Tuttuğu takımı çocukken ev olarak adlandırdığı tribünden izlemekten sonraki yıllarda o takımın ilk on birinde yer almaya kadar, az sayıda kişi Charlie George kadar şanslıydı.
60’lı ve 70’li yıllarda Arsenal taraftarlarının kendilerine rutin olarak benzersiz bir gurur yaşatan ve sanki onlara sahadaymış gibi hissettiren uzun saçlı bir kahramanları vardı: Charlie George.
İngiliz yazar Nick Hornby, 1992 yılında basılan Fever Pitch romanında, bir Arsenal taraftarı olarak çocukluğundan başlayarak 1968-92 yılları arasındaki Arsenal maçlarında yaşadıklarını anlatır. Ülkemizde de Bağış Erten çevirisi ve Futbol Ateşi ismiyle basılan kitap kısa sürede futbol severlerin beğenisini kazanır. Nick Hornby, Kitabın bir bölümünde, bir taraftar gözüyle, Arsenal’in tribünlerinden gelen sahada harikalar yaratan Charlie George’u anlatır:
Derby County-Arsenal / 26.02.1972
Hiçbir zaman deplasman maçlarından keyif almazdım.
….
Derby’deki maç birçoğundan daha kötüydü. Maçtan önce ve maç sırasında belli aralıklarla olaylar çıktı ve ben, olayların olduğu yerden uzakta, benden daha genç çocuklar ve babalarının arasında gizlenmiş olduğum halde çok korktum. Öyle çok korktum ki, Arsenal’in kazanması ihtimali bile beni pek sevindirmiyordu. Bir beraberlik harika olurdu, ama yenilecek ve kupadan elenecek olursak da, Derby tren istasyonuna kafama bir şey yemeden gidebilmeyi başarma şartıyla, bu sonuca katlanabilirdim. Böyle zamanlarda oyunculara, onların algılama ve anlam yeteneklerinin çok ötesinde bir sorumluluk düşerdi; fakat her halükârda, böyle bir algılama yeteneği Charlie George’un kapasitesinin çok üstündeydi.
Charlie George, yetmişlerin şu ana kadar rezil olmamayı becermiş ender kahramanlarından biridir. Bunun sebebiyse muhtemelen, ilk bakışta yirmi yıl öncesinin isyankâr tutunamayanları George Best/Rodney Marsh/Stan Bowles gibi uzun saçlara sahip olup, onları andırmasıydı. Kendi kuşağının en iyileri kadar yetenekli olduğu doğruydu, fakat ne yazık ki futbol kariyeri boyunca bu yeteneğini çok az kullandı (Milli takımda yalnızca bir kez oynadı, kariyerinin sonlarına doğru Arsenal’de ilk on bire giremez hale geldi); bu yetmezmiş gibi bir de hâkim olamadığı sinirleri, teknik direktörlerle yaşadığı sorunlar, genç taraftarların ve kadınların ona delice tutkunluğu bulunuyordu. Bunlar o dönem için normaldi, çünkü futbol hem sunumu hem de tüketimiyle pop müziğe rakip olmaya başlamıştı.
Charlie George diğer isyankâr örneklerinden iki özelliğiyle ayrılıyordu. Birincisi, gençlik yıllarını daha sonra bizzat oyuncusu olduğu takımın tribünlerinde geçirmişti; bu o kadar da rastlanmadık bir şey değilse de (Liverpool ve Newcastle oyuncularının birçoğu da gençliklerinde kendi takımının taraftarlığını yapmıştır), George seyircileri sahadan ayıran tellerin üzerinden atlayıp formayı üzerine giymiş, konumuna başkaldırmış ender dehalardan biriydi. Best İrlandalıydı, Bowles ve Marsh gezginlerdi… George yalnızca Arsenal’in kendi malı olmak, kuzeyde büyüyüp genç takımdan gelmekle kalmayıp, sanki stadyumdan dışarı atılmaktan kurtulmanın en basit yolu, üzerine bir forma geçirip sahada bir o yana bir bu yana koşmakmış gibi gösteriyor ve davranıyordu. Fiziksel olarak futbolcuya benzemiyordu: İriyarıydı ve bir seksenin üzerindeydi; George Best olabilmek için fazla iriydi. 1971 yılındaki doğum günümde, Newcastle’a attığı golden az önce, onu çevreleyen kırmızı duman bir an için kalktı ve o, Newcastle savunmasından zavallı bir oyuncuyu gırtlağından tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Bu, bir isyankarın gerginliğinden ziyade, sert mizaca sahip bir adamın tehdidiydi. Tribünlerdeki delikanlılar ömrü hayatlarında sahada bundan daha iyi bir temsilci görmemişlerdir herhalde.
İkincisi, kendisi medyatik bir isyankâr değildi. Röportaj vermezdi (kendisini sözle ifade edemeyişi nevi şahsına münhasırdı ve dillere destan olmuştu); düz ve uzun saçları, -yetmişlerin ortasında nerden estiyse saçına perma yaptırana dek- ne tiftikleşmiş ne de katıklaşmıştı ve 69-90 sezonunun başında, takımda ilk kez oynamaya başladığında, saçlarını uzatarak popüler olmaya çalışıyor gibi görünmüştü; zamparalıkla işi olmaz gibi bir hava çiziyordu (adını halen hatırladığım nişanlısı Susan Farge, saha dışında çekilen fotoğraflarda insanın canını sıkacak kadar çok görünüyordu). Büyük bir stardı; medya onunla ilgileniyor, ama onunla ne yapacağını bilmiyordu. Yumurta Pazarlama Kurulu bir şeyler yapmaya çabaladı, ama sloganları “K ve Charlie George için Y” hiçbir biçimde anlaşılır değildi. Charlie her nasılsa kendisini etiketlenemez, medya-geçirmez yapmayı başarmıştı; bu kadar ünlü olup bunu başarabilen en son yıldızdı herhalde. (Ama yine de bir şekilde isyankâr olarak algılanmayı başarmış olmalı ki, 1983 yılı dolaylarında, Highbury’ye maç izlemeye gittiğimi söylediğimde büyükannem “Pöh, Charlie George,” diyerek yere tükürmüştü. Onun büyükannem için ne anlama geldiği ise, korkarım bir muamma olarak kalacak.)
Charlie, Derby’de insanın gözünü yıldıran, kaslarını eriten kış sahasında (Ah o sahalar! Derby’deki Beyzbol Sahası, White Hart Lane, hatta Wembley’deki kış çimleri bile donmuş yoğurt yahut video gibi seksenlere ait bir yenilikti) hepimizi büyüledi. İki gol attı, iki uğultu yükseldi ve bizler, Andrew Lloyd Webber’in o zamanki hit parçasının melodisi eşliğinde şu sloganı çığırmaya başladık: “Charlie George bir süperstardı! Şimdiye kadar kaç gol attı!” (Bunun üzerine Derby taraftarları, tıpkı ülkenin dört bir yanındaki diğer taraftarlar gibi karşı tezahürata geçti: “Charlie George bir süperstardı! Karı gibi kırıtıp sutyen takardı!” Taraftar zekasının altın çağları olan almışları ve yetmişleri hatırlayıp da gülümsememek elde değil.) Charlie’nin iki golüne rağmen, Derby’nin maçın sonlarına doğru durumu eşitlemesiyle maç 2-2 bitti ve böylece ben, yana yakıla istediğim beraberliğe kavuştum. Ama ne yazık ki beraberliğin sağlayacağını düşündüğüm gibi istasyona kadar rahat rahat yürüme şerefine nail olamadım.
Bu Charlie’nin hatasıydı. Gol atmak, açıklaması tek başına bir başka kitabın konusunu teşkil edebilecek birtakım sebeplerden dolayı kışkırtıcı bir harekettir; hele ki tribünler, o gün olduğu gibi yarı yarıya şiddete boyanmış haldeyse. Charlie’nin profesyonel bir oyuncu olduğu gerçeğini anlıyorum ve önüne bir gol fırsatı çıktığında, bizim pamuk ipliğine bağlı güvenliğimiz onun kafasını karıştırmamalıdır. Buraya kadar tamam. Peki ama golün sevincini, o günün geri kalanını birlikte geçirmek ve maç bitiminde de topraklarından geçip gitmek zorunda olduğumuz çelik burunlu ayakkabılarıyla dövmeli dazlaklarla dolu olan ve maç boyunca bıkmadan bize “Size dışarıda gösteririz,” der gibi hırlayıp duran Arsenal düşmanı bir karşı tribünün önünde, hele ki “Nasıl kodum?” anlamına gelen el hareketleriyle kutlamak o kadar gerekli miydi bilmiyorum. Benim anladığım kadarıyla Charlie’nin sorumluluk ve görev duygusu bir an için kendisini terk edivermişti.
Tabii ki sahada yuhalandı ve federasyon tarafından cezalandırıldı; bizse şişe ve teneke kutu yağmuru altında, trene kadar ardımıza bakmadan koştuk. Sağol be Charlie.