FA Cup, futbol tarihinin en karizmatik organizasyonlarından biri. 1800’lere dayanan köklü turnuva, farklı stadyumlarda gözlerini açsa da Wembley’le birlikte yuvasını buldu.
The English Game, aslında oyunun tarihine biraz merakı olanlar için çok da yeni şeyler anlatmıyor. İskoçların pas oyunundaki rolünden tutun da işçi sınıfının olaya dahil olmasına kadar… Fakat o ana kadar merakı olmayıp da diziden ilham alanlar olduğunu düşünürsek sevimli bir yapım olarak görebiliriz, olaylar tam da gerçeği yansıtmasa da…
İngiliz futbolunun emekleme dönemini anlatan yapımda, karşımıza çıkan temellerden biri de The Oval olarak bilinen stadyum. 1845’ten beri ülke sporuna hizmet veren spor alanı, bugün kriket maçları için kullanılsa da geçmişte çetin futbol müsabakalarına sahne olmuşluğu var. 1870’te İngiltere’nin oynadığı ilk milli müsabaka olan İngiltere-İskoçya maçı bu tarihi anlardan biri. Daha da önemlisi ise Britanya futbolu dendiği anda aklıma gelen o karizmatik organizasyon, FA Cup’ın ilk finali var tabii. 1872’de Wanderers ile Royal Engineers arasındaki ilk final The Oval’da oynanmış. Yıllarca farklı stadyumlar görsek de The Oval sık sık FA Cup Finali için çıkılan saha olmuş. FA Cup, İngiliz futbolunun temel taşlarından biriyse, The Oval için de ‘ilk ev’ dememiz yanlış olmaz herhalde…
1920’lerde ise daha ihtişamlı bir yuva inşa ediliyor: Wembley… Britanya İmparatorluk Sergisi için düşünülen projenin bir parçası olarak yapılan Wembley, güç gösterisinin daha da anlam kazanması için büyük bir törenle açılışını yapıyor: 1923 FA Cup Finali. Hem Londra ahalisi hem de diğer şehirlerden trenle şehre gelen binlerce insan, Wembley’e akın etmiş ve saha içine kadar taşan bu kalabalık, rivayete göre 300 bin insana kadar ulaşmış. Bolton ile West Ham arasındaki finali Bolton kazansa da 90 dakika tarihe oynanan oyundan çok sahadaki kalabalık ve o izdihamı dağıtmaya çalışan polis memurları ile geçmiş. Özellikle de iki ortak önplanda: Polis memuru George Scorey ve atı Billie…
Diğer atlara göre daha açık renkte olan Billie, dönemin siyah beyaz gazetelerinde yer alan fotoğraflarda daha çok dikkat çeken ‘kahraman’ olunca ABD’liler kadar olmasa da ‘doğru sıfatı’ bulma konusunda hiç de fena olmayan İngilizler, futbolun evi olacak Wembley’deki ilk finale ‘White Horse Final’ (Beyaz At Finali) adını yapıştırmış ve bugün bile anlatılan masalın başlığını atmış…
British Pathe ve diğer İngiliz yayıncılar sağ olsun, çektikleri görüntülerle bizi 1920’lere bile götürseler de bu dönemde bir FA Cup Finalini 90 dakika izlemek tabii ki çok zor. Ama 90 dakika çağına kadar dikkat çeken bir diğer finali de analım: 1927’de Galler takımı Cardiff, Arsenal’i 1-0 geçerek İngiltere dışından kupaya uzanan ilk ve tek takım olmayı başarıyor…
30’lar, savaş dönemi falan derken nihayet futbolun dünyaya yayılmaya başladığı 50’lere geldiğimizde FA Cup Finalleri’nin Wembley’de bir ritüele dönüştüğünü görüyoruz. Hatta 1945’teki Fransa maçıyla birlikte, görkemli stadyum İngiltere Milli Takımı’nın da ‘resmi evi’ oluyor.
1950’lerin başka bir önemi daha var… İngilizlere minnet duygusu ile bilgisayarımızın başına kurulup, tarayıcımızı açıp, basit bir aramayla FA Cup Finallerine ‘full match’ olarak ulaşabiliyoruz. 1953’ten itibaren 2000’lere kadar izlediğim ve kendimi Wembley’in karizmasına, maç öncesi kraliyet seremonisine, futbola ya da maçın hikayesine kaptırdığım finallerde sıra…
Emekleme
1950’ler, modern futbolun emekleme dönemiydi diyebiliriz. Yeni sistemler, o sistemleri uygulayan ülkeler, uluslararası turnuvalar… Çeşitlilik artmış, yeni yıldızlar çıkmaya başlamıştı… İngilizler ise oyunun büyük figürlerinden birine sahipti zaten: Stanley Matthews. Meşhur kanat oyuncusu, saha içinde gençlere ilham verdi, saha dışında reklam yüzü oldu, imza hareketi futbol literatüründeki yerini aldı… Hatta Ballon d’Or ödülü 1956’da ilk kez verildiğinde, kazanan 41 yaşındaki Matthews olmuştu. Bu, kuşkusuz o sezonki performansından çok o güne kadar yaptıklarına sunulan bir minnetti… Altın Top’tan üç yıl önce ise 38 yaşında ülkenin tarihine bir imza daha bırakmıştı. Hem de İngilizlerin uzun yıllar Dünya Kupası kadar prestijli gördüğü FA Cup Finalinde.
1953’te adres yine Wembley, rakipler ise Blackpool ve Bolton Wanderers’tı. Blackpool maçı 4-3 kazandı, Stan Mortensen, FA Cup Finali’nde hat trick yapan ilk futbolu oldu ama final, özellikle ikinci yarıdaki inanılmaz oyunuyla Matthews ile anıldı: Matthews Final…
1953 Finali, 90 dakikasını izleyebildiğim ilk FA Cup Finali olmasının dışında Matthews’un farkını anlamak için de iyi bir deneyim. Dönemine göre dripling kabiliyeti, yaşına göre -hele de o dönem için 38 çok çok ileri bir yaş- hızı ve İngiliz futbolunda yetişmiş kanat oyuncularının tehlikeli orta atabilme potansiyellerinin 1950’lerde bu adamlara kadar dayandığını görmek adına özellikle Matthews’un ikinci yarıdaki performansı çok kıymetli…
İngilizler, İtalyanlar ya da İspanyolları göz önünde bulundurduğumuzda yabancı futbolcu hususuna çok da sıcak bakmadılar. 1970’lerin sonunda Deyna, Ardiles ya da Villa gibi oyuncular tek tük karşımıza çıkıp öncü olsalar da henüz daha savaş öncesi dönemde soyağacından yararlanarak birçok Arjantinliyi daha sonra da Brezilyalı yıldızları ülkeye getiren hatta vatandaş yapan, Avrupa’nın öne çıkan futbolcularına paralar dağıtan İtalyanları düşündüğümüzde daha ‘yerli ve milli’ kaldılar. Tabii Ada’daki diğer ülkelerin oyuncularını diledikleri gibi kullanmakta da bir sıkıntı görmediklerini de unutmamak lazım. Yine de 1950’lerde ilginç hikayesi ile Britanya futbol aleminde ses getiren bir yabancı vardı: Bert Trautmann.
İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düşen bir Nazi askeri olan Trautmann, filmlere konu olan hikayesinin dönüm noktasında İngiltere topraklarında futbol oynamaya başlamış ve onu Manchester Ciy’nin kalesine götüren yola koyulmuştu. Trautmann, bugün dahi birkaç maçını izlediğinizde çevikliği ve cesareti ile diğer 50’ler kalecilerinden farklı olduğunu görebiliyorsunuz. Alman kalecinin en ikonik imzalarından biri de Wembley’de…
Bir sene önce aynı stadyumda Newcastle’a finali kaybeden City, 1956’da Birmingham City karşısına çıkmış ve maçı 3-1 kazanmıştı. Maçın hikayesini yazan ise Trautmann’dı. Birmingham’lı Peter Murphy ile çarpışan ve boynu kırılan Trautmann’ın oyuna devam etmesi üstelik de hücumcuları engellemek için uğraşmayı sürdürmesi, kahraman olması için zaten yeterli sebepler. Ama maçı izlediğinizde isabetli degajlarıyla ayağını kullanabilen kalecilerin 2018’de ortaya çıkmadığını sadece daha da çoğaldığını anlayabilirsiniz… Sıradan bir futbol izleyicisi için 1950’lerin oyununa katlanmak biraz zor olabilir ama sadece Trautmann performansı için bile denemeye değer…
Ayağa Kalkış
4-2-4, dört merkezli 4-4-2, 4-3-3 ya da Katenaçyo… 1960’lar futbolda yelpazenin açılmaya başladığı dönemdi. İtalyanlar oyuna yavaş yavaş kondisyonu da katmaya başlıyor, Almanlar dayanıklılık ve azim derslerini geliştiriyorlardı. İngiltere toprakları ise iki ‘antrenör takımının’ yükselişine tanıklık ediyordu. Shankly’nin Liverpool’u ve Don Revie’nin Leeds United’ı…
1960’lara 2. Lig’de giren iki takım da önce 1. Lig’e çıktı sonra da ligin dişli takımları olmayı başardılar. Ama onlardan önce kral koltuğunda Matt Busby’nin Manchester United’ı vardı. 1958’de trajik bir kazayla büyük darbe almasına rağmen ayakta kalan United, 1968’de Wembley’de Benfica’yı yenerek Avrupa’nın en büyüğü olmuştu. 1963’te ise Wembley’e bu sefer FA Cup Finali için çıktılar ve Leicester City’yi 3-1 yenerek prestijli kupanın sahibi oldular.
Bobby Charlton gibi öncü bir oyuncuyu izlemek benim için her daim büyük keyif. Bu maç da ‘Sör’ün döktürdüğü maçlardan biri. Sahanın her yerinde ve henüz daha 1960’larda bunu başarabilen bir oyuncusu izlemek harika. Bir de Dennis Law’un performansı eklenince keyif katlanıyor. Üstelik birkaç yıl sonra Leed United’da merkez orta saha olarak ses getirecek Johnny Giles’ın 7 numarayla sağ kanat günlerine de tanıklık edebilirsiniz. Leicester City’nin kalesinde de Gordon Banks’i izleme fırsatınız da var…
1965’teki ‘çıkış yapanların’ finalini, Liverpool-Leeds United maçını ayrı bir yere koyabilirim. Belki harika bir 90 dakika yok ama uzatmalarda atılan üç gol ve takımların hikayeleri ile birleşince önemli bir final, en azından benim adıma… 1966 Finali ise Everton’ın geriden gelerek 3-2 kazandığı ve bugün bile en iyi finaller listesinde üstlerde görebileceğiniz bir maç. Maç sonunda Wembley’e inen taraftarlar da cabası. Beni diğer iki final kadar etkilemese de etkilenenlerin sayısı az değil…
Sürprizler
Uzun saçlar, uzun favoriler, ilginç bıyıklar, şık eşofman takımları… 1970’lerin FA Cup Finalleri sırf bunlar yüzünden bile henüz o başındaki seremonilerden itibaren benim için ilgi çekici. Oynanan maçlar ve futbolseverler üzerinde bıraktığı etkileri de dikkate aldığımızda masallaştırılan birçok maç var. 1971’de Arsenal’in Liverpool’u yendiği final, Charlie George’u bir Arsenal kahramanına dönüştürüyor. 1972’de Leeds-Arsenal finali için benim için ayrı bir yerde. İngilizler yine arşiv kabiliyetlerini başka bir seviyeye taşımış ve maçın bir long play’ini basmışlar. Plağı yuvasına yerleştirip, maçı da ekrana yansıtıp FA Cup ziyafeti çekmek… Birkaç kez tekrarladığım bir keyif seansı. Belki mücadele futbol anlamında çok fazla şey vadetmiyor ama Billy Bremner ve Alan Ball’un orta sahada üstünlük kurma çabaları ve zaman zaman yükselen tempo da azımsanmayacak bir heyecan veriyor…
Ama 70’lerin ilk yarısındaki ‘en iyi senaryo’ ödülümü alan final, 1973’te Sunderland-Leeds arasındaki mücadele. Leeds United, Revie ile 1960’ların sonunda zirveye çıkıyor ve 70’leri de aynı seviyede sürdürüyor. Norman Hunter ya da Bremner tarzı ‘itici’ diyebileceğimiz oyunculara sahip olsalar da başardıklarını takdir etmek gerekiyor. İşin ilginci ise bu başarılarını Avrupa’ya da taşıma fırsatını iki kez ele geçiren Leeds United’ın önce Milan sonra da Bayern Münih karşısında kaçırması. Daha da ilginci ise iki maçta da üstün olmalarına rağmen İngiltere’deki ‘kötü çocuk’ rolünün tam aksine Milan ve Bayern Münih tarafından sahnelenmesi. Bir de 1973 FA Cup Finali var…
İkinci Lig’den finale kadar uzanan Sunderland, ligin ağababası Leed United’ı 32. dakikada gafil avlıyor ve 1-0 öne geçiyor. Maçın kalan bir saatini Leeds United bariz üstün oynasa da bu çaba, Sunderland kalecisi Jimmy Montgomery’yi kahraman yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu ikinci lig şampiyonu masalı, 1980’de West Ham ile bir kez daha karşımıza çıkıyor ama bu maçtaki tek taraflı oyun, direnen ‘küçük takım’ ve tempo orada yok.
1970’lerin ikinci yarısında ise iki önemli maç var nazarımda. 1978’de Arsenal’i yenerek kupaya uzanan ve Bobby Robson efsanesinin başladığı takım olan Ipswich Town’ın zaferi bunun ilki. Belki sıkıcı bir final ama Robson hocamın hatırına ve gol atma olasılığı düşük ‘muhitin çocuğu’ Charles Osborne’ün günün kahramanı olması nedeniyle favorilerim arasında. Bir sene sonra oynanan Arsenal-United maçında durum biraz daha farklı. ‘Adamlarımdan’ Liam Brady’nin büyük performanslarından birine sahne olan maçı daha da ilginç kılan, tarihe ‘Beş Dakika Finali’ olarak geçmesine neden olan o sekans…
Maçın ilk yarısında 2-0 öne geçen Arsenal, son beş dakikaya bu skorla girerken, önce 86’da Gordon McQueen sonra da 88’de Sammy McIlroy’un golleriyle bir ‘Arsenal şoku’ yaşıyor. 1970’lerde ligde gri günler yaşayan Arsenal taraftarları “Yine mi!” derken sahneye Alan Sunderland çıkıyor ve Arsenal’i 3-2 öne geçirip, kraliyet mensuplarının huzuruna çıkarıyor… Sadece o beş dakika ya da Liam Brady’nin sol ayağı için izlenebilir…
Tottenham Finalleri
1980’ler Liverpool demek… Bir de dönemin ikinci yarısına doğru sahneye çıkan Everton… 1984’te kazandıkları finalle birlikte 1989’a kadar toplam dört final oynayan Everton, üçünü kaybediyor ve bu üçün ikisinde de rakip Liverpool. Özellikle 1989’da oynadıkları ve oyuna sonradan girerek uzatmalarda yıldızlaşan Ian Rush ile hatırlanan final, ‘En İyiler Listesi’ için üstlere aday olabilir. Ya da Liverpool’un net favori olarak çıkıp, ‘Kötü Çocuklar’ ama ‘çok kötü çocuklar’ Wimbledon’a kaybettiği 1988 Finali, yaşananlar ve anti kahramanlarıyla “Neydi be 80’ler!” dedirtebilir. Ama benim 1980’ler Wembley hatıralarımda Tottenham’lı finaller var.
Keith Burkinshaw ile 1970’lerin sonundan itibaren yükselişe geçen Spurs, ligin dişli takımlarından olmakla kalmıyor, UEFA Kupası’na kadar uzanacak bir yola giriyor. Burkinshaw’un takım kattıkları elbette göz ardı edilecek türden şeyler değildir ama benim kahramanım, izlediğim en yetenekli İngiliz futbolcu olan Glenn Hoddle’ın sahaya kattıkları başka bir noktada. 1981 ve 1982’de üst üste FA Cup’ı kazanan takımın en önemli parçası olan Hoddle, özellikle Arjantinli Ardiles’le ortaklığı başladıktan sonra Tottenham’ın futbolunun büyük keyif verdiği maçlar izletiyorlar. Topla koşan Ardiles ve topu koşturan Hoddle’ın ortaklıklarının en önemli ve keyifli anlarından biri de 1981’de City ile oynadıkları final. 1-1 biten maçtan sonra adetler gereği tekrar maçına gidiliyor ve olaylar başlıyor…
Önce diğer Arjantinli Ricky Villa, Tottenham’ı 1-0 öne geçiriyor, dakika henüz 8… Birkaç dakika sonra Manchester City’nin 20’lik potansiyelli oyuncusu Steve MacKenzie, finaller tarihinin en acayip gollerinden birini atarak durumu eşitliyor. 50’de City bu sefer öne geçiyor, 70’te Tottenham yakalıyor, 76’da ise Villa’nın bugün bile hatırlanan o slalomu geliyor ve Tottenham kupaya uzanıyor… Bu sonuç, sayılar, kupa töreni, “Kazanan kim?” sorusunun cevabı… Bunları bir kenara bırakın ve 90 dakika boyunca Hoddle’ı izleyin. Kısa pas, tempoyu ayarlama, uzun ani toplar, defanstan topu alarak organizasyonu başlatma, rakip ceza sahasında tehlike yaratma, Crooks’un 2-2 yapan golündeki pası ve daha nicesi… Hoddle izlemek isteyenler için tam zamanı… 1982’deki finali ise unutun… Evet, sayılara bakarak yorum yapma merakınız varsa söyleyeyim; Hoddle golü atıp kupayı getiriyor, göklere çıkarabilirsiniz ama 1981 finalinden sonra 1982 çekilecek maç değil… Benden söylemesi.
Diğer favorimde yine Hoddle sahada hatta kankası Waddle da takıma katılmış ama günün kahramanı onlardan biri değil. 1987’de bir kez daha finale çıkan Tottenham, Coventry City’yi karşısında buluyor. Henüz maçın başında Waddle nefis işlerle yapıp topu ortalıyor ve Clive Allen’a golü attırıyor. Sonra o sahneye çıkıyor, günün adamı: Dave Bennett. 80’lerin stilini tek bünyede eriten ‘bay imaj’ durumu 1-1 yapıyor. Tottenham ilk yarıyı 2-1 önde kapıyor ama Bennett’ın gösterisi daha sonlanmamış durumda. İkinci yarıda Tottenham’ın sol kanadını felç ediyor ve nihayetinde Houchen’e golü attırıyor. Uzatmalara giden maçı Gary Mabbutt’un kendi kalesine attığı golle Coventry 3-2 kazanıyor ve Bennett’ın performansı boşa gitmemiş oluyor. Efsane spiker John Motson’ın ‘Anlatmaktan en keyif aldığım FA Cup Finali’ dediği 120 dakikalık futbol gösterisi böyle son buluyor…
Fergie Time
Alex Ferguson, Aberdeen’de büyük işler başarıp ayağa kalkmak isteyen eski dev United’ın başına geçtiğinde ondan bir şeyler bekleyenler elbette vardı ama yapacaklarını çok az kişi tahmin ediyordu. Zaten 1980’ler geçildiğinde dört yıllık ilk dönem performansından da büyük şeyler beklemek güçtü. Birçok kez görevine son verilebileceği konuşulmuştu. 1990’da FA Cup Final’ine çıkmış olsalar da ligin dibine ışık yakıyorlardı…
Rakip Crystal Palace da teselliyi kupada arıyordu. Maç başladı, geriye düştüler ama üstün oyunları ve kaptan Bryan Robson’ın azmiyle öne geçmeyi başardılar. Sonra oyuna Ian Wright girdi ve maçın dengesini değiştirdi. Arsenal ile efsaneler listesine yazılacak olan ‘zıpkın’ forvet durumu 2-2’ye getirdi ve maç uzadı. Uzatmalarda bir kez daha sahneye çıkan Wright, Palace’ı öne geçirse de büyük golcülerden Galli Mark Hughes, skoru belirledi: 3-3.
Tekrar maçından önce Ferguson’ın as kalecisi Jimmy Leighton’ı kesip Les Sealey’i sahaya sürmesi tartışılan bir karar olarak görülüyordu ama maçın da kahramanı Sealey olacaktı. Birçok önemli kurtarışa imza attı ve maçın kahramanı oldu. United, sol bekleri Lee Martin’in şık golüyle kupaya uzanacaktı… Kulüp, 80’lerde üç kere FA Cup zaferi yaşasa da bunun yeri ayrıydı. Fergie’nn kazandığı ilk büyük zaferdi ve bazılarına göre ona büyük kredi sağlamıştı…
1990’lardan ikinci favorim ise bir yıl sonraki Tottenham-Nottingham Forest finali. Belki Hoddle artık yok ama Tottenham hala sempatik bir takım. Üstelik Brian Clough’ın bir ömür süren Forest macerasındaki tek Wembley Finali… Lineker’in penaltısını kurtaran Mark Crossley’nin Wimbledon kalecisi Dave Beasant’tan sonra FA Cup Finali’nde penaltı kurtaran ikinci kaleci olması, ‘yeniyetme’ Roy Keane’nin al yanakları ve ‘Psikopat’ Stuart Pearce varken hiçbir gerginliğe bulaşmaması, Pearce’ın alışılmış harika şutlarından biri ile frikikten attığı muazzam gol ya da Des Walker’ın sakarca kendi kalesine attığı gol… Hep aklımda kalanlar ama bunların dışında bir olay daha var ki nazarımda bir oyuncuyu özetleme açısından bu finali ayrı bir yere koyuyor belki de…
Paul Gascoigne, Dünya Kupası’nda Berthold’a yaptığı müdahale sonrasında gördüğü kart nedeniyle döktüğü gözyaşları neticesinde futbol aleminde farklı bir yer edindi. ‘Vatansever’ yıldız olarak lanse edilmesi ve bir ulusal kahramana dönüştürülmesinde bu olayın etkisi azımsanamaz. 1991’de takımını FA Cup Finali’ne taşıyarak kahramanlığını daha da perçinledi. Wembley’de oynanan ilk yarı finalde Arsenal’e attığı akıl almaz frikik golü, final için Wembley’in kapılarını açmıştı…
Gazza, 18 Mayıs’ta final için sahaya çıktığında yine takımının en büyük silahlarından biri hatta Lineker ile birlikte en önemlisiydi. Maç başladı ve orta sahada karşı karşıya geldiği Forest’lı Gary Parker’ın göğsüne sert bir tekme attı. Hakem, sadece faul düdüğü çaldı ama cinayete teşebbüsten suç duyurusunda da bulunabilirdi gayet. Sonra birkaç dakika geçti ve Forest beki Gary Charles, Tottenham ceza sahasına süzülürken Gazza yine sahneye çıktı ve anlamsız bir tekmeyle rakibini yere indirdi. Karar; yine sadece faul… Pearce topun başına geldi ve Gazza’nın o anlık cezasını kesti. Daha da trajikomik olan ise Gazza’nın bu sert faul ile kendi çapraz bağlarını koparmasıydı. Clough’ın ilk ve tek FA Cup finali, mağlubiyetle bitmişti ama Forest savunmacısı Steve Chettle, yıllar sonra katıldığı bir podcast’te “O gün Gazza sahada kalsa o maçı kazanırdık” diyecekti. Paul Gascoigne ise pozisyonla ilgili onlarca pişmanlık cümlelerinden birini kurmaya devam ediyor…
Herkesin finali kendine tabii ama benim aklımda yer eden, o maçların bahsi geçtiğinde söyleyecek birkaç şeyi çok uğraşmadan zihnimden çıkarabildiğim maçlar bunlar. “2000’ler yok mu?” demeyin ama. O dönem, Toprak Saha için biraz yeni kalıyor…