1970’li yılların ortalarına gelindiğinde, ülke futbolunda İstanbul’un üç büyüğü ve kupaları vardı. Bu tahakkümü sona erdiren Trabzonspor oldu. Sadece bir kez de değil üstelik. Altı şampiyonluğun ikisinde ‘yıldız’ kontenjanında yer alanlardan biri de Ali Kemal Denizci’ydi. Türkiye spor tarihine ‘sürpriz’ olarak girip, hanedanlığa dönüşen Trabzonspor’u ve o yılları, takımın fırtına açığı Ali Kemal Denizci ile konuştuk.
Futbola başlama hikâyeniz nasıl?
Futbolun pek kabul edilmediği, pek revaçta olmadığı bir dönemde ailemden gizli lisans çıkartarak, beklentisiz olarak, oyun oynamaktı asıl gayem. Ancak aileler olaya pek de iyi bakmıyordu. Biz de böyle gizli saklı işe başladık. Bu tabii o yılların amatör takımlarında, ikinci küme takımlarında oluyordu. Çarşıbaşı Kulübü’nde başladım. Bir yıl sonra birinci kümede Trabzon’un köklü kulüplerinden Yolspor’da oynadım. Oradan da profesyonel takım olarak Rizespor’a geçtim. Rizespor, üçüncü ligdeydi. O profesyonel takımda amatörce, amatör lisansla oynadım. İki yıl boyunca Rize’de Şenol Birol, Ahmet Şahin gibi futbolcuların son dönemlerinde oynadım. Onların arasında biz daha çok gençtik.
Birkaç sene sonra da Trabzonspor günleriniz başladı zaten…
İki yıl sonra Trabzonspor, kendi değerlerini görmeye başladı. Veyahut görmek zorunda kaldı. Malum o dönem Trabzonspor, İstanbul takımlarının futbolcu eskilerini, yani işi bitmiş şöhretli futbolcularını alıp yoluna devam ediyordu. Bizlere bakmıyorlardı pek. Bir Ankara macerası yaşandı. O maceradan sonra işler değişti. PTT ile şampiyonluk maçı oynandı, Ankara’da. Lig’in son maçıydı. Trabzonspor, berabere kalsa bile şampiyon oluyordu. İkincilikten birinci lige çıkacaktı. Ancak PTT yenince maalesef Trabzonspor birinci lige çıkma şansını kaybetti. İyi ki de kaybetti. Bu da Allah’ın bir lütfuydu. Kaybetmeseydi bizleri görmezlerdi. Paralar bitti. Ortamları bitti. En azından dediler ki biz kendi evlatlarımızı da şampiyon olmasak daha iyi orta sıralara oynarız. Çünkü bütçe yok. İşte böyle düşünceler içerisinde bizleri takıma kattılar. Trabzonspor’un doğuşu da bu şekilde başlamış oldu.
Birinci lige yükselişiniz nasıl oldu?
İlk yıl o takım averajla Kayseri’ye şampiyonluğu kaybetti. İkinci yıl şampiyon oldu hem de epey bir puan farkıyla. Birinci lige çıktığımız ilk yıl 9’uncu olduk. İkinci yıl ise şampiyon…
O sezon başında Şükrü Ersoy vardı takımın başında.
Evet. Sezon başında Şükrü Ersoy vardı. İlk çıktığımız sezon ise Ahmet Suat Hoca vardı. O ayrıldı, Şükrü Hoca geldi. Tabii, takım tecrübe ve güven kazandı. İkinci yıl müthiş bir futbolcu topluluğu ortaya çıktı. Tabii ki ne oldu? Şükrü Ersoy’un görevine hemen son verildi.
Şükrü Ersoy’un görevine neden son verildi peki?
Takım, Trabzon’un kendi evlatlarından oluşuyordu. Hocası da şehrin kendi evlat olsun istediler. Yani bir yabancı hocayla değil de, Trabzonspor’u bugüne kadar getiren şehirden bir hoca ile devam edelim dediler.
Fenerbahçeli olması ile alakalı olabilir mi?
Yok, kesinlikle değil! Hiç alakası yok. Hatta hiç unutmam Şükrü Ersoy o dönem yanıma geldi. O zamanlar daha takımda ileri gelen bir kaptan değildim. Ama dedi ki; “Ali Kemal, beni kovacaklar. Beni kurtar. Ben bu takımı şampiyon yapacağım.” Ben de “Haklısın da Hocam, gelen de Ahmet Suat Özyazıcı. Buranın evladı. Hem de köklü, saygın bir ortamı var. Yani bu iş biter. Hani o değil de herhangi birini alsaydılar ben sana derdim ki hayır kovamazlar seni bırakma, karşılarında dur ama ortam buna müsait değil” karşılığını verdim.
Şampiyonluk sezonu başlamadan TSYD Kupası’na katılıyorsunuz. İnönü’de bayağı bir taraftar sizi karşılıyor. Şampiyonlukta taraftarın da sahip çıkmasının bir etkisi var mıydı?
10’da bir! Tabii ki geliyorlardı. TSYD Kupası’nda falan İstanbul’da oynuyorduk ama asıl bize güven veren önemli olay, Kıbrıs’taki Barış Kupası’ydı. Orada biz şampiyon olduk. Beşiktaş ve Galatasaray da vardı kupada. Fenerbahçe yoktu galiba. Bir de oranın yerel takımları vardı. Biz Beşiktaş’ı Galatasaray’ı falan çok rahat yendik. O zaman, “Neden şampiyonluğu hiç hesaba katmıyoruz, neden olmayalım?” dedik. Barış Kupası bizim için dönüm noktası idi. Ondan sonra da arkası geldi. Yenilmez armadaya dönüştük. Bize öyle bir güven gelmişti ki gelen takımlar daha maç başlarken ne olur bize ikiden fazla atmayın diyecek hale gelmişlerdi. Rezil etmeyin bizi derlerdi. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş fark etmiyordu bizim için o dönem. Çıkar yenerdik. Yani yenilmek, berabere kalmak öyle bir düşüncemiz olmuyordu. Şımarıklık değildi bu, o zaman için gerçek buydu bizim açımızdan.
Bu özgüven nereden geliyordu?
Birbirimizle müthiş bir birlikteliğimiz vardı. Dostluk arkadaşlık çok iyiydi. Hepimiz Trabzon’un çocuklarıydık. Bütün arkadaşlarımızla kapı komşusu gibiydik. Böyle bir takımdasın ve birbirinizi müthiş seviyorsun. Kolej havası var. Birlikteliğimiz, birbirimize olan saygımız çok üst düzeydeydi. Böyle bir güzellik vardı. Bir de buna yetenek eklenince harika bir takım ortaya çıktı. Karşımızdaki takımları da görüyorduk. “E, bizi artık kim yenebilir?“ diyorduk. Bizim artık Avrupa’ya bakmamız lazım diyecek hale geldik. Mesela bir Fenerbahçe maçı oynuyorduk. 10 kişi kaldık. Maç 0-0 gidiyordu. Son 20 dakika. Vitesi bir arttırdık 2-0 yendik. Yani böyle bir havamız vardı. Böyle bir takım da yenilmezdi.
Hatta birbirinizle iddiaya giriyormuşsunuz o dönemler kaç atarız bugün diye.
Fenerbahçe maçı mı var ya da Galatasaray ile oynuyoruz. Çabuk çabuk şu işi halledelim de akşama ne muhabbeti yapacağız ona bakalım derdik. Öyle bir pozisyonumuz vardı.
Bu durum da ister istemez saygıyı da beraberinde getiriyor değil mi? Özellikle İstanbul takımlarının futbolcularının size saygı duymasını da sağlamıştır.
Bir ara Milli Takım’ı Trabzonspor’dan kuralım dediler. “Bir iki tane başka takımdan oyuncu katalım Trabzonspor’la sahaya çıkalım.” denilecek hale gelinmişti.
Trabzonspor’dan milli takım’da oynayan ilk oyuncu sizsiniz nasıl karşıladılar sizi milli takımda? Genellikle İstanbul ağırlıklı olur ya milli takım.
Aslında o zamanlar milli takım pek başarılı olamıyordu. Milli Takım, sonradan önem kazanmaya başladı. O zaman da önemliydi de futbolcuların bakış açısı farklıydı. Edirne’den dışarı çıktın mı üç yerdik beş yerdik. Öyle milli takımlar vardı. Ama o dönemler ister istemez öyleydi. Avrupa’ya çok nadir giderdik. İtalya ile İngiltere ile çok nadir oynardık. Hep Romanya, Bulgaristan gibi takımlarla karşımıza çıkardı. Şimdiki gibi maddi bir katkısı ya da havası falan da yoktu. Benim için çok değerliydi ama. A Milli olmak hele de İstanbul dışından bir futbolcu olarak bunu başarmak, gurur vericiydi. İstanbul dışından milli takıma çağrılan futbolcu çok sınırlıydı. Eskişehirspor’dan İsmail Arca falan vardır. Oraya benim katılmam çok önemliydi.
Milli Takım’a davet aldığınızda ne hissettiniz?
Müthiş gurur verdi bana. Ayaklarım titredi. Şaşırdım, çünkü seçilmiyordu. Sen ne kadar oynarsan oyna. Mesela bir anım var. Ümit Milli Takım seçilecek, gelip izleyen falan yoktu. Sadece duyumlarla adam çağırıyorlardı. Bursa yakın mesela oraya giderlerdi. Onun dışında yok. Bırak milli takımı, Ümit Milli Takım’ı da böyle seçerlerdi. Bu arada demek ki çok telgraf, telefon oldu “Böyle bir futbolcu var, bunu niye Ümit Milli Takım’a seçmiyorsunuz?“ diye. Öyle geldiler. Hoca da beni sigara içerken bir maçta görmüş. Çağırdı beni.
-Sen misin Ali Kemal?
-Evet, benim.
-Seni almadan kovdum Milli Takım’dan.
Bu kadar dar bir bakış açısı vardı. Ben de “Çok da umurumdaydı alıp almaman.“ dedim, kendi kendime. Sonra milli takıma geldiğim zaman, o beni kovan hoca da iki maçlık A Milli Takım’ın başına getirilmişti. Ben de o zamanlar Milli Takım’ın as oyuncusuydum. “Şimdi sen bana hocalık mı yapacaksın?“ dedim. “Sen ne dersen haklısın.” dedi. Öyle bir düzen vardı…
Bursa’dan bahsettiniz, Uludağ kampı aklımıza geldi. Sizin Mehmet Oğuz’la bir poker anınız var. Şükrü Ersoy’a yakalanıyorsunuz. Onu bir de sizden dinlemek isteriz.
Mehmet Abi, Galatasaray ile kamptaydı. Biz de Trabzonspor’la kamptaydık. Tabii kamplarda oyunlar falan oynanıyordu. Biz de oynuyorduk. Şükrü Ersoy, çok korumacı bir teknik direktördü. Aman futbolcu yanlış yapmasın diye peşinden koşan bir insandı. Aramış bizi, görememiş. Biz de Galatasaraylıların odasındayız. Tüyo gitmiş ona. O da içeri daldı. Biz iki Galatasaraylı iki Trabzonsporlu oynuyoruz. Baktı; ”Kovdum sizi!“ dedi. Mehmet Abi de “Ya Hoca kimi kovuyorsun, biz Galatasaraylıyız.” dedi. ”Ha, siz ayrı.” cevabını verdi. “Hocam, teşekkür ederim.“ dedim ben de. Nereye kovacak, mümkün mü? Ama heyecanlı, farklı bir tipti, Şükrü Ersoy.
Mehmet Oğuz devreye giriyor herhalde değil mi?
Ya, Mehmet Abi o zaman bizden farklı bir isimdi. Mehmet Oğuz, çok değerli bir insandı. O zamanlar üç, dört futbolcu sayardınız. Mehmet Oğuz onlardan biriydi. Hala da beraber oluruz. Çok severim kendisini.
Turgay Semercioğlu’nun bir açıklaması var. “O zamanlar libero meşhurdu ama biz tandemle oynardık” diye. O dönem için ileri görüşlü bir sistemdi.
Ahmet Suat Özyazıcı Hoca’nın zekâsından kaynaklanan bir şeydi. O zamanlar hocalar böyle kurslara falan gitmiyorlardı. Avrupai dersler falan yoktu. Hocanın o anki futbol zekâsından kaynaklanan bir durumdu. Suat Hoca bu yönde çok zeki bir hocaydı. Bu tandem oyununu ve bek hücumunu o zaman oynatıyordu. Çok da başarılı oldu. Takım da ona uygundu. Futbolcusuna göre bir düzen oluşturmuştu. Ona göre taktik verirdi. Ali Kemal, işi bitirecek adam. “Ali Kemal, geri gel, adam tut!” demezdi. Zaten Ali Kemal’i iki kişi, üç kişi tutuyor. O bundan faydalanıyordu. Mesela bir ara ayağım sakatlandı. Daha yeni iyileşiyordum. Oynayamazdım ama yedek kulübesine alırdı beni. Bir gün bu şekilde maça soktu beni. Son 15 dakika, 0-0 gidiyordu. Şunları söyledi: ”Sen orada hiçbir şey yapmasan bile, orada göründüğün an yine senden korkacaklar. Biz bundan faydalanabiliriz.“ Bunları düşündürdü. Çok zeki biriydi.
Trabzon’un futbola karşı bu yakınlığı nereden geliyordu. Mesela ilk futbol kurallarının yazıldığı yer de Trabzon. Dışarıya karşı bir açıklık da var.
Şimdi öncelikle Trabzon şehri, Rum Pontus devletinin başıydı. Bir kültür merkezidir Trabzon. Tarihi ve kültürel olarak önemli bir şehirdir. Sporda da aynı… Tenis hiç kimse tarafından bilinmezken Trabzon’da oynanıyordu. Bakma sonradan kapandık ettik, değişik havalara girdik ama eskiden böyleydi. Hele futbolda; düşünün amatör kümede oynarken İdmanocağı takımı, geldi burada Beşiktaş’ı eledi. Yani öyle bir futbolcu kitlesi var orada. Trabzon’un tarihi çok eskidir. Bir de Trabzon’un taraftarı. Trabzon iskeletini korusun bir iki de iyi yabancı takviyesi yapsın, diğer takımlar Trabzonspor’dan iyi de olsa, Trabzonspor yine şampiyon olur. Çünkü arkasında müthiş bir destek var. Şu an bakma stadyumlarda olmuyor. Taraftar, takıma biraz güvensin peşinden nereye isterse gider. Yani Kayseri’ye, Bursa’ya benzemez Trabzon. Müthiş bir kitle vardır arkasında. Hep derler, nereye gitsen Trabzonlu bulursun. Göç fazla verdiği için nereye gidersen git Trabzonlu bulursun. O yüzden Trabzonspor hiçbir zaman yıkılmaz. Yeter ki iyi idare edilsin. Hep idare sorunlarından çok çekiyor şehir.
O dönemde şampiyonluğunuz nasıl karşılandı? Trabzon’da büyük bir coşku vardı ama mesela İstanbul basınında yankısı nasıldı? Sizin şampiyon olacağınıza inanıyorlar mıydı?
İnanmıyorlardı. Ama bunun geleceği belliydi. İstanbul’un hegemonyasını yıkmak her babayiğidin harcı değildir. İnsanlar eskiden Trabzonluyum diyemiyorlardı. Yani İstanbul’a göç etmiş, yerleşmiş insanlar diyemezdi. Daha farklı bakılırdı. Vurdusu, kırdısı, silahıydı… Öyle bir görünümü vardı Trabzonluların. Kötü gözle bakılıyordu. Şampiyonluktan sonra herkes memleketi ile gurur duymaya başladı. Plakalarını Trabzonspor yapmaya başladılar. Mesela, İstanbul’da Fenerbahçe’yi yendik. Mithatpaşa Stadı’ndan çıktım çok yağmur yağıyordu, oluk oluk su akıyordu. Böyle kerli ferli bir adam yanıma geldi. Önüme yattı. “Abi bana ne yaparsan yap. Bizi var ettiniz.” dedi. Yani insanlar havaya girdiler. Dünyaları Trabzonspor oldu. Hala daha Trabzon’un dışındaki insanlar Trabzonspor’a daha bağlıdır.
Trabzon halkına da özgüven verdi takım aynı zamanda…
Tabii, her şeyiyle. O insanlar gururla çıkıp plakasını, Trabzonlu olduğunu söylüyor. Bina yapıyor, Trabzonspor bayrağını asıyor. Bana göre şu anki takım biraz havaya girse, en büyük korkulu rüya yine Trabzonspor olur.
Peki, o dönemde şampiyonluğa giderken nasıl tepki aldınız?
Anadolu insanı hep bizi destekledi. Yarısı üç büyükleri tutuyorsa yarısı bizi destekledi. Şimdi sorarsan yarısı kayboldu, diğer yarısı da kayboluyor. Hep yönetimle ilgili sorunlardan kaynaklandı.
Anadolu’dan gelen rakipler size karşı nasıl oynarlardı, daha hırslı olurlar mıydı?
Hiç fark etmezdi. O dönem bize karşı büyük sempati vardı, şampiyon olduğumuz zaman küme düşme hattında olan takımlara karşı daha farklı oynuyorduk.
Şampiyonluktan sonra sıra Avrupa’ya geldi…
Ben milli takımda oynadığım için uluslararası maçlara alışıktım ama takım acemiydi. O tecrübesizlik olmasa belki söz sahibi olabilirdik. Mesela Liverpool’u yenmek o dönem kolay değildi. Yenmeyi geçtim, kalelerine gitmek hayaldi! Futbolcularımız sonradan Avrupa’nın önemini daha iyi kavradı ama takım dağıldı, ben ayrıldım. Kulüp para kazanmak zorundaydı. O takım devam etseydi, Avrupa’ya alışıp daha farklı başarılara imza atabilirdik. Belki Galatasaray’dan önce üst seviyelere gelebilirdik diye düşünüyorum. Sonradan da iyi kadrolar yakalandı ama yönetimle ilgili sıkıntılar çıktı.
Liverpool ile oynanan eşleşmede rakip bek Jones’a çok mu çektirdiniz?
Çektirmek değil de o maç bizim tecrübesizlik zamanımıza rastladı. Oradaki maçta ayağımıza top değmeden 3-0 oldu. Necmi bana geldi, “Maç kaç kaç?” diye sordu. Bütün takım heyecanlıydı, onlar da acımadılar. Basit şekilde kaybediyorsun. Yoksa ben bireysel olarak sıkıntı çekmedim.
O maçlarda bir de rakip oyuncu Tommy Smith’e horon oynattığınıza yönelik bir hikâye var…
Taraftar maç koptuğu zaman benden şov isterdi, topu alıp başka futbolcuyla aramıza bırakıp oynamaya başlardım. Rakip topu alacak ama korkuyor. Ben de bir vurup geçerdim, seyirci coşardı. Daha sonra Göztepe’de sol bek oynayan bir abimiz “İyi futbolcusun ama karşındaki futbolcuyla alay etme, ileride alay edilecek duruma düşersin” dedi. Ben de bir daha yapmadım, seyirci istese de…
Liverpool’a bela oluyorsunuz ama bir sonraki sene Danimarka takımı Boldklubben’e eleniyorsunuz. Oradaki sorun neydi?
Trabzon’daki maçı 10-0 bitirecekken 1-0 bitiriyoruz. O yıl da Avrupa’dan men olayımız var. Hakeme tepki gösterdik, büyük haksızlıklar yapıldı bize. Ofsayttan gol yedik. Basit bir takıma yenilmiş olduk. Oradaki olayda taraftarlar da saldırdı. Şampiyonluğu averajla Fenerbahçe’ye kaybettik, biraz da gevşemiştik nasıl olsa Avrupa’ya gidemiyoruz diye. Bizde de şımarıklıklar başladı. Biraz havaya girince başlıyor işte. Kupa Galipleri Kupası’nda oynama hakkınız var ama gidemiyorsunuz.
Beşiktaşlı yöneticilerin bir maçtan önce size viski içirmeye çalıştığına yönelik iddialar var, doğru mu?
Bizi çok seven bir ağabeyimiz vardı burada, her geldiğimizdi bizi yedirir, içirirdi. Hasta Beşiktaşlıydı, bir gün ona “Beşiktaş maçına gel de ağırlayalım” dedik. Kamptayız, aynı otelde de o kalıyordu. Ben erken yatmazdım zaten, hoca da bir şey demezdi. Gece 12-1 gibi odasına gittim, bir arkadaşıyla kalıyordu. Baktım viski içiyorlar, ben de dolu dolu 2-3 su bardağı viski içtim. O zamanlar da maçlar öğlen oynanıyor. O da “Tamam Beşiktaşlıyız ama senin de rezil olmanı istemem, burada üç kadehle kalır bu iş” dedi. Ben de “iyi, 3-0 alırız” dedim. Neyse maç 3-0 oldu, 2 tane de ben attım. Ertesi gün gördü beni, “İyi ki 5 kadeh vermedim, 5-0 olurdu maç” dedi!
Benim en çok hırslandığım maç bir Kocaelispor maçıdır. Bizim takım farklı bir havadaydı, 2. Lig’de oynayan Kocaelispor’a karşı ben oynamamıştım, 1-0 yenildik. Onların yerel gazeteleri ‘Hamsinin Kafasını Kopardık’ vs. gibi başlıklar atmışlar. Gazete kupürünü soyunma odasına astık, dedik ki “Bunlar 18’imizin içine girerlerse bile gol sayacağız”, “Bunları kalelerinin içine sokacağız”. Maçı 5-0 kazandık. Hoca falan karışmazdı, istediğimiz zaman her şeyi yapardık.
Anadolu’nun başka yerlerinde bu tarz yaklaşımlarla karşılaştınız mı?
Benimle çok uğraşırlardı. Kızdırıp oyundan attırmaya çalışırlardı, Bursa da ‘Deli’ lakaplı Vahit (Doğan) vardı. Bir top geliyor, bana sert giriyor. Taraftarda büyük sevinç oluyor. Bir böyle, iki böyle… “Allah’ım, şunlara bir gününü göstereyim” dedim. Aldım bir top, daldım 18’e işi bitirdim. Taraftara da hareket yapınca o teller parçalandı.
70’li yıllarda ülke futbolunun simgelerinden biri haline geliyorsunuz.
O zamanlar reklam filmlerinde oynanıyordu, büyük paralar dönüyordu. Kola içiyorsun, 100 bin lira alıyorsun. O dönemler ben de çok oynadım. Takım arkadaşlarım için üzülürdüm ama ben de hep ön plandaydım.
Trabzonspor ile ilk şampiyonluğunuzdan sonra transfer teklifi geldi mi?
Devamlı geliyordu ama kulüpten ayrılmayı hiç düşünmüyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam Werder Bremen de istemişti. Gelip izlemişler beni, sonra pazarlığa oturdular. Bizim kulüp bana 10 milyon değer biçti, Johan Cruyff zaten 11 milyon! Adamlar “Ne oluyor, ne satıyorsunuz?” dediler. Yani satmamak için öyle bir numara yaptılar. Trabzon’un o dönem altyapısı iyiydi, benim yedeğim Necdet’ti (Ergün) mesela. Güngör (Şahinkaya), Mehmet (Ekşi)… Sonradan para bitince baktılar, ben para ediyorum. Satmaya karar verdiler, diğer futbolcuların parasını ödediler.
Trabzon formasıyla birçok ilke imza attıktan sonra İstanbul’a, Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Şehir sizi bu kadar severken ayrılmak zor olmadı m? Galatasaray ile anlaşıyorsunuz aslında.
Açıkçası Trabzon’dan ayrılmayı hiç düşünmüyordum. Ama ne zaman kulüp seni satacağız dedi hemen atladım geldim İstanbul’a. O zaman Galatasaray’ın teknik direktörü Coşkun Özarı idi. Milli takımdan da eski hocamdı kendisi. Beni de çok istiyordu. Hemen anlaştık sarı-kırmızılılarla. Transfer sezonunun bitmesine de iki gün var. Galatasaraylı yöneticiler beni İtalya’ya kaçırmak istedi. Ancak o günlerde eşim ilk çocuğumuza hamileydi ve bu sebeple İtalya’ya gitmek istemedim. Galatasaray’a, “Benim Fenerbahçe’ye gitmem mümkün değil. Size söz verdim asla dönmem. Buna hiç gerek yok” dedim. Galatasaraylı yöneticiler kaçırılırım endişesiyle gitmem konusunda hala ısrar ediyordu. Araya Coşkun Özarı girdi. “Bu hamsi kafa söz verdiyse, tutar” dedi ve yöneticileri ikna etti. Normalde ertesi gün uçakla Trabzon’a dönecektim. Ama sabah uçağı kaçırdım. O zamanlar İstanbul-Trabzon arasında günde bir sefer var. Neyse, bir sonraki günkü uçağa kaldım. Geceyi de Balat’ta geçiriyorum. Gece üçte Fenerbahçeli yöneticiler bastılar kaldığım yeri. “Seni biz alacağız” dediler. Üstelik o dönemde benim satılacağımdan ve Galatasaray ile anlaştığımdan kimsenin haberi yoktu. O gece ağzımdan girip burnumdan çıktılar ve sonunda beni ikna ettiler. İyi de para teklif ettiler. Normalde Galatasaray’ın üç taksitle verdiği parayı onlar nakit veriyorlardı. O gece, Galatasaray’a verdiğim sözden dönmüş oldum. Hayatımda yanlış yaptığım olaylardan biridir o gece sözümden dönmem.
Kararınızı değiştirdikten sonra Coşkun Özarı’dan bir tepkiyle karşılaştınız?
Yok hayır. Baba adamdı. O da anlamıştı benim içinde bulunduğum durumu.
Fenerbahçe’ye transfer olduktan sonra İstanbul’a adaptasyonunuz nasıl oldu? Sizi İstanbul nasıl karşıladı?
Ben milli takımlara sürekli gidip geldiğim için Trabzon’da forma giydiğim dönemde de İstanbul’da bir çevrem vardı. O dönemki Fenerbahçe takımında da Milli takımdan çok arkadaşım vardı. Uyum konusunda hiç sıkıntı çekmedim. Taraftar bazında da sevenimiz çoktu zaten.
Fenerbahçe formasıyla ilk Trabzon’a gittiğinizde nasıl karşılandınız?
En çok gurur duyduğum olaylardan biri de o deplasman maçımızdır. O dönemde Trabzonspor ve Fenerbahçe arasında büyük rekabet vardı. Ama ben Fenerbahçe formasıyla sahaya çıktığımda ‘Hoş geldin Ali Kemal’ yazan pankartlarla karşılandım. Üstelik Trabzon’dan her hangi bir takıma transfer olup oraya gelen futbolcu iyi karşılanmazdı. Ama ben hep ayrıcalıklı oldum. Trabzonluların bana olan bu sevgileriyle hep gurur duyarım.
“Fenerbahçe zor kulüp” derler hep. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Cemil Turan gibi yıldızlarla ya da yönetimle sıkıntı yaşadınız mı?
Cemil ile senelerce beraber oynadık, Fenerbahçe’de bana ağabeylik gösterdi ve beni korudu. Gerçi ben Fenerbahçe’de hiç oynayamadım, gruplaşmalar da vardı. Üç grup vardı: Semih Bayülken grubu ayrı, amigolar ayrı. Futbolcular arasında değil de yöneticiler arasında. Ben kimseye yaranmadım, hele ki amigo grupları. Beni yıldıramadılar. Sevemedim, sevmeyince de kendime dikkat etmedim. Fenerbahçe’de üç sene oynadım, her sene gidecekmiş gibi oynadım. Her gelen başkan “sen iyisin, hoca kötü” diyordu. Bence Fenerbahçe taraftarı yatsın kalksın Aziz Yıldırım’a dua etsin. Amigoları uzaklaştırdı, Fenerbahçe’yi ‘Fenerbahçe’ yaptı. Sevilir sevilmez ayrı bir şey. Zamanında takım birilerine gebe gibiydi, isteyen at koştururdu.
Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra Trabzon’a dönmeyi hiç düşünmediniz mi?
İyi ki de dönmedim. Çünkü o dönemki Trabzon, benim formasını giydiğim dönemdeki Trabzon değildi. Bana o tadı veremezdi.
Fenerbahçe’den Beşiktaş’a transfer oldunuz. O süreçte neler yaşandı?
Üç yıl Fenerbahçe’de oynadım ama her yıl kaçıp gitmek istedim. Çünkü kulübü gruplar yönetiyordu. Ama her yıl yöneticiler beni kalmam konusunda hep ikna ettiler. En sonunda Rausch göreve geldi. Ona “Ben artık burada oynamam” dedim. Ancak “Türkiye’de tek futbolcu var o da sensin” diyerek beni bırakmak istemedi. Rausch’u kandırmak için kendisiyle karşılıklı iki şişe viski içtim. En sonunda pes etti ve “Peki, o zaman kardeşin Osman’ı getirirsen ancak o zaman gidebilirsin” dedi. Ben de kardeşimi Rize’den alıp getirdim ve Fenerbahçe’den ayrıldım. O yıllarda Beşiktaş da beni çok istiyordu. Siyah-beyazlılar o zaman zor günler geçiriyordu. Bir nevi kümede kalma mücadelesi vardı. Takım çok gençti ama biz onlara iyi abilik ettik, onlar da iyi oynadı ve Beşiktaş’ın 15 yıl sonraki ilk şampiyonluğu geldi (1981-82 sezonu). Bir de takımda üç tane Trabzonspor kökenli futbolcu vardı. Mehmet (Ekşi) Serdar (Bali) ve Necdet (Ergün). Onlar sayesinde de uyumum kolay oldu.
Biraz Trabzon’dakine benzer bir durum var sanki. Şampiyonluğa aç veya şampiyonluk olgusunu bilmeyen gençlerden kurulu bir takım…
Fenerbahçe ile Almanya’da sezon öncesinde bir hazırlık maçı oynadık. Bizimle birlikte onlar da Almanya’da kamptaydılar. Orada Fenerbahçe’yi 3-0 yendik. Maçtan sonra Rıza (Çalımbay) ile konuşuyoruz:
-Oğlum, şampiyon kim olur?
-Fenerbahçe
-Nasıl Fenerbahçe olur, 3-0 yenmedik mi onları?
Ardından kâğıt kalemi çıkardık, iki takımın da kadrolarını tek tek yazdık. Bu sefer Rıza’ya hangi futbolcular daha iyi dedim. Hep bizimkileri gösterdi. Yine sordum:
-Kim şampiyon olur?
-Fenerbahçe!
O zaman anladım takımdaki gençlerin şampiyonluk için güveni yoktu. İşte bizlerin abiliği onlara güven verdi. Ve o güvenle şampiyonluk geldi. O yıl Fenerbahçe, Avrupa’da şampiyonluk parolasıyla güçlü bir takım kurmuştu. Ama biz gençlerle şampiyon olduk. Zaten şampiyonluklar öyle gelir. Sen istediğin kadar yetenekli ol, kendine güvenmediğin zaman performansını sahaya yansıtamazsın.
O sezonda önemli gollere de imza attınız. Özellikle Galatasaray maçında kornerden bir golünüz var ki…
Maçta bir korner pozisyonu oldu. Korneri kullandım, birden top Haydar’ın koruduğu Galatasaray kalesine yöneldi ve top ağlarla buluştu. Ama o golü ben değil rüzgâr attı.
Peki o sezon ne zaman ‘şampiyon olabiliriz’ dediniz?
Devre arasına iki maç kala, Gaziantep maçı öncesinde antrenörümüz Dorde Miliç, “Bu maç Ali Kemal’in son şansı!” diye bir beyanat verdi. Puan tablosunda da Fenerbahçe’den 7-8 puan gerideyiz… Ben bir sinirlendim! O maçta iyi oynadım 2-0 yendik, iki golü de ben attım. O hafta Fenerbahçe de yenildi. Puan farkı azaldı birden. Biz de şampiyonluk yarışı havasına girdik. Sonra da evimizde deplasmanda iyi maçlar çıkardık. Fenerbahçe tökezledi, bu sefer de Trabzonspor ile bir yarışa girdik ve sonunda kazanan biz olduk. Bu arada deplasmanda 2-0 kazandığımız Gaziantep maçı öncesinde teknik direktörümüz Miliç ile bir anlaşmamız vardı. Ben deplasmandaki maçlarda ilk onbir çıkacağım ama evimizdeki (İnönü Stadı) maçlarda yedek olacaktım. Çünkü o yıllarda Beşiktaş seyircisi sahada gençlerini görmek istiyordu, hep onları destekliyordu. Neyse Miliç ile anlaştık Gaziantep maçı öncesinde. Maçtan sonra Miliç’e tekrar hatırlattım. O da şampiyonun havasına girmişti, olur mu öyle şey dedi. Miliç cin gibi hocaydı. Normalde Beşiktaş ile anlaşmam bir senelikti. O sene sonunda Beşiktaş’ta jübile yapacaktım. Ama şampiyon olunca bir akşam Miliç’le sabaha kadar viski içtik. Ben bekliyorum ki; jübilem yapılacak. Çünkü artık ayaklarım gitmiyor sahada. Miliç o gece “Sana bir yıl daha ihtiyacım var” dedi, sabah kendimi bir yıl daha Beşiktaş’ta buldum.
Fenerbahçe ve Beşiktaş formalarıyla Trabzonspor’a karşı mücadele etmek nasıl bir duyguydu?
Trabzonspor’a karşı oynadığım maçlarda çok heyecanlanırdım. Ayaklarım kilitlenir, oynayamazdım. Herkes “Ali Kemal Trabzon’a karşı kasıtlı oynamıyor!” derdi. Hiç alakası yoktu. Psikolojik olarak etkileniyordum bordo-mavi formaya karşı oynuyor olmaktan. Hatta Fenerbahçe ve Beşiktaş forması giyerken yöneticilere ve teknik direktörlerime de söyledim, beni Trabzonspor’a karşı oynatmayın diye. Ama inadına da oynattılar. Hatta Beşiktaş’ta oynarken, sondan bir önceki maçımız Trabzon ileydi. İnönü Stadı’nda oynuyoruz. Yenersek şampiyonuz… Beraber kaldık. O maçta da çok net bir gol kaçırdım. Bir sonraki hafta Eskişehir’de ilan ettik şampiyonluğu. Ama o sezon şampiyonluğu kaçırmış olsak, herkes “Ali Kemal, Trabzon’a bilerek o golü atmadı. Onun yüzünden şampiyonluğu kaçırdık” derdi. Neyse öyle bir duruma düşmedim.
Futbolculuğunuzun ardından teknik direktörlüğe adım atıyorsunuz…
Aslında ben teknik direktör olmayı düşünmüyordum. Antrenörlük bana sahtekârlık gibi geliyordu. Futbolu bıraktıktan sonra bir fabrikaya ortak oldum ama iş hayatımda iflas edince yönetici bir arkadaşım “Kartalspor’u biraz idare et” dedi. İki üç maçlığına takımın başına geçtim. Çok hoşuma gitti. Kartalspor’u üst lige. Sonra da Karabük’ü birinci lige çıkardım…
Hakan Ünsal’ı Karabükspor’da A takıma alışınız da ilginç. Aslında büyük sürpriz…
Hakan Ünsal’ı amatör takımdan aldım, birinci ligde direkt oynattım. Onu aslında seçmelerde yaptığı bir hareketiyle koydum bizim takıma. Seçmelerdeki maçta bir hücumda vites yükseltmesi yani patlaması çok hoşuma gitti, bir bekten beklentim oydu zaten. Hemen aldım takıma. Sonra da Galatasaray kaptı zaten.
Son olarak saha dışındaki ‘hızınıza’ değinelim. Futbolculuğunuz döneminde özel yaşamınızda da sizi tutmak zormuş. Örneğin Trabzonspor döneminizde takım Aksaray’da oteldeyken siz sürekli kaçarmışsınız.
Kaçmazdım, kapıdan aslanlar gibi çıkardım! Bana hiç kimse bir şey diyemezdi, antrenörümüz Ahmet Suat (Özyazıcı) Hoca da bana karışmazdı. Zaten o oyuncuları idare etmeyi iyi bilirdi. Bana karşı disiplin uygularsa beni kaybedeceğinin farkındaydı. Çünkü ben ne kadar kötü yaşarsam yaşayım, idmanlar ve maçlarda en iyi performansımı sergilerdim. İstanbul’a gelince bu ayrıcalığım biraz törpülendi tabii ki! Ama bazen diyorum ki; keşke Ahmet Suat Hoca bana karşı disiplin uygulasaydı da, öyle durumlarda beni kadro dışı bıraksaydı. Daha farklı olurdum…