Futbol kulüpleri, o kulübün taraftarları için ‘futbol kulübü’ kavramından daha fazlasını ifade eder. Her ne kadar kulüpler son yıllarda ‘şirket’ olmanın büyüsüne kapılsalar da; tribündekiler için hâlâ sıcak bir aile ile eş anlamlılar. Ve her ailenin de bir ‘ev’e ihtiyacı vardır.
Futbolda ev metaforu için en uygun yer de tabi ki stadyumlardır. Kendi stadında oynayan takıma boş yere ‘ev sahibi’ denmez. Taraftarını arkasına alan takım evindedir, ailesiyle beraberdir. Fakat her aile gibi, camialar da ara sıra evlerini değiştirir. Kulüpler, neredeyse 100 yılı aşan tarihleri boyunca birkaç kez taşındı veya evlerinde ufak tadilatlar yaptı. Son 20 yılda bu durumla daha sık karşılaşsak da 1950’ler,1960’lar ve hatta daha öncesi de bu tip hikâyelerle dolu. Yine de bu kadar taşınmanın olduğu yerde aslında her kulübün özdeşleştiği bir adres olur. Arsenal, Highbury’de 2000’den fazla maça çıktıktan sonra bavulunu topladı. Atletico Madrid, Vicente Calderon’da 50 seneden fazla süre geçirdi. 100. yılına yaklaşmak üzere olan San Siro, yıllarca hem Milan’a hem Inter’e ev oldu. Örnekler çoğaltılabilir…
İşte belki de bu noktada, Avrupa’nın ve hatta dünyanın diğer köklü kulüplerinden ayrılan bir takım var; Galatasaray! Sarı-Kırmızılı takım zaten kuruluş hikâyesi nedeniyle bile bir dezavantaja sahip. Birçok kulüp bulunduğu şehre veya semte ait olup, o mekânları ‘doğuştan’ evi bellerken; Galatasaray dört duvar arasına, Mekteb-i Sultani’ye sıkışmıştı. Taksim, Galatasaray için özeldi belki ama Taksim aynı zamanda tüm İstanbul’a aitti. Kozmopolit bir semtin, hatta bir semtten öte ticaret ve eğlence merkezi bir bölgenin, bir futbol takımıyla özdeşleşmesi kolay değildi.
Zaten Galatasaray camiası da bu konuda ısrarcı değildi. Lise ve onun havzası ilk yıllar için yeterliydi. Fakat yine de bir stadyum Galatasaray’a ‘merkez’ yaratma konusunda yardım edebilirdi. Bu konudaki ilk çalışmalar 1930’lu yıllarda başladı. O zamanlar şehrin dışında kalan Mecidiyeköy’deki arazi Galatasaray’ın gözüne takılmıştı. 1940’larda yapılan inşaatla Galatasaray maçlarını orada oynamaya başladı. Ama pek beklendiği gibi olmadı. Şehre uzak olan ve çok fazla rüzgâr alan bu stadyum tartışmaları da beraberinde getirdi. Galatasaray, Mecidiyeköy’ü adeta sürgün gibi gördü ve sevdasından çok çabuk vazgeçti. Üstelik aynı yıllarda şehrin en işlek noktasında Mithatpaşa Stadı açılmıştı. Mektep öğrencileri için Gümüşsuyu’ndan aşağı inmek çok daha cazipti. Galatasaray, maçlarını Dolmabahçe’de oynamaya başlayınca da kendisine hususi bir ev yaratma konusunda ısrarcı olmadı.
Fakat Mecidiyeköy’deki arazi de hiçbir zaman unutulmadı. Galatasaraylı yöneticiler, 1961 yılında stadın üst kullanım hakkını elde etti. Hummalı bir yenileme çalışmasının ardından zamanın şartlarına uygun bir stadyum İstanbul’a kazandırıldı.
Talihsiz Türkiye-Bulgaristan maçıyla (1964) kapılarını açan ve adını Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen’den alan yeni stadyum, bir süre Sarı-Kırmızılı takımı sırtlasa da ayrılık vakti yine çabuk geldi. Sarı-Kırmızılılar 1972’de tercihini yeniden Dolmabahçe’den yana kullandı.
Yazının bu bölümüne kadar tarihsel bilgiler vermemiz boşuna değil. Amacımız Ali Sami Yen Stadı’nın tarihini anlatmak olmasa da stadın Galatasaray ile ilişkisini doğru çözümlemek gerekiyor. O nedenle hem 1972’ye kadar uzanan ‘göçebe’ yıllar hem de 1972 tarihi kulüp-stadyum ilişkisi bakımından kritik bir noktada yer alıyor.
14 Senelik Çile
Galatasaray, 1972’de üst üste ikinci kez şampiyon olmuştu. Bu; 1959’da başlayan profesyonel ligdeki beşinci zaferdi. Ertesi sezon İnönü Stadı’na geçildi ve takım orada altıncı şampiyonluğunu kazandı. 15 senede altı şampiyonluk hiç fena değildi. Yanında da beş tane Türkiye Kupası gelmişti. Buna rağmen Galatasaray; İstanbul sokaklarında ve tribünlerde rakiplerinin gölgesindeydi. Suyun karşı tarafındaki Fenerbahçeliler de, aşağı mahalledeki Beşiktaşlılar da sayıca ‘liselilerden’ fazlaydı. Galatasaray, başarılarına rağmen taraftar sayısını arttıramıyordu. Belki arttırmak gibi bir gayesi de yoktu. Ne de olsa başarılar geliyordu ve kalabalığa ihtiyaç yoktu.
Fakat 1972 milat oldu. Bu seneden sonra başarılar kesildi. Galatasaray Ali Sami Yen’i terk ettikten sonra uzun bir sessizliğe kapıldı. Bu dönemde Fenerbahçe İstanbul’un en başarılı takımı olurken, ona Karadeniz’den Trabzonspor eşlik etti. 1973-1986 arasındaki 12 sezona bu ikili damga vurdu ve araya sadece bir kez Beşiktaş girebildi. Beşiktaş da en az Galatasaray kadar başarısızdı ama rakibinden farklı olarak bu başarısızlık semt sokaklarından İstanbul’a yayılan ve iki haftada bir Dolmabahçe’de patlayan bir sevgiye dönüşüyordu. Galatasaray’da ise sorunlar artarken kulübe omuz verecek, enerji katacak bir taraftar kitlesi oluşamıyordu. Tüm yük liselilerdeydi ve onlar da İnönü tribünlerinde sayıca az kalıyordu.
Galatasaray, 1981’de Ali Sami Yen Stadı’nı yeniden hatırladı ama onu bir ‘mabed’ olarak kullanmayı düşünmedi. İnönü’de oynanacak maçların antrenman sahasıydı sadece. Zaten stadın zemini de elverişli değildi. Bir müddet daha Dolmabahçe-Kadıköy arasında gidip gelen Galatasaray, 1986’da kendi stadına geçmeye karar verdi.
Kupalı ve Taraftarlı Yıllar
Türkiye’de futbol devriminin ilk adımı olarak sayılan Jupp Derwall, İstanbul yıllarını anlattığı kitabı sayesinde birçok tartışmaya sık sık referans olur. Bunun zirvesi de, Alman teknik direktörün Florya’yı ilk gördüğünde aklından geçenleri yazdığı satırlardır. Fakat Ali Sami Yen Stadı hakkındaki ilk düşünceleri sayfalara yansımaz. Kitapta öyle bir pasaj yoktur! Stadyum, bakımda olduğu için Derwall’in ilk aylarında kapalıdır. Onun dikkatini daha çok Dolmabahçe ve Kadıköy’ün bozuk çimleri çeker.
Yine de Derwall, ilk günlerinde sadece tesisleri gözlemlemez. Galatasaray’ın eksik olduğu noktayı da kısa sürede keşfeder. Bu tesadüfen olur ama kitabında yer vermekten kaçınmaz.
Takımını bir türlü istediği seviyeye çıkaramayan Derwall, eleştirilerin yoğun olduğu bir dönemde yardımcısı Mustafa Denizli ile bir akşam gezmesine çıkar. İkili bulundukları mekânda sohbet ederken yanlarına Galatasaraylı bir iş insanı gelir ve muhabbete katılır. Üçüncü kişi, kötü sonuçlar ve taraftar tepkisi nedeniyle mutsuz olan ikiliye moral vermek ister ve onlara bir konuşma yapar. Konuşmanın sonunda ise “Kitle bizi niye ilgilendirsin ki? Galatasaray biziz. Biz High Society’iz” der. Derwall o konuşmanın ardından aklından geçenleri kitabında şöyle anlatır:
“Aylardan beri bizi meşgul eden pek çok soru ve sorunun cevabı ile çözümü işte buradaydı. Gerçek, Galatasaray’ın yıllar boyunca en sadık taraftarlarıyla temasını kaybetmiş olmasıydı. Sadece İstanbul’da değil, tüm ülkede böyleydi. Yaşamlarının anlamı futbol olan, tüm sevinç ve sevgilerini futbolda bulan taraftarlarıyla teması kalmamıştı takımın… Galatasaray’da ateş daha tutuşup korlaşmadan sönmüştü.”
Tabi ki bu değerlendirmeden ilk etapta bir stadyum eksikliğini çıkarmak haksızlık olur. Galatasaray’ın bugün bile içinde olduğu bazı buhranları anlatır bu paragraf. Fakat bugünkü Galatasaray ile 80’lerdeki Galatasaray arasında temel bir fark vardır. O da başarıdır! O dönemde Türkiye Ligi şampiyonluğu çok özlenmişti. Avrupa başarıları ise hayal dahi edilemiyordu.
Bir şeylerin değişmesi gerekiyordu ve önce adres değişti. Uzun süren kıtlık devam ederken, Galatasaray 1986-87 sezonunda evine döndü.
Bu dönüş uğur getirir. Kulübün 14 yıllık hasreti o sezon sona erer. Şampiyonluk, son hafta Ali Sami Yen Stadı’nda oynanan ve 2-1 sona eren Eskişehirspor maçıyla gelir. Oldukça zorlu ve stresli geçen unutulmaz karşılaşmada Sarı-Kırmızılı oyuncuların en büyük motivasyonu taraftarlardır. Yeni ev, Galatasaray’ın güç kaynağı olur ama diğer yandan rakipler için de korkutucudur. Zira Beşiktaş, lider götürdüğü yarışta avantajını Ali Sami Yen Stadı’nda oynadığı Denizlispor maçıyla kaybetmiştir! Siyah-Beyazlılar o sezon Mecidiyeköy’de ev sahibi olduğu maçlarda beş puan bırakır. Mecidiyeköy Galatasaray’ı çok sevdiği gibi, Beşiktaş’ı da sevmez ve bunu o sezondan belli eder.
Galatasaray artık evine kavuşmuştur. Devamında da Türkiye futbolunda Sarı-Kırmızılı yıllar başlar. 1987-2010 arasındaki dönemde; yani Sami Yen’e veda edilene kadar Galatasaray 11 şampiyonluk kazanır. Ayrıca Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali, başarılı Şampiyonlar Ligi serüvenleri ve tabi ki UEFA Kupası hep bu dönemde yaşanır. Ali Sami Yen Stadı, unutulmaz maçların arka fonu olmaktan daha fazlasıdır. O başarıların bir parçasıdır.
Ali Sami Yen Stadı, Galatasaray için bir stadyumdan eve, evden mabede dönüşür. Zaman zaman yenilgiler de yaşanır, kötü sezonlar da… Taraftarlar da stadı her zaman tıka basa doldurmamıştır. Bazen kötü giden sezonlarda tribünler boş kalırken, bazen de, 1999-2000 sezonunda olduğu gibi, kanıksanmış başarılar taraftarların maç seçmesine neden olur. Fakat her ne olursa olsun Galatasaray camiası 80 yıllık arayışın ardından bir araya gelebileceği, üzüntülerini ve sevinçlerini paylaşabileceği bir yere kavuşmuştur.
Sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin dahi en kaotik, sevimsiz ve iç karartan semtlerinden biri olan Mecidiyeköy, iki haftada bir kasvetli havasından ve gri renginden kurtulup sarı-kırmızıya boyanır. Galatasaraylı taraftarlar her maç günü Sami Yen’e büyük bir sevinçle gider ama o taraftarların çoğu maç olmayan her gün Mecidiyeköy semtinden nefret eder. İşi olmayan oraya yolunu düşürmez. Maç günleri dışında oraya uğramak istemez. Böyle bir durumun belki de eşi benzeri yoktur.
Taraftarlar için sahadan çok tribün önemlidir. Galatasaraylı taraftarlar için de kapalı tribünün yeri başkadır. Aslında çoğu maçta Galatasaray tribünleri çok ateşli değildir ama sesleri her zaman gür çıkar. Bunun nedeni de özellikle kapalı tribünün muhteşem akustiğidir. Neredeyse 10 kişinin bağırmasıyla bile sahaya yüksek bir ses iner. Paolo Maldini’ye yakıştırılan ama gerçekliği olmayan “Kimse beni bu stadyumda 25 bin kişinin olduğuna inandıramaz” sözü aslında bir bakıma doğrudur. Zira gerçekten; olması gerekenden daha fazla ses sahaya iner. Bu durum İnönü Stadı’nda da mevcuttu. İnönü Stadı’nın tam ortasında yer alan kutuya girecek 15 kişi, rakiplere deplasmanı yaşatırdı. Bu da bir tesadüf değildir; zira her iki stadyumun projesinde de aynı mimarlar çalışır.
Paolo Maldini belki o sözü söylemedi ama Sami Yen’den yenilgilerle ayrıldı. Stadın ateşinden zarar gören tek yabancı takım oyuncusu da o değildi. Real Madrid, Barcelona, Manchester United gibi takımlarda oynayan üst düzey futbolcuların Mecidiyeköy’de adeta elleri kolları bağlandı. Muhakkak Galatasaraylı futbolcuların yetenekleri ve taraftarların performansı skorlarda etkilidir ama stadın koşulları da Avrupalılara hoş gelmemişti. Daracık sokakların içinden, yoğun trafiğin ardından ve sis bulutlarının arasından girilen stadın soyunma odaları da, koridorları da Avrupa ayarında değildi. Bir futbol takımının konsantrasyonunu bozacak her türlü detay Mecidiyeköy’de saklıydı. Galatasaray da bu avantajı çok iyi kullandı.
Değişim Zamanı
Ali Sami Yen Stadı, Galatasaray’a başarılarında çok yardım etti. Birbirlerini geç bulan iki sevgili gibiydiler. Fakat sonra devir değişti ve sevgililerden biri yenilik istedi. Eskiyen stadyum, diğer tarafın taleplerini karşılamıyordu. 2001 yılında stadını yenileyen ezeli rakip Fenerbahçe, Kadıköy’de üst üste derbi galibiyetleri elde etmeye başlamıştı. Galatasaray hem ikili maçlarda rakibini yenemiyordu hem de şampiyonlukları kaptırıyordu. Bu durum özellikle yeni kuşak Galatasaraylılarda bir stadyum isteği doğurdu. Kulüp de daha fazla gelir getiren bir stadyum arayışındaydı.
İşin bu noktası bürokratik meseleler barındırıyor. Mecidiyeköy semti aslında stadyum yapıldıktan sonra şekillenmiş, hatta stadyumun duvarlarına kadar dayanmıştı. E-5 viyadüğünden Yeni Açık tribününe atlamak, gözü pek çocuklar için biletsiz giriş yöntemiydi. Haliyle orada geniş bir stadyum yaratmak mümkün değildi. Üstelik bir stadyum inşaatı şehrin önemli bir merkezini ve dolaylı olarak tüm şehri felç etmeye yeterdi. Ama daha önemlisi Galatasaray’ın yeni stadyum için maddi gücü yoktu. Stadın bulunduğu arazi çok değer kazanmıştı. Her ne kadar o değeri kazandıran Galatasaray olsa da, artık Mecidiyeköy için başka planlar vardı ve o planlarda Galatasaray’a yer yoktu. Göç yolları gözükmüştü. Şartlar kalmak için müsait değildi belki ama kalmak için pek çaba da sarf edilmemişti. Galatasaraylı taraftarların büyük bir kısmı Mecidiyeköy’den kurtulduğu için seviniyordu. Ne olsa orası Kadıköy ve Beşiktaş gibi bir anlama sahip değildi. Seyrantepe’de yapımına başlanan stadın çalışmaları, onlarca kamera aracılığıyla internetten yayınlanıyor ve heyecan dolu taraftarlar her can sıkıntısında bilgisayarlarından şantiye alanına bakarak hayal kuruyordu.
2011 yılında beklenen ayrılık gerçekleşti. Galatasaray, Ali Sami Yen Stadı’ndan ayrıldı. Aradan geçen dokuz senede başarı kısmında çok büyük bir eksilme olmadı. Yeni stadyumda beş şampiyonluk daha kazanıldı. Fakat bir ev hissi yaratıldı mı; emin değiliz. Taraftaralar orayı benimsedi mi? Sanmıyoruz. Gerçi Mecidiyeköy için de işler çok kolay olmamış, çok uzun senelerin geçmesi gerekmişti. Ama en azından taraftarlar maç günlerinin tamamını bir noktada geçiriyordu. Orada bir araya geliyor, yemek yiyor, sohbet ediyor ve günün sonunda maça giriyordu. Gerçek bir evdi. Seyrantepe ise daha çok metroyla gidilip, 90 dakika maç izlendikten sonra hemen geri dönülen bir ofis gibi. Taraftarlar sanki yeni stadyuma aileyle zaman geçirmek isteyen bir evlat gibi değil de vazifesini yaparak mesaiyi hemen bitirmek isteyen bir memur gibi geliyor!
Zaten aradan geçen 9 senede bile ‘Galatasaray’ın evi’ dendiğinde; hatta yeni stadın ismi olmaya devam etmesine rağmen Ali Sami Yen Stadı dendiğinde akla, Marshall yazan çatısıyla, Numaralı’da tüten bacasıyla ve kırmızı koltuklarıyla tek bir yer geliyor. Zihinde beliren bu imge boşuna olmasa gerek…