-Bir Mehmetcan ARISOY yazısı-
Milenyuma on yıl kala dünya futbolunun zirvesinde yer alan İtalya, düzenleyeceği 1990 Dünya Kupası’na hazırlanıyordu. Turnuva için seçilen on iki stadyumun ikisi inşa edilmiş, kalanlar ise yenilenmişti. Diğerlerinden farklı olarak Genova’da yer alan Stadio Luigi Ferraris ise yeniden doğmuştu.
Her şeyden önce bir sorumluluktu bu. Zirve ligleri Serie A ile dünyanın dört bir yanına ulaşan; Juventus, Milan ve Inter gibi büyük kulüpler ile Avrupa’nın zirvesine yerleşen; Fiorentina, Parma ve Napoli gibi baş altı takımlarıyla ekstra renklere sahip olan İtalyan futbolu, 1990 Dünya Kupası’nı düzenleyecekti. Hazırlık sürecindeki en kıymetli olgu ise stadyumlardı.
Güney’den Napoli, Palermo, Cagliari ve Bari şehirleri seçilmiş, bu bağlamda San Paolo, La Favorita ve Sant’Elia yenilenmiş, Bari’ye de San Nicola inşa edilmişti. Bir uzay mekiğini andıran, yıllar içinde kulübün sırtında taşıyamayacağı bir yük haline gelen bu devasa yapı o günlerde pek fütüristikti. Ancak tıpkı Torino’ya yapılan Delle Alpi gibi hiçbir zaman doldurulamayacak, kulübün ilerlemesine engel olacaktı.
Alp Dağları’nın eteklerine inşa edilen Delle Alpi bir yana, Milano’daki San Siro, Verona’daki Marcantonio Bentegodi ve Udine’deki Firuli de yenilenmişti. Orta İtalya’da ise Artemio Franchi ve Renato Dall’Ara mevcuttu. İlk ve son maça ev sahipliği yapacak başkentin görkemli evi Stadio Olimpico da hizmete hazırdı. Ancak bu on bir stadyumdan farklı bir kadere sahip Stadi Luigi Ferraris de mevcuttu.
İtalya’nın kuzey batı limanı Genova, ülke futbolunun en köklü kulüplerinden ikisini tek bir stadyumda barındırıyordu. Bir zamanlar kazandığı dokuz şampiyonluk ile Genoa CFC ve doksanlı yılların ikonik takımı Sampdoria. Birlikte kullandıkları emektar Luigi Ferarris 80 yaşına yaklaşıyor, Dünya Kupası için yenilenmesi gerekiyordu. Sıradan bir restorasyon olmayacaktı bu. Vittori Gregotti’ye emanet edilen proje, Novaralı mimarın parlak zekası ile şekillenecekti. Bugün bile ülkedeki başka hiçbir stadyuma benzemeyen, daha çok İngiltere’deki yahut İskoçya’daki klasik yapılara benzeyen Luigi Ferraris, dört kulesi, kutu gibi kapalı atmosferi ve alçak kale arkalarıyla hep farklı olmayı başardı.
Sadece İtalya ve Avrupa özelinde değil, dünyanın hemen hemen her yerinde projelere imza atan, yeteneğini yapılara hayat vermesiyle gösteren birisiydi Vittorio Gregotti. Kendine has sakalları ve yaşını göstermeyen genç havası ile mimarinin Giorgio Moroder’i, kiliseden opera salonlarına kadar pek çok farklı alana dokunmayı başarmıştı. 1987-89 yılları arasında sadece Luigi Ferraris’i değil, Fransa’nın Nimes şehrindeki Stade des Costieres’i de tasarlamıştı. Barcelona Olimpiyat Stadyumu ise onun ustalık eserlerinden biriydi. Onu tarif edenler şu kelimeleri seçiyordu: “Uluslararası mimarlık ustası; denemeci, eleştirmen, öğretmen, editoryalist, polemist.”
‘Mimarlığı bir perspektif olarak düşünmek: tüm dünyada ve tüm yaşamda.’ Onu tanımlamak için bu bakış açısı yeterliydi. İtalya’da alanının en değerli kurumu Politechinco di Milano’dan 1952 yılında mezun olmuş, 60’lı yıllardan günümüze kadar yüze yakın esere imza atmıştı. Bir röportaj sırasında tekrar yapmak zorunda kaldığında tasarımlarını değiştirip değiştirmeyeceği sorulduğunda, “Tabii ki, yoksa hiç eğlenmezdim.” demişti.
Stadio Luigi Ferraris de mimarından aldığı bakış açısı ise sadece dönemin değil, bugün bile benzeri olmayan bir stadyuma dönüştü. Ülkenin geneline hakim olan ‘eski’ stadyum protitipi Floransa’daki Artemio Franchi, Bologna’daki Renato Dall’Ara yahut Bergamo’daki Atleti Azzurri d’Italia olarak gösterilebilir. Tek bir parça hissi veren, simetrik maraton ve kale arkalarından oluşan bu stadyumlar, bazen bir kule, bazen de estetiği olumlu anlamda bozan farklılıklar ile birbirinden ayrılıyor. Ada’nın kutu stadyumları yahut Arjantin’in gecekondu sahaları gibi bir özgünlükten bahsediyoruz. San Paolo, Delle Alpi ve Olimpico gibi istisnalar hariç görkemli yapıların olmadığı, San Siro dışında ise kapalı atmosfere sahip bir stadın olmadığı İtalya’daki tek kutu stadyum Luigi Ferraris idi. İngiltere yahut İskoçya gibi kültürlerdeki atmosferler uzun yıllar bu mimarinin faydasını görmüştü. Ada kulüpleri sadece günümüzde değil, bundan yıllar önce de gerek lokal liglerde gerekse Avrupa maçlarında boğucu bir hava yaratıp bu durumu avantaja çevirmişler, ev sahibi olmanın bir güce sahip olmakla eş değer olduğunu kanıtlamışlardı.
Dünya Kupası boyunca unutulmaz maçlara ev sahipliği yapmasa bile pek çok ikonik kaleci performansı barındırdı Luigi Ferraris. ‘Kalecilerin turnuvası’ olarak nitelendirebileceğimiz kupada Kosta Rikalı file bekçisi Luis Gabelo Conejo, Genova’da oynanan C grubunun yıldızlarındandı. Takımının İskoçya’yı ve İsveç’i geride bırakarak üst tura çıkmasında büyük bir rol oynadı. Özellikle bu eşleşmelerdeki performansı sonuca doğrudan etki etmiş, bunu ilerleyen turlarda Arjantinli Sergio Goycochea takip etmişti.
Turnuva süresince dört maça ev sahipliği yapan yeni Ferraris, süreci takip eden on yıl boyunca Sampdoria’nın pek çok başarısına ev sahipliği de yaptı. Her haliyle özel bir takım olan Doria, turnuvayı takip eden sezonda Serie A şampiyonu olup şehrin 10. Scudetto’sunu aldı. İki takım arasında oynan son derbiyi yerinde takip eden gazeteci arkadaşım Ant Arın Şermet ise içinde bulunduğu atmosferi şöyle tarif ediyordu: “İlk kez gittiğiniz bir ve dilini konuşamadığınız bir şehirde, şehir merkezinden toplu taşımaya ihtiyaç dahi duymadan ulaşabileceğiniz bir konumda bulunuyor Luigi Ferraris. Ki o yolda Genova şehrinin, İzmir’i andıran sahil hattına tanık olmak da ayrı bir deneyim olsa gerek.
Stadyuma giderken böyle bir atmosferle karşılaşınca sahanın kendisi çok daha farklı bir deneyim sunuyor futbolseverlere. Karşılıklı yapılan koreografiler ve ateşli tribünlere rağmen aynı şehirdeki birbirine karşı kötü hisleri olmayan iki uzak akraba gibi olan takımlar, yerinde tanıklık ettiğim en naif derbinin iki karakteri oldular. Luigi Ferraris de bu karakterlere tarihi dokusunu hissettiren bir ev sahibiydi.”
Alanının en önde gelen isimlerinden biri olarak aramızdan ayrıldı Vittorio Gregotti. Yakın zamanda tüm dünyayı etkisi altına alan virüse yenik düştüğünde 92 yaşındaydı. İmzasını attığı onlarca eser onu yaşatmaya devam edecek. Bu dünyadan geçmiş her sanatçı gibi.