kişisel olarak tanımıyorum ama bana duyduğunuz saygının farkındayım. Kelimelerim yarın sayfalarınızı dolduracak ve insanlar da beni sizden okuyacak.” Aslında çok da şiirsel bir sporcu değildi. Milan-San Remo zaferinden sonra uzatılan mikrofonlara “Çok mutluyum. Anne, selamlar” demişti. Ama ona bakan kalemler her şeyi değiştirmişti. Futbol yazılarıyla Catenaccio’nun fikir babalarından biri olan Gianni Brera’ya göre Coppi, iki tekerin ta kendisiydi. 1959’da Yukarı Volta’da sıtma kapan, İtalya’ya dönüşte de hayatını kaybeden Coppi’nin ölümünden sonra Brera’nın çıkardığı kitaplardan birinin adı “Bisiklete Veda”ydı. Bisiklet yazmayı büyük ölçüde bırakmıştı çünkü artık yazacak ne kalmıştı ki?
3
Coppi önceleri bir manşet olarak evlere girmişti. Sonraları ses. Lakin İtalyan sporcunun çok sevdiği sporcu, saf bir başarı abidesi değildi. Coppi, çelişkilerle ve skandallara doluydu. En büyük olayı da İtalyanların kutsal kabul ettiği, yasalarla koruma altına aldığı aile kurumuna yaptığı etkiydi. Bugün çok yakından bilindiği üzere Coppi’nin hayatındaki dönüm noktası Giulia Occhini ile yaşadığı ilişkiydi. Eşi Bruna ve kızı Martina’yla mutlu mesut bir hayat yaşadığı sanılan Coppi, aslında takım arkadaşlarının ifadesiyle bir kozanın içine sıkışmıştı. Çünkü Bruna’nın evlendiği Fausto ile İtalya’nın yarattığı Coppi arasında büyük fark vardı. Bu gerilimlerin yaşandığı dönemde Coppi’nin hayatına giren bir hayranı da işleri değiştirmişti. Evli olan Giulia ile Fausto’nun ilişkisi önce basının sonra İtalya’nın konusu olmuştu. Coppi, bir anda yuhalanan, tükürülen birine dönüşmüştü. Zina o yılların İtalyası’nda suçtu ve ikilinin evleri defalarca polis tarafından basılmıştı, hatta Giulia birkaç günlüğüne hapse bile atılmıştı. O dönem Papa bile Coppi’ye “Evine, eşine, çocuğuna dön” çağrısı yapmıştı. Ama İtalyan bisikletçi dinlememişti ve hayatının sonuna kadar Giulia ile yaşamıştı. Foot’a göre ilişkileri tüm İtalya’yı değiştirmişti ve 1960’larda malum yasanın değişmesine neden olmuştu. Zina artık suç değildi.
William Fotheringham’ın 2000’lerin ortasında çıkan biyografisi Fallen Angel, başlarda “Coppi hakkında yeni ne yazılabilir ki?” sorusunu yöneltir. Buna rağmen İngiliz yazar gerçekten de önemli noktalar yakalar. Coppi’nin en olaylı dönemine de değinen Fotheringham hem İtalyan bisikletçinin eski takım arkadaşlarıyla konuşur hem de geçmiş kayıtları okur ve lafı şuna getirir: Coppi, en tepki aldığı yıllarda da en sevildiği dönemde de yanlış anlaşılmış bir adamdı. O sadece 1946 Milan-San Remo’da yaptığı atakla ya da 1949 İtalya Bisiklet Turu’ndaki 200 kilometrelik solo kaçışıyla “tek başına bir adam” unvanını hak etmemişti. Hayatıyla da bunu karşılamıştı. Elbette yakınında onu çok seven takım arkadaşları hep bulunmuştu. Trajik bir şekilde kaybettiği kardeşi Serse de tutkuyla sevdiği birisiydi. Ama kadınlarla, medyayla, şöhretle ilişkisinde dramatik bir taraf vardı. Rino Negri’nin hesabına göre Coppi, tam 3000 kilometreyi yalnız başına atak yaparken geçirmişti ve 55 yarışı bu şekilde kazanmıştı. Ama Fiorenzo Magni için bunun sebebi sadece yetenek ve güç değildi. Magni, “Coppi’nin yarışlardaki devasa eforu dolaylı yoldan alınmış bir intikamdı. O, evinde hiç mutlu değildi ve solo kaçışlarının, ataklarının gerisinde bu da vardı. İçinde hissettiği dinamit” demişti. Bunu romantik bir spor tespiti olarak da kabul edebilirsiniz, aldatmanın bahanesi olarak da…
Coppi, başarısızlıkla ve skandallarla sadece bisiklet dışında karşılaşmamıştı. İki teker üzerinde yaşadığı sayısız mağlubiyet de vardı. Kariyerinin sonunda artık yaşlanan, eski gücünden uzaklaşan biri hâline gelmişti. Birçokları onu bu hâlde görmeye dayanmıyordu. “Bırak artık, neden bunu kendine yapıyorsun ki?” diye soruyorlardı. Oysa Coppi’nin cevabı belliydi. Bildiği tek hayat buydu, bir yarıştan diğerine gitmek, hep hareket hâlinde olmak, yarışmak. Kazanmak ve kaybetmek bir noktadan sonra o kadar da mühim değildi. Yine de bazen emeklilikten söz ettiği olmuştu. Mesela dönemin ünlü bisikletçilerinden Raphael Geminiani’ye şöyle demişti: “Topraklarıma, büyüdüğüm yere dönmek, bağların arasında yaşamak, şarap yapmak, ava çıkmak, arkadaşlarımla masalara oturmak ve mutlu olmak isterim. Böylece hayatımı başladığı gibi bitirmiş olurum.”
4
Bugünlerde daha çok yukarıda bahsettiğim destansı zaferleriyle, trajik yenilgileriyle, skandallarıyla hatırlansa da Coppi aslında bisikletin ilk modern yıldızıydı. Sporu da başka bir çağa taşımıştı. Beslenmenin bugünkü kadar önemsenmediği bir çağda en popüler diyetlerden bazılarını uygulamıştı, kariyeri boyunca sağlıksız yemeklerden uzak durmuştu. İçkinin sporcuların hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu dönemlerde akşamları saat 21:30’da yatağa girmeyi önemsemiş, gece hayatını çoğu zaman bir kenara bırakmıştı. Kendisine bağlı, ne istese yapan, onun için canını vermeye hazır bir takım yaratmıştı. Takım arkadaşları, gregario’ları Coppi’nin peşinden bir saniyeliğine bile ayrılmamıştı. Hep en iyi teknik elemanlarla çalışmıştı ve rakiplerinden farklı olarak bu küçük ayrıntıların önemine erken varmıştı. Bisiklet yalnızca saatlerce antrenman yapmak, selenin üzerine oturmak ve pedallara asılmak değildi. Kazanılan her yarışta en ufak bir detayın bile önemi vardı. Uykunun, yediğiniz yemeğin, içtiğiniz suyun, atak yaptığınız yerin, yaptırdığınız masajın ve elbette kullandığınız ilacın…
İtalyan bisikletçi, kendisinden sonra gelen birçok şampiyon gibi gerçeküstü detayların gölgesinde anlatılmıştı fakat başarısının gerisinde sağlam gerekçeler de vardı. Ve tabii ki doping konusunda da bir milattı. Bugün destansı hâle gelen bir röportajında kimyasallardan söz ederken “Sadece gerektiği zaman ilaç kullanırım” demiş, “Ne zaman gerekiyor?” sorusuna ise “Neredeyse her zaman” cevabını vermişti. Kimyasalların henüz yasak olmadığı, doping kontrolünün bisiklete gelmediği yıllarda bu konuda da çığır açmıştı. Yani, hikâyesi herhangi bir kutuya sıkıştırılacak gibi değildi. Onda bisiklete, ülkeye, savaşa, dopinge, rekabete, kırsala, kente, sefalete, burjuvaziye dair kırıntılar mevcuttu ve bunların hepsine dair benim şu an kaleme aldığım uzunlukta metinler yazmak mümkündü.
Fausto Coppi “kusursuz bir mit”ti ve bu sayede ölümünden yıllar sonra bile incelenmeye, araştırılmaya, kutsanmaya devam etti. İtalya’da onun anılmadığı bir bisiklet yarışına gitmeniz, İngiltere’de fotoğrafının asılmadığı bir bisiklet kafesi bulmanız, Türkiye’de adının zikredilmediği bir bisiklet yayını izlemeniz epey zor. Sonuçta, kökenleri ve kariyeriyle alçakgönüllü efsane Dino Zoff’u, estetik stili ve tarzıyla İngiliz tasarımcı Paul Smith’i aynı anda etkilemeyi başarmış birinden bahsediyoruz. Bütün bu çelişkiler ve efsaneler onu unutulmaz kılan… Dolayısıyla Coppi, sadece Giuila’nın trajik sevgilisi, Bruna’nın acımasız eski eşi, Martina ve Faustino’nun merhum babası, Mussolini’nin askeri, İngilizlerin esiri, İtalyanların kahramanı ve günahkârı, Bartali’nin en büyük rakibi, Serre’nin ağabeyi, Buzzati’nin Heron’u, Chany’nin Dante’si, Malaparte’nin Hz. İsa’sı değildi. Fausto Coppi’nin yaşamında ve ölümünde hepsinden biraz vardı, biraz da yoktu.