Fransa, 1998’de kendi evindeki Dünya Kupası’nda şampiyonluğa uzanırken, kadrodaki isimlerden biri de Marcel Desailly’ydi. Fakat onun hayallerindeki final ile gerçek senaryonun bazı farkları vardı…
Fransa 98… Birçok kişinin ağzından “İzlediğim en iyi kupa” cümlesini duymuşsunuzdur. Daha iyilerini izlediğinin düşünenler bile Fransa 98’in de hakkını verir, listelerinde ilk beşe sokarlar… Büyük yıldızlar, nevi şahsına münhasır takımlar, oyuncular… Aslında küreselleşmeye başlayan futbolda ‘eski dünyanın son kupası’ olabilir o Fransız yazında yaşananlar…
Fransa için daha da unutulmazdır. Euro 84 ülke spor tarihinin ilk ‘takım sporu’ zaferi olsa da Dünya Kupası, bütün kupalardan büyüktür ve Fransa, ilk büyük zaferi o yaz tatmıştır. Yine kendi evinde… Fakat o finalde ağzında acı bit tat kalanlar da vardır…
Fransız savunmacı Marcel Desailly, son dakikada golü atan kahraman olmayı düşlerken, neredeyse günah keçisi olacağı 12 Temmuz gecesini Capitaine (Kaptan) adlı otobiyografisinde anlatmıştı:
12 Temmuz 1998… Oyundan atılmış
Kırmızı kart. Oyundan atıldım! Dünya Kupası final maçında Saint-Denis’den Akra’ya kadar bütün dünyanın gözü önünde oyundan atıldım! İşte, bakışlarım yitik, başım öne eğilmiş, soyunma odasının yolunu tutuyordum. Halbuki son günlerimde bu Brezilya maçını Clairefontaine’de kafamda yüzlerce kez oynamıştım. Hatta bir çocuk gibi kendimi son dakikada gol atarken görmüştüm. Basile Boli’yi ve Milan’a attığı golü hatırlamıştım. Ama hiçbir zaman böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim: Hakeme itiraz ettiğim için hak etmediğim bir sarı kart, sonra da tehlikeli hareketten haklı bir ikinci sarı kart ve işte maçın bitmesine yirmi üç dakika kala oyundan atılmıştım.
Yirmi üç dakika çok uzundu. Brezilyalıların maça orta olması için yeterli bir süreydi. İlk yarıda Zizou’nun attığı iki gol, bize büyük bir avantaj sağlamış olsa bile oyundan atılmam dengeyi bozabilirdi. Şimdiden gazetelerden ‘biri’nin başlığını görebiliyordum: “Desailly yüzünden Fransa, Dünya Kupası’ndan oldu!”, “Desailly’nin hatası”…
Kurallara göre yedek kulübesinde oturamayacağım için tek başıma soyunma odasının yolunu tutuyordum. Kendimi toparlayıp üstümü başımı değiştirmem için birkaç dakika, sonra da çıkış tünelinin girişinden son dakikaları seyredecektim.
Bir adam beni takip etti. Futbol dünyasının hükümeti FIFA’nın bir delegesi:
– Bay Desailly, doping kontrolü için seçildiniz. Bürolarımıza kadar gelmeniz gerekiyor.
– Nasıl yani?
– Evet, beni izleyin.
– Bir dakika… Ben şimdi Dünya Kupası finalinden çıktım ve siz bütün bu saçmalıklarınızla canımı sıkıyorsunuz. Tamam, kontrole gideceğim ama daha sonra… Şimdi maçı izlemeye gidiyorum.
– Olmaz, benimle gelmeniz gerek. Yönetmelik böyle.
– Benim sorunum değil! Canımı sıkmayın!
Beni durdurmaya, gitmeme engel olmaya çalıştı. O kadar sinirlenmiştim ki en ufak hareketi ya da bakışı yumruğu patlatmam için yeterli olacaktı. Fransa Milli Takımı yöneticilerinden birinin araya girmesi de durumu değiştirmeyecekti: Sade bir seyirci olarak da olsa maçın sonunu kaçırmam söz konusu bile değildi! Arkadaşlarım avantajı korumaya çalışıyorlardı ve ben onları ikinci kez yalnız bırakamazdım!
Çıkış tünelinin oradan sahanın yalnızca bir kısmını görebiliyordum. Aşağıda, solda Fabien Barthez’in kalesine hücum eden Brezilyalıları görebilmem için bayağı eğilmem gerekiyordu. Biraz sonra Manu Petit’nin üçüncü golümüzü atmasını görebilmem için bu kez aynı tarafa sağa doğru!
Oyundan atılmam tadımı kaçırmıştı. Son düdüğün çalınacağı an sahada olmanın o eşsiz hissinden beni yoksun bırakıyordu. Olayı sanki bir yedek oyuncu, hatta bir seyirci gibi yaşıyormuşum hissine kapılmıştım. Sevincim kursağımda kalmış, tadım kaçmıştı. Nihayet yeteri kadar gürültülü olabilen bir stadın karmaşasında sahadaki arkadaşlarımın yanına dönme zamanı geldiğinde, neredeyse bir saat boyunca onlarla beraber oynadığımı unutmuştum bile! Maçın skoru şaşırtıcıydı: bu maç beklediğimiz kadar zorlu geçmemişti, maç boyunca Brezilyalılar üstünlüğümüzü engelleyememişti. Aime Jacquet, rakibin en tehlikeli silahları olan Roberto Carlos ve Rivaldo’yu durdurmak için harika bir taktik geliştirmiş ve oyunu Brezilyalıların en zayıf noktası olan, ilerlemiş yaşı yüzünden ağırlaşmış Dunga’nın olduğu orta sahanın ortasına doğru yönlendirmişti.
İlk olarak kiminle kucaklaşacağımı bilmeden sahaya daldım. Güney Afrika maçında bize rahat bir soluk aldıran golü atan Christophe Duggary gözüme çarptı. Ağlıyordu ve bu görüntü beni üzdü. Daha önce şampiyonluk kazanan bir oyuncunun bu kadar ağladığına tanık olmamıştım. Bu gözyaşları onun kişiliğiyle uyuşmuyordu. Duga kendine has biriydi. Hem ‘sert adam’ havalarındaydı hem de takım arkadaşlarını eğlendirmekte bir numaraydı. İşte onu böyle ağlarken düşünemiyordum. Ama şimdi, burada gözyaşlarına boğulmuştu. Sinirleri boşalmıştı, gözyaşları geçen haftalarda çektiği acıları açığa vuruyordu: Wild card’ı bekleyiş, haksız eleştiriler, dizinden geçirdiği sakatlık ve tüm bunların karşılığı olarak, Aime’nin güvenini boşa çıkarmamış olması, aramızda olmanın mutluluğu.
Ve işte eski dostum Didier (Deschamps). O da ağlıyordu ama onunki Duga’dan farklıydı. Heyecandan elleri titriyordu. Budalaca gözükebilir ama Seth’in öldüğü gün olduğu gibi, başımıza geleni anlamak için Blanchard’ı bulup elini sıkmalıydım:
– Dünya Kupası’nı kazandık Didier! Dünya Kupası!
– Evet Marcel, Dünya Kupası!
Oyuncular eşi benzeri görülmemiş bir itiş kakışın içindeydi. Herkes kupayı almak için şeref tribününe çıkmak istiyordu. Tabii ki kaptan olarak önce Didier çıkacaktı. Ama onun arkasından kim çıkacaktı? Bunun için rekabet had safhadaydı! Birbirimizi gülümseyerek itiyor, çekiştiriyor, sıranın önüne geçmek için mücadele ediyorduk, biraz dirseklerimizi kullanıyorduk:
– Önce ben!
– Hayır ben!
– Hayır, hayır, bekleyin çocuklar, böyle olmaz ama…. Didier’den sonra ben!
Teknik heyet hemen basamakların orada toplandı ve Jacques Chirac’ın huzuruna çıkma sırasını bekledi… Deschamps, Blanc, Desailly, Zidane…
Kupa elden ele geçti. Zar zor ayakta durduğumuz zeminin diğer yanında kupanın konulduğu masanın diğer yanından Chirac ve Başbakan Lionel Jospin alkışlıyorlardı. Seyirciler şarkılar söylüyordu. Stadın hoparlörlerinden Yıldız Savaşları’nın müziği yayılıyordu. Evet, biz artık futbol gezegeninin krallarıydık.