-Bir C. Ozan CEYHAN yazısı-
1922’de Taksim Stadyumu fikri, futbol ve atletizm yarışmalarının gerçekleştirilmesi planlanan mini bir İstanbul Olimpiyatı’nın düzenlenmesi fikriyle birlikte yeşermişti.
Türkiye’de bilinen ilk futbol faaliyetleri 1870’lerde Bornova, İzmir’de gerçekleşmiş, 1890’lara gelindiğinde ise Kadıköy ve Moda çayırlarında futbol oynanmaya başlamıştır. 1908’de Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla birlikte futbol yaygınlaşmış, İstanbul’da Bakırköy’deki Baruthane, Yenibahçe’deki Hastane, Paşabahçe’deki Sultaniye, Anadoluhisari, Büyükdere ve Baltalimanı çayırları, Topkapı Sarayı’nda Sarayiçi, Bugün İstanbul Üniversitesi olan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti bahçesi, Taksim’de Talimhane, Bozdoğan Kemeri yanındaki Saraçhane ve Karagümrük’teki Çukurbostan sahaları uzun yıllar futbol maçlarına ev sahipliği yapmıştı.[1]
Bugün yerinde Gezi Parkı bulunan Taksim Topçu Kışlası,1806 yılında III. Selim döneminde yapılmıştı. Yirminci yüzyıla kadar isyanlar, yangınlar, tadilatlar ve yeniden yapımlar sebebiyle çeşitli değişikler geçiren Taksim Topçu Kışlası’nda futbolun ilk izlerini 1900 yılında görüyoruz.[2] 1909’da yaşanan 31 Mart Vakası’ndan sonra önemini kaybeden kışla, 1913 yılında Sanayi ve Ticaret Şirket-i Milliye-i Osmaniyesi’ne devredilmiş, ertesi sene de satılmıştır. 1922’deki kayıtlara göre de stadın sahibi İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi, Cumhuriyet dönemindeki ismiyle İstanbul Taksim Emlak Şirketi’dir.[3]
1. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal edilince Topçu Kışlası işgal kuvvetleri tarafından Fransa’ya bağlı Senegal askerlerine verilmiş ve adı da “Makmahon Kışlası” olarak değiştirilmişti. Kışla bu dönemde işgal kuvvetlerinin kendi aralarında ve Türk takımlarıyla yaptığı maçlara sahne olmuştu. Dönemin en önemli spor yayınlarından olan Spor Âlemi dergisinin sahibi Çelebizâde Said Tevfik Bey (1897 – 1953), Talimhane alanında yapılan futbol maçlarının topladığı kalabalığı görerek Topçu Kışlası’nı bir stadyuma dönüştürmeye karar vermişti.[4]
Taksim Stadyumu fikri, futbol ve atletizm yarışmalarının gerçekleştirilmesi planlanan mini bir İstanbul Olimpiyatı’nın düzenlenmesi fikriyle birlikte yeşermişti. Bu hikayeyi 1922 yılında kaleme alan Çelebizâde Said’den dinleyelim;
“Memleketimizde sönmüş ve hatta ölmüş gibi görünen atletizme yeni bir hayat açmak için geçen kış günlerinin birinde Burhaneddin [Burhan Felek] (1889 – 1982) ve Ahmed Robenson (1886 – 1968) Beyler ile hususi bir toplanma yaparak büyük bir teşebbüse başlamıştık.
Bu teşebbüsümüz arasında en mühim numeroyu memleketimizde futbol şampiyonu diye geçinen bazı Hristiyan takımlarına haddini her vakit bildirebilecek bir Türk takımı ihzar etmek [elde etmek] ve bunların da üç ay evvel idmanlarına başlattırmak olacaktı. Takımın kazanacağından emin olduğumuzdan ortaya da üç yüz liraya yakın bir masrafla yapılmış büyük ve muazzam bir şild koymuştuk.
Teşebbüsümüz üzerine Kadıköy Çayırı’nda futbolcular arasında koşucu ve atlayıcı grupları görmekle beraber diğer birtakım idmancılar da geceleyin Şişli’den Fatih’e veyahud Fatih’ten Nişantaşı’na grup halinde koşular yaparak arkadaşları tarafından meşaleler ile teşci’ ediliyordu [cesaretlendiriliyordu]. Bu hareket ve bu hayat arasında bizde çalışmamızı tevsi’e [genişletmeye] başlıyorduk.
(…)
Takrîben beşinci ictimâa [toplanmaya] tesadüf eden bu vahdet arasında müsabakaları yaptırmak için saha ve çare düşünülüyordu. Evvelce Kadıköy İttihâd Kulübü’ne hususi müracaatımda ilkbaharda kendileri tarafından spor müsabakaları yapılacağından bahsedilerek nazikane hatta sözüm bile kesildiğinden müteessir bir vaziyette sekiz milletin iştirakiyle yapılacak bu büyük müsabakaları yeni bir saha üzerinde icra edilmesini teklif ettim. Bu fikrim ortaya konarak, ufak münakaşalardan sonra harab bir halde bulunan Taksim Kışlası’nın dahlinin imarıyla orada icra edilmesi kabul edildi. İntihab edilen [seçilen] bütçe heyetinin verdiği hesap listesine göre 3700 liralık bir masrafa ihtiyaç vardı.”[5]
Düzenlenecek olimpiyat için Kadıköy’de aradığını bulamayan ekibin Taksim Stadı’na uzanan hikayesinin devamını, Çelebizâde Said’in (artık “Sait Çelebi”) 25 yıl sonra Ulus gazetesinde yazdığı “Taksim Stadı Nasıl ve Niçin Yapılmıştı?” başlıklı yazısından öğrenelim;
“…O günden sonra stad olacak yeni bir saha aramak için en aşağı on gün Mecidiyeköyü’nden başlayarak İstanbul surlarının dışına kadar çıktım, fakat bizleri tatmin edecek hiçbir saha bulamadım. Yalnız Taksim kışlasının ortasındaki meydan ufak olmakla beraber, bizim işimize yarayabilirdi ve hem de çok merkezî idi. O yıllarda bu meydan Periye Fransız bankasının [Banque Périer] malı olup, burayı muhacir Ruslar kiralamışlar ve Galatasaray’ın eski mubassırlarından[6] Maltalı Bork isminde bir Rum’u da işin başına müdür koymuşlardı. Meydanın etrafına bir pist yapmışlar, burada ince ve zarif arabaları koşturan hayvanlar üzerinde kumar oynanıyordu. Fakat bu iş fazla rağbet görmediğinden, 200 lira aylıklarını muntazam veremiyorlar ve bu boşluktan başka şekilde istifadeyi düşündüklerini duyuyordum. Hemen Ahmet Robenson’la beraber, kısa boylu, şişman Maltızı [Maltalı] görmeye gittik. Sahayı spor müsabakaları için bize devretmesini istedik. Bunun kendi işlerini katiyen aksatmayacağını da bildirdik. Adamcağız sözlerimizi dinledi, fakat sahayı hazırlamak için para lazım olduğunu, bu paranın kendilerinde olmadığını, hatta aylıklarını bile bir kaç aydır vermediklerini söyledi, İşe daha sıkı sarıldık, parayı bizim bulacağımızı müjdeledik ve bu şekilde mutabık kaldık.
O zaman meydan şu şekilde idi: dört kapı arasında paket taşlarından geniş bir şose vardı. Meydanın ortasında betondan bir çeşme bulunuyordu. Bütün bunlar sökülüp, üzerine hafif bir toprak örtülerek futbol sahası hazırlanacak. Kenardaki pist koşular için daha müsait şekle sokulacak. Cadde tarafında birkaç basamak çıkılan merdivenleri aynı şekilde bırakmak suretiyle bu işe o günün parasıyla 2500-3000 lira lazım geliyordu. Fakat netice hakikaten başarılı olacak ve İstanbul da bir saha kazanacaktı. Ancak hediyelere ayıracağım 1500 liradan başka reklam ve diğer afiş işlerine de 500 lira vereceğimden bunlardan ayrı olarak 3000 lira da sahaya harcamak çok güç geliyordu. Organizasyonu mecmuam namına üzerime aldığımdan başkalarından para istemek pek ayıp olacaktı.
Tekrar meydanın iflas etmiş sahipleriyle görüşmeye gittim. Kendilerini kurtaracak bu işe biraz yardım etmelerini ısrarla ileri sürdüm. Fakat Bork pantolonunun ceplerini dışarı çıkararak, meteliksiz olduğunu tekrarlardı. Nihayet bir arkadaşımın delaletiyle biraz para buldum, Spor Âlemi’ni bastığım matbaa sahibinden borç aldım. Merhum validemin mücevherlerini Emniyet Sandığı’na yatırarak sahayı hazırlatmaya başladım. Para bitti. Gerisini krediye döktük, alacaklılarla kovalamaca oynadık. Bütün gayretimiz müsabaka günlerine kadar vereceklerimizi tehir etmek içindi. Nihayet müsabakaların yapılacağı Mayıs ayı yaklaşmıştı. Taksim sahası göz boyayacak şekilde bir stad olmuş, madalyalarımız o zamanki müdür Niyazi Bey’in himmetiyle mükemmel şekilde basılmış, şild yapılmış ve teşhir için mağazanın mekânına yerleştirilmiş, vazolar da bu şildin etrafına dizilmişti.
(…)
Müsabakaların tam arifesinde Türk Birliği, hazırladığımız programdan ayrılmak istiyordu. Toplantıların Amerika Kulübü’nde yapılmasını, temas etmek istemedikleri milletlerin müsabakalara katılmasını sebep olarak ileri sürüyordu. Halbuki işin esası, şahsımı çekemeyen ve yaptığım masraflar dolayısıyla ziyan edip mahvolmamı isteyen birkaç arkadaşımın çevirdiği dolaptan başka bir şey değildi. Ne yazık ki bu fikre bütün kulüpler iştirak etti ve bir akşam Galatasaray murahhası [delegesi] merhum Sırrı’nın Ömer Abit hanındaki yazıhanesinde toplanılarak bizi berbat eden ve her şeyimizi karıştıran karar, Türklerin bu müsabakalara iştirak etmemeleri kararı verildi, hem de ekseriyetle…”[7]
Türk takım temsilcilerinin oyunlardan çekilmesi ile büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Burhan Felek, Ahmet Robenson ve Çelebizâde Sait ekibi son bir gayretle oyunları düzenlemeye çabaladılar. Kısa bir ertelemeyle de olsa oyunları ve Taksim Stadı’nı hazırlayışlarını Sait Çelebi ertesi günkü yazısında anlatmaya devam ediyor;
“Müsabakaları 2 – 4 Haziran’da ilân ettiğimiz halde, bir hafta geriye alarak 9 – 11 Haziran tarihine bıraktık ve bu tarihlerde Taksim Kışlası avlusu, Taksim Stadyumu levhasını asmış ve ilk defa spor müsabakaları yapılmak üzere kapılarını, Türk gençliğine açmış bulunuyordu. Binbir müşkülâtla yapılan bu stad ileriki senelerde Türk futbolunun gelişmesine en ziyade faydası dokunmuş ve spor tarihimizde kendisine büyük bir ayırmıştır. Cumaya rastlayan 9 Haziran 338 [9 Haziran 1922] tarihi Taksim Stadyumu’nun böylece açılış günü olarak kabul edilmişti.
(…)
Dört gün devam edecek müsabaka ve yarışlar, Türklerin çekilmesi ile iki güne indiğinden beklediğimiz para toplanamamış ve ancak sahaya sarfettiğimiz para ile Darphane’nin masrafı çıkabilmiş, şild ve afiş paraları da üzerimize ziyan olarak kalmıştı. Fakat biz buna da şükrederek yaptırdığımız stadyumdan elimizi, eteğimizi çekmiş ve ileride büyük bir servet temin eden işi Bork’a teslim etmiştik.”[8]
Sait Çelebi’nin stadı Bork’a devretmesinin ardından futbol müsabakaları gerçekleşmeye devam etti. 15 Haziran 1922 tarihinde gayr-i resmî şekilde oluşan Türk Millî Takımı, Taksim Stadı’nda ilk maçını İngiliz karmasına karşı oynadı. Sait Çelebi’nin aktardığına göre ilk milli takımın kadrosu şöyleydi: Kaleci Nedim (Altınordu). Müdafiler: Sarı Siret (Galatasaray), Hasan Kâmil (Fener). Muavinler: Edip (Galatasaray), İsmet (Fener), Refik (Fener). Muhacimler: Sabih (Fener), Nihat (Galatasaray), Zeki (Fener), Arif (Süleymaniye), Sadi (Galatasaray). Maçı Türk Millî Takımı 3-1 kazanmıştı. Sait Çelebi, Türk Millî Takımı’nın kırmızı bantlı formayı da Taksim Stadyumu’nda İngiliz Kara Askerleri karmasına karşı 3-1 galip geldiği maçta giydiğini de aktarmaktadır;
“Maç çok şiddetli oldu. Bu maçın ilk golünü Refik frikikten yaptı. Top muntazam bir devir yaparak muavin ve kalecinin üzerinden kaleye girmişti. Bu ilk gol o gün şaheser oyun çıkaran Zeki’nin birbiri arkası sıra yaptığı üç golle dörde çıktı ve karanlığa kadar devam eden maç coşkun tezahürat arasında millî takımımızın İngiliz muhtelitine [karmasına] karşı esaslı bir galebesiyle nihayetlenmiş oldu.
Bu maçın ertesi günü gazeteler, “millî takımın kahir galebesi”, “yaşa millî takım”, “varol millî takım” serlevhalarıyla [başlıklarıyla] donanmıştı. Bütün bu alkışlamalar arasında bu işleri başaran ve memlekete bir stadyum kazandıran Çelebi’ye kimse bir satır ayırmadı ve böylece çok patırtılı olarak başlayan Taksim Stadı’nın ilk perdesi bu şekilde kapanmış oldu.”[9]
Taksim Stadı’nda futbol müsabakalarına gösterilen ilgi ve buna bağlı olarak maçların sayıları da giderek artıyordu. İstanbul’da bunlar olurken Kurtuluş Savaşı’nın yönü de İstanbul’a dönmüştü. Yine Sait Çelebi’den dinliyoruz;
“Taksim Stadyumu öyle bir futbol merkezi olmuştu ki, bu sahada elindeki para ile seans kiralamayan İngiliz torpido takımları, bu kışlanın karşısındaki Talimhane meydanında maçlarını yapmaya mecbur olurlardı. Taksim’e yapılan bu futbol hücumu, Kadıköy sahasının keyfini kaçırmış ve bütün büyük kulüplerde bile, İngilizlerle Taksim Stadı’nda karşılaşmak hevesi uyanmaya başlamıştı. O yıllarda kulüplerimiz stadyumlardan hiç haz almazlardı ve zaten bu hususta pazarlık bile bahis mevzuu olamazdı. Donanma ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetleri’nden kulüplere yapılan aylık yardımlar bu aylarda kesildiğinden, sporcularımızın malî vaziyetleri çok bozuk bulunuyordu. O yıllarda heyet-i idaresinde bulunduğum Fenerbahçe Kulübü’ne yardım maksadıyla Taksim Stadyumu’nda İngilizlerle bir maç kabul ettirdim ve bu maçtan da müstecirden [sahayı kiralayandan] hisse istedim. Hasılatın tamamını kendine almaya alışmış müstecire, birdenbire bu teklif acayip geldi. Fakat stadyumu yapıp kendisine verdiğim için, isteğimi kıramadı ve yüzde yirmibeş hisse ile kulüplere Taksim Stadı’nın ilk yardımı yapılmış oldu. Maça müthiş kalabalık geldi ve Fenerliler o gün rakiplerine ve bütün meraklılara güzel bir oyun gösterdiler. Bu işten stadyum kasasına da epey para girdi. Fener de hoşuna gidecek bir yekûnu cebine indirdi. Bu vaziyet cuma günleri saat beşteki maçları, İngiliz ve Türkler arasındaki maçlara ayırtmaya vesile olmuştu. Fener’den sonra Galatasaray, Altınordu da sıraya girdi ve futbol tarihimizdeki İngiliz seri maçları sıralanmaya başladı. Gün geçtikçe bu alâka yükseliyor ve maç günleri İstiklâl caddesi, Taksim Meydanı geçilmez oluyordu. Bu yeni stad hızını almış yürürken, ordularımız da İstanbul tepelerine doğru yaklaşıyorlardı. Bu haber bilhassa Beyoğlu muhitinde bir bomba gibi tesir yapmış ve işgal kuvvetlerine yardakçılık eden yabancılar arasında da bir kaynaşmaya sebep olmuştu. Her gün kıymetli mallarını birkaç bavula doldurmuş birçok ailelerin göçleri başlamıştı. Tam bu günlerde bir sabah evime bir telgraf geldi, içini açıp okudum. Stadyum müsteciri süratle kendisine gitmemi rica ediyordu. Öğle yemeğini bile yemeden tramvaya atlayarak Taksim’e çıktım. Kısa boylu, büyük karınlı Bork, eliyle yeleğindeki geniş altın kösteğini karıştırarak heyecanla stadın dışındaki demir parmaklı kapıda bekliyordu. Beni görünce hemen koluma girdi ve stadın methalindeki [girişindeki] odasına götürdü, kahve bile teklif etmeden sözüne başladı:
-Sait Bey, çoluk çocuk Atina’ya gidiyoruz, bundan sonra ya görüşürüz veya görüşemeyiz. Yaşım senden fazla ama bana büyük ağabeylik yaptın, bunun altında kalmak istemiyorum. Stadyumun kontratını hiçbir menfaat gözetmeden sana devrediyorum” dedi ve boynuma sarılarak öptü.
Birkaç gün sonra Bork memleketimizden ayrıldı ve ben de aylığı 200 liradan ikinci defa olarak Taksim Stadı’nın sahibi oldum.”[10]
İşgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk etmesinden sonra futbol ortamını hareketlendirmek için Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya gibi yabancı ülke takımlarını İstanbul’a davet edip Türk takımlarıyla maçlar organize eden Sait Çelebi (yandaki fotoğraf), 3000 kişilik ilk tribününü de bu dönemde inşa ettirdi.
23 Nisan 1923’te “Türkiye Futbol Heyet-i Müttehidesi” adıyla kurulan Türkiye Futbol Federasyonu, 21 Mayıs 1923’te FİFA’ye resmen kabul edilmiş ve Cumhuriyet’in ilanından üç gün önce, 26 Ekim 1923 günü Taksim Stadı’nda Romanya ile 2-2 berabere sonuçlanan ilk resmi maçını oynamıştı.
Çelebizâde Said’den sonra stadın yeni sahibi, Boksör Sabri Mahir Bey’in ağabeyi, Eminönü’nde Terakki manifatura mağazasının sahibi Abdülaziz Bey olmuştu. Aziz Bey döneminde de çeşitli değişikliklere giden Taksim Stadı giderek onun için de kaldırılması güç masraflara yol açmış ve sonunda o da stadyumu devretmek zorunda kalmıştı. Gol dergisinde 1926 yılında Zahid Müştak imzasıyla çıkan yazıda Taksim Stadı’nın durumu yeniden ele alınıyordu;
“Uzun zamandan beri Taksim Stadyumu’nu idare eden Aziz Bey nihayet çekildi. Stadyum kimlere devredildi? Yarın ne suretle idare olunacak? Bütün bunlar belli değil… Fakat stadyum denilen kışla meydanı bugün yeniden adeta birkaç sene evvelki halini yani günlerini hatırlatacak kadar ıssız kaldı.
(…)
Taksim Meydanı’nın beş altı sene evvelki hali unutulmamıştır. Bir tarafta palikaryalar [serseriler] at koşturur, motosiklet yarıştırır; ötede çocuk çember çevirir, kolan vurur, fıstık, muhallebi, helva yiyerek dolaşırlardı. İngiliz ve Amerikan askerleri ilk defa bu panayır yerinin ortasında, caddeden gelip geçenlerin gözü önünde futbol oynamaya başladılar. Porg (Borg) isminde bir Maltalı Rum bundan istifade etmek istemişti. Taksim Kışlası’nı kiraladı. Süvarilerin manej [at eğitimi] yaptıkları meydanı futbolculara arz etti. Sonra bir aralık Taksim meydanının idaresi Çelebizâde Said Tevfik Bey’le Fenerbahçe Kâtib-i Umûmisi Ali Naci Bey’e geçti. En nihayet stadyumu Aziz Bey’e devrettiler. O zamana kadar ticaret hayatında görülen, bu boksör Sabri Mahir’in kardeşi olmak üzere tanınan bu genç, Taksim Stadyumu’nun başına geçince büyük bir iş yapmak istediğini gösterecek surette çalışmaya başladı. Taş toprakla dolu olan manej meydanını yavaş yavaş düzeltiyordu. (…) Yavaş yavaş oynanabilecek bir hâle gelen kışla meydanı ise Türk gençlerinin spor hayatında en kıymetli hatıralara zemin olmuştur. Denilebilir ki, bugünkü cereyanın beşiği stadyumdur.
(…)
Son zamanlarda stadyumun belediyeleştirilmesine dair şiddetli bir cereyan vardır. Ve bu cereyanın karşısında biraz böyle stadyum gibi muazzam müesseselerin pek büyük sermayeye, vasi (geniş) teşkilata muhtaç olması hasebiyle Aziz Bey’in birdenbire çekiliverdiğini gördük. Bu hâdise insanı, “Acaba stadyum işi, idaresi o kadar tatlı bir iş değil mi?” tarzında şüpheye bile düşürüyor. Nitekim bu İş Bankası’nın da bu teşebbüsten vazgeçtiğine dair bazı haberler işitiyoruz. Şu takdirde bir şehir stadyumu yapmak zaruriyeti bu sebepten kendini göstermiş oluyor demektir. Stadyum nasıl yapılmalıdır, nasıl idare edilmelidir, en münasip yer neresidir? Bunu da gelecek bir gün mevzu-i bahis edeceğim.”[11]
1920’lerin sonlarına gelindiğinde Taksim Stadı’nın eskiliğinden şikayetler artmaya başlamıştı. Bunda muhtemelen bu büyük yapının bakımının zorluğu da etkiliydi. 1930’da çıkan bir haberde artık yeni bir stadyuma ihtiyaç olduğu dile getiriliyordu;
“Stadyum İstanbul’un eski dertlerinden biridir. Şehrimizde spor hayatı, son 20 sene zarfında çok inkişaf ettiği, her sahadaki noksanlarımız az çok tamamlandığı halde stadyum meselesi bir türlü halledilememiştir. Avrupa memleketlerini bir tarafa bırakalım, Balkanlarda bile her büyük şehirde muntazam birkaç stadyum vardır. Halbuki şehrimizde bu tarzda bir tek stad bile yoktur.
Spor hayatı ilk başladığı zamanlarda bütün faaliyet Kadıköyü’ndeki İttihat Spor Klübü’ne münhasırdı. Burası saha itibariyle nispeten muntazamdır, yer çayırdır. Fakat asrî stadyumda bulunması lâzım gelen birçok tesisat burada yoktur. Şehirden uzaklığı dolayısıyla halk buraya rağbet etmemektedir.
Taksim Stadyumu, stadyumdan başka her şeye benzer. Burasının yegâne meziyeti şehrin merkezine pek yakın olmasıdır. Memnuniyetle haber aldığımıza göre belediye şehrin bu noksanını telâfi etmeye ve asrî bir stadyum inşa ettirmeye karar vermiştir. Bu hususta 3 fikir vardır.
1- Beyoğlu’nda Harbiye caddesindeki Ermeni mezarlığı
2- İstanbul’da Gülhane hastanesi altındaki bostanlar
3- Çukurbostan”[12]
Bu haberden tam bir sene sonra Taksim Stadyumu’nun kaldırılmasına yönelik eğilimin kuvvetlendiği, hatta yeni stadyumun da Yenibahçe’de yapılacağı yazılmaktadır;
“Şehir meclisinin son içtimaında stadyum meselesi hakkında hararetli münakaşa olmuştur. Âzâdan Halk fırkası reisi Cevdet Kerim Bey, gençliğin inkişafı için stadyumun -yeri nerede olursa olsun- bir an evvel inşa edilmesi lâzım geldiğinde ısrar etmişti.
Haber aldığımıza göre belediye şehir stadyumunu kat’i surette Yenibahçe’de yapmaya karar vermiştir. Bu hususta belediye riyasetinin kararı hakkında şehir meclisine bildirilecektir.
Belediye burasının şenlenmesi için bu civarda bir de sinema yaptırmayı düşünüyor. Haber aldığımıza göre Taksim Stadyumu’nun bulunduğu saha etrafındaki binalar yıkılarak burası arsa halinde satılacaktır. Binaenaleyh Taksim Stadyumu da yakında ortadan kalkacaktır.”[13]
Taksim Stadyumu’na dair önemli ayrıntılardan biri de Nazım Hikmet’in ilk futbol maçını burada izlemiş olmasıdır. O dönem “Orhan Selim” takma adıyla yazılar yazan Nazım Hikmet, Taksim Stadyumu’nu bambaşka bir açıdan ele alarak yazısında paylaşmıştır;
“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘ille de gidip Fener – Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Ben de kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol maçı denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı kırmızı yollu yollu gömlekler, öteki on birindeyse lâcivert sarı fanilalar. Ama yirmi ikisi de kısa pantolonlu ve kocaman ayakkabılı.
(…)
Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Her biri kendi partisinin çocuklarını teşvik eder, düşman tarafa küfrü basar bir durumda. Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine… Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi dersem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir mânâda, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim stadyomuna gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”[14]
Taksim Stadyumu’nda bir yandan maçlar oynanmaya devam ederken, bir yandan da yıkılıp yıkılmayacağı, yerine yeni bir stadyum yapılırsa nereye yapılacağına dair tartışmalar da sürmekteydi. 1930’lar boyunca süren stadın Belediye tarafından yıkılıp yeni bir stad yapılacağı söylenti ve tartışmalarına 1938 yılında bir katkı daha geldiğini görüyoruz. “Hem Nalına Hem Mıhına” başlıklı köşenin sahibi Abidin Daver (1886 – 1954), Taksim Stadyumu’nun yıkılsa bile yerine yapılacak yeni stadın yine bu bölgede olması gerektiğini, Yenibahçe’ye yapılacak stada insanların aynı yoğunlukla gitmeyeceğini iddia etmektedir;
“Taksim Stadyomu yıkılırsa, bütün Beyoğlu semti mevcud tek spor sahasından mahrum kalacaktır. Belediye Reisimiz, stadyomun Yenibahçe’de yapılacağını söylüyor. (…) Yenibahçe stadyomunun etrafındaki yangın yerleri dolmadıkça ve oraları şenlenmedikçe, Taksim stadyomunun bugün gördüğü rağbeti göreceğine inanamıyoruz. Halk, şehir stadına ancak çok mühim maçlar oynandığı zaman gidecektir, ikinci derecede müsabakalar için oraya kadar gitmek zahmetini ihtiyar eden az olacaktır. Bu düşüncemiz yanlış çıksa bile, İstanbul gibi büyük ve yayvan bir şehirde, yalnız bir stadyom, ihtiyaca asla kâfi değildir. (…) Bir ucu Yeşilköy’de, öteki ucu Kavaklar’da, gene bir ucu Pendik’te, diğer ucu Rami’de olan 800,000 nüfuslu bir şehirde, birkaç stadyom ihtiyacı temin eder mi? Belediye, büyük ve muhteşem şehir stadını, gene sevgili Yenibahçesine yaptırsın, fakat Beyoğlu tarafını da basit bir futbol sahasından mahrum etmesin.”[15]
1920’lerin sonunda Taksim Stadyumu’nun idaresini Beşiktaş ve Galatasaray takımları birlikte yürütmeye başlamıştı. 1929 yılında stadyumun hisselerinin bir kısmını alan Şeref Bey [Ahmed Şerafettin Bey (1894 – 1933)], bir süre sonra 1910 yılında yanan Çırağan Sarayı’nın yanındaki araziyi de alarak burada da bir stadyum inşa etme girişimlerine başlamıştı. Şeref Bey, 1933 yazında stadın açılışını göremeden vefat etti ve stadı onun adı verildi: Şeref Stadı. Şeref Bey’in ölümünün ardından varisleri, Taksim Stadyumu’nun ona ait olan hisselerini Güneş Spor Kulübü’ne sattılar. Güneş, Galatasaray’dan ayrılan bir grubun kurduğu bir spor kulübüydü. Bu ayrılık ve rekabetin oluşturduğu gerginliğe rağmen Taksim Stadyumu’nu birlikte kullanmaya başladılar. 1935 yılında iki takımın ilk kez karşılaştığı müsabaka da Taksim Stadyumu’nda oynanmış ve oldukça olaylı geçmişti.
Taksim Stadyumu’nun yıkılıp yerine İstanbul’un başka bir semtinde stad yapılacağı dedikodularının iyiden iyiye yükseldiği 1938 yılının Ağustos ayında, Galatasaray ve Güneş takımları dönemin başbakanı Celal Bayar’a stadyumun tadilattan geçirilip yenilenmesi ve stadın isminin “Bayar Stadyumu” olarak değiştirilmesini teklif etmişlerdi;
“Baş Vekâlet Yüce Katına,
Dileğimizdir:
(…)
Geçenlerde yüksek huzurunuzla şeref verdiğiniz Taksim Stadyomu’nun yar ağyara karşı çirkinliğini görmüş ve derhal mahalinde Türk büyük varlığına layık bir şekilde imar ve islahı için Yüksek iradelerinizi mes’ullerine tebliğ buyurmuş olduğunuzu şükranlarla haber aldık.
Malum-ı devletleridir ki senelerden beri Taksim Stadyom’unu Galatasaray ve Güneş kulüpleri hiçbir yardım görmeden mahdud [sınırlı] vasıtalarıyla idare ve idameye çalışmaktadırlar.
(…)
Kulüplerimizin ve İstanbul halkının spor ihtiyacını tatmin eden bu saha vaktiyle Fransız Emlâk şirketinden yapılan bir mukavele ile daha üç sene icarımızda [kiramızda] bulunacaktır. Bu vaziyetimizle, Yüksek iradenizden cesaret alarak sahanın ihyası için sahipleri bulunan Güneş ve Galatasaray kulüpleri lehine istimal edilmesine müsadenizi rica etmekteyiz.
Minnetle karşılamakta olduğumuz yardımınıza kulüplerimiz de bir miktar katarak Taksim Stadyomu’nu modern ve millî maçlarla yabancı temaslara ve Balkan olimpiyatlarına müsait bir şekle ifragını derpiş [şekle sokmayı göz önüne almayı] mütalaa etmekte ve kardeş kulüplerden Fenerbahçe ile Beşiktaş gibi bizlerin de müştereken bir sahaya sahip edilmekliğimizi rica ve istirhamındayız.
Şehrin en merkezî, halkın en mütekasif [yoğun], nakil vasıtalarının en bol telakisinde [buluşma noktasında] bulunan bu sahanın Türk gençliğinin idman ve seyircilerinin spor ihtiyaçlarını en kolay ve ucuz şekilde temin edecek vaziyette bulunan Taksim Stadı’nın gerek hükümet eliyle ve gerekse istirhamımızın is’af buyrulduğu [yerine getirildiği] vechile ihyası takdirinde yapılacak fedakârlığın az zamanda itfa edecek [sönümleyecek] kabiliyette olduğunu arz etmek isteriz.
Bununla beraber devletin nezareti altında imar ve ihya işi kulüplerimize tevdi buyurulursa kısa bir zamanda bu paha biçilmez lütfunuzun semeresine layık olduğumuzu izhar etmek [göstermek] en büyük ödevimiz olacağını arz ederken stada da “Bayar Stadyomu” nın tevsimine [isimlendirilmesine] yüksek müsaadelerinizi rica ve istirham ederiz.”[16]
Yıkım ve tadilat kararları arasında gidip gelinirken Taksim Stadyumu ilklere imza atmaya devam ediyordu. 9 Eylül 1939’da kışlanın saçaklarına asılan donanma ampülleri ve kirece batırılmış toplarla Türkiye’deki ilk gece maçı Taksim Stadyumu’nda oynanmış, Fenerbahçe’nin Pera’yı 4-2 yendiği bu ilk gece maçının ilk golünü Küçük Fikret [Fikret Kırcan (1919-2014)] atmıştı.
Taksim Stadyumu’nu yaşatma çabaları sürerken, İstanbul’un şehir planlamasının yeniden yapılması konusunda devletin iradesi de güç kazanıyordu. Bu doğrultuda 1935 yılında Fransız şehir plancısı ve mimar Henri Prost (1874 – 1959) ile anlaşılmıştı. İstanbul’a yeni bir çehre kazandırma yönünde çalışmalarını yürüten Prost’un hazırladığı planlar, Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’nün İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olarak atadığı Lütfi Kırdar döneminde hayata geçebilmişti. Ekim 1939’da kışla ve meydan Belediye’ye devredilmiş ve Prost’un tavsiyeleri uyarınca Taksim Kışlası’nın yıkım süreci de başlamıştı.
Uzun tartışmaların ardından Taksim Kışlası’nın yıkımına Nisan 1940’ta başlanmış ve ancak 1941 yazında tamamlanabilmişti. Türkiye spor tarihinde pek çok ilke ev sahipliği yapan Türkiye futbolunun gerçek bir stadyum niteliği taşıması bakımından ilk evi olan Taksim Stadyumu’nun 20 senelik hikayesi de böylece noktalanmış oluyordu.
—————————————————————————————————————————-