– Bir Fatih SABOVİÇ yazısı –
Bir zamanlar ‘Yugoslav Hayali’ vardı. Avrupa’nın Brezilyası olarak nitelendirilen Yugoslavya Milli Takımı da 1990 yazında o hayali ayakta tutmanın peşindeydi.
“İki alfabesi, üç dili, dört dini, beş farklı milliyeti, altı cumhuriyeti olan, yedi komşusu tarafından çevrili ve sekiz etnik azınlığın yaşadığı bir ülkenin lideriyim…”
Bu söz; Triglav Dağları’ndan, Vardar Nehri’ne yani Slovenya’dan Makedonya’ya kadar uzanan Balkan coğrafyasında -kâğıt üzerinde- 29 Kasım 1945’ten 25 Temmuz 1991’e dek hüküm süren Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin kurucu devlet başkanı Josip Broz Tito’ya ait… Ve âdeta, Yugoslavya’ya dair her şeyin en kısa özeti gibi…
HERKESİN AKLINDA AYNI SORU…
Tito’nun yazının girizgâhındaki sözünde bahsettiği, ‘kusursuz mozaik’ten geriye kalan nesiller günümüzde; Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Sırbistan ve Slovenya bayrakları altında farklı spor branşlarında büyük başarılar elde etmeyi sürdürüyor. Pek çok insan da, “Yugoslavya” kelimesinin geçtiği çoğu sohbette hâlen aynı soruyu soruyor; “Yugoslavya, sporun neredeyse her dalında nasıl dünyaya kafa tutacak bir potansiyele sahipti ve bu potansiyeli ne şekilde istikrara çevirebiliyordu?”
İLK FUTBOL MAÇI, RİJEKA’DA OYNANDI
Söz konusu iki soruya futbol özelinde bir yanıt arayacak olursak, bu oyunun Yugoslav topraklarına girişi için 19. yüzyıla gitmemiz gerekiyor. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü zamanlarda Viyana, Budapeşte ve Prag gibi kentlerden bulaşıyordu ‘afyon’ Yugoslavya’ya…
İlk futbol maçı da -günümüzde Hırvatistan sınırları içerisinde kalan- Rijeka’da, İngiliz ve yerel demiryolu mühendisleri arasında oynanıyordu. Takip eden yıllarda Belgrad, Zagreb, Maribor, Subotica, Zrenjanin, Zadar ve Zupanja gibi şehirlerde nadiren de olsa futbol maçları organize ediliyordu.
SPOR KÜLTÜRÜ VE TİTO VİZYONU
Jimnastiğe, atletizme ve olimpik sporlara oldu olası büyük önem veren Yugoslavya Krallığı halkı da, nesilden nesile aktarılan sporcu genlerine sahipti ve ailelerde çocukların çok büyük bir bölümü sporla iç içe büyüyebiliyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne dek, Yugoslav spor kültürünün önemli bir temeli vardı. Mevcut temelin üzerine ‘gökdelen’ inşa edecek vizyona ise, Josip Broz Tito sahipti. Dünya devletleriyle rekabet hâlinde olmak, ülkenizin adından her daim söz ettirmek ve bir şekilde ‘globalleşmek’ istiyorsanız, en temel ‘propaganda’ araçlarından biriydi spor… Ve Tito, bunun fazlasıyla farkındaydı.
EĞİTİMLİ, ADANMIŞ EĞİTİMCİLER…
Yugoslavya’yı benzer örneklerden farklı kılan en temel noktalar; eğitim sistemi ve o dönemki yüksek yatırım gücüydü diyebiliriz. Çocukların daha çok küçük yaşlarda önüne sunulan tercihler, temel takım sporlarını (futbol, basketbol, voleybol) kapsıyordu.
Her ailenin rahatlıkla seyahat edebilmesi adına imkânları vardı. Aynı imkânlar, öğrenciler için de çok küçük yaşlardan itibaren seferber ediliyor ve çocuklar özgüvenlerini üst seviyelere taşıyabiliyordu. Böylelikle genç sporcular, başka ülkelerdeki akranlarıyla çıktıkları ‘kariyer maratonu’nda uzun mesafeleri çok kısa sürelerde ama en önemlisi de sağlam alt yapının (gerçekten eğitimli ve adanmış eğitimciler sayesinde) beraberinde getirdiği dinamizmle kat edebiliyordu…
DR. BROWN’DAKİ İMKÂNLAR OLSA!
Günlük hayattaki detaycı karakterimin dehlizlerine dalmadan, konu Yugoslavya’ya dair herhangi bir şey, özellikle de futbol olunca hikâyeyi tekdüzeliğe kurban etmek istemiyorum ve şimdi merkeze doğru dev bir adım atmak gerektiğine inanıyorum. Geleceğe Dönüş filminde Dr. Brown ve Marty’nin sahip olduğu imkânlar bana verilseydi(!) herhalde gitmek isteyeceğim iki kent ve iki de tarih olurdu;
1- Antwerp, 28 Ağustos 1920
2- Zagreb, 3 Haziran 1990
Neden mi? Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım…
28 AĞUSTOS 1920 ÇEKOSLOVAKYA-YUGOSLAVYA: 7-0
İLK MİLLİ MAÇ, İLK HEYECAN, İLK HEZİMET!
Yugoslavya Krallığı ya da ilk dönemdeki adıyla Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Belçika’nın Antwerp kentindeki Yaz Olimpiyatları’nda ilk resmi futbol maçına Çekoslovakya karşısında çıkıyor. Futbol konusunda o dönem ciddi mesafe kat etmiş ülkelerden olan Çekoslovakya, sahadan tam 7-0’lık galibiyetle ayrılıyor. Yugoslavya için futbol tarihi adına bir yönüyle ‘aydınlık’ diğer yönüyle ‘karanlık’ bir gün…
Bu hezimetten sonra, 26 Mayıs 1924’te Uruguay’a ve 28 Ekim 1925’te de yine Çekoslovakya’ya 7-0 kaybeden Yugoslavya Milli Takımı, tarihindeki en farklı mağlubiyetlere yalnızca 5 sene zarfında imza atıyor… Ardından, 1930’da yaşanan ve filmlere konu olan (5,4 milyon dolar bütçe ile çekilen 2014 yapımı: Montevideo, Vidimo se!) hikâyeye çok hızlı yol alınıyor. Uruguay’da organize edilen 1930 Dünya Kupası’nda Yugoslavya, adını kürsünün 4. basamağına yazdırıyor…
3 HAZİRAN 1990 YUGOSLAVYA-HOLLANDA: 0-2
SON RÜYANIN BAŞLANGICI…
Josip Broz Tito’nun 1980 yılında vefatı sonrası Yugoslavya için hiçbir şey olması gerektiği gibi ilerlemiyordu. Doğu Bloku’nda esen sert rüzgârlar, hiçbir zaman Doğu Bloku ya da Varşova Paktı ülkelerinden olmayan Yugoslavya dahi bu sert rüzgârlardan nasibini almaya başlıyordu. 1980’lerin ortalarından itibaren iyice alevlenmeye başlayan ‘milliyetçilik meşalelerini’ işsizlik, git gide olumsuz hâle gelen yaşam koşulları ve nasyonalist siyasi liderler iyice harlıyordu.
İtalya’da düzenlenecek olan 1990 Dünya Kupası’na katılma hakkı elde eden Yugoslavya, 3 Haziran 1990 tarihinde Zagreb’de Hollanda Milli Takımı ile hazırlık maçı oynayacaktı. Van Basten’li, Gullit’li, Rijkaard’lı, Koeman’lı Hollanda, Maksimir Stadı çimlerine çıktığında yaşananlara ne onlar, ne de Yugoslav futbolcular inanabilecekti: “O maçta, sonun geldiğini gördük”
Hikâyenin bu kısmında bize katılıp, yazının sonuna dek eşlik edecek olan Yugoslavya’nın çizgideki yalnız adamı Tomislav Ivkovic’e kulak veriyoruz şimdi:
-Dünya Kupası öncesi gazeteciler, televizyoncular, halk… Milli takım etrafındaki her şey değişmişti ve bu açıkça hissediliyordu. Dünya Kupası öncesi Hollanda ile Zagreb’de oynadığımız hazırlık maçını hiç unutamam.
– Maçı 2-0 kaybettik. Karşılaşmadan önce tüm stadyum Yugoslavya Milli Marşı söylenirken tepki gösteriyor ve protesto ediyordu. Bunun üzerine Hollanda bizi kolayca yendi. Bu korkunç atmosfere şahit olduktan sonra tüm takım oturduk ve konuştuk. Sonun geldiğini önceden görmüştük ama çok iyi bir takımdık. Hepimiz dosttuk. Dünya Kupası’na katılmak, hatta onu kazanmak ve bu büyük zevkin tadını çıkarmak istiyorduk sadece…
10 HAZİRAN 1990 BATI ALMANYA-YUGOSLAVYA: 4-1
GUISEPPE MEAZZA STADI – 74 bin 765 seyirci
Ülkede morali dip yapan Yugoslav futbolcular, 1990 Dünya Kupası D Grubu ilk maçında turnuvanın en büyük favorilerinden; kadrosunda Jurgen Klinsmann, Rudi Völler, Lothar Matthaus ve Bodo Illgner’i barındıran Batı Almanya’yla karşılaşıyordu. Daha ilk yarıda işi, 28. dakikada ağları sarsan Matthaus ve 39’da kaleci Ivkovic’i avlayan Klinsmann bitiriyordu.
Davor Jozic’le 55. dakikada umutlanan Yugoslavya, 9 dakika sonra yine Matthaus ve 70’te Völler’e engel olamayınca şampiyonaya kâbus gibi başladı…
14 HAZİRAN 1990 YUGOSLAVYA-KOLOMBİYA: 1-0
RENATO DALL ARA STADI – 32 bin 257 seyirci
Milano’dan sonra gruptaki ikinci durak Bologna kentiydi… Maç sabahından, “Asla unutamam” diye bahseden Yugoslavya Milli Takımı kalecisi Tomislav Ivkovic’te yine söz… “Maç sabahı takımdaki Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar, hepimiz bir katolik kilisesine gitmiştik. Kolombiya’ya karşı kazanmak için hep birlikte dua etmiştik. Bu çok önemli bir maçtı çünkü herhangi bir kötü sonuç, sonraki tura gitmememize sebep olabilirdi.”
İkinci maçın santrası yapıldı ve devre 0-0 sona erdi. O tarihten yaklaşık 5 yıl sonra, Wembley’de İngiltere’ye karşı yapacağı, “Akrep kurtarışı” ile tarihe geçecek olan Kolombiya kalecisi Rene Higuita, 75’te Darko Jozic’e yenik düşüyordu. Jozic, kaptan Valderrama önderliğindeki Kolombiya’yı üzüyor ve âdeta kupanın dışına itiyordu. Artık yol açılmıştı! Tribünlerde Yugoslavya bayrakları dalgalanıyordu…
19 HAZİRAN 1990 YUGOSLAVYA-BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ: 4-1
RENATO DALL ARA STADI – 27 bin 833 seyirci
Kolombiya karşılaşması ile aynı stattaydı maç… Heyecan zirve yapmıştı çünkü alınacak olumlu bir sonuç, gruptan çıkma anlamını taşıyordu. Ve Renato Dall Ara Stadı yine uğurlu geldi! Birleşik Arap Emirlikleri karşısında çok zorlanmayan Yugoslavya, 5. dakikada Safet Susic, 9. dakikada Darko Pancev’le 2-0 üstünlük kuruyordu.
22’de Ali Thani Jumaa ile 2-1’e engel olamayan Yugoların son 16 turu yürüyüşünü, 46. dakikada Darko Pancev hızlandırıyor, yakından tanıdığımız bir isim; Robert Prosinecki ise 90’da son darbeyi indiriyordu. Ve Yugoslavya, son 16 turundaydı.
* Turnuvanın grup aşamasında galibiyetlere 2, beraberliklere 1 puan veriliyordu.
26 HAZİRAN 1990 İSPANYA-YUGOSLAVYA: 1-2 (Normal süre: 1-1)
MARC ANTONIO BENTEGODI STADI – 35 bin 500 seyirci
Dünya Kupası son 16 turunda Yugoslavya, Zubizarreta’lı, kaptan Butragueno’lu İspanya’ya kafa tutup çeyrek final biletini kapmanın hesaplarını yapıyordu. Teknik direktör Ivıca Osim açısından da, kariyerinin en önemli anlarından birinin yaşanacağı kesindi. 0-0 geçilen ilk yarı sonrası Verona’da stres zirve noktaya erişmişti.
Kronometreler 78. dakikayı gösterirken günün yıldızı Dragan Stojkovic, altı pasın sağ çaprazında kontrol ettiği topla bir çalım atıp rakip savunmacıyı yerle bir ediyor ve ardından kaleci Zubizarreta’yı avlıyordu. Osim’le kucaklaşan Stojkovic ve arkadaşlarını, 84’te Julio Salinas üzdü. Ama Zubizarreta’nın, “Keşke normal süre 1-1 bitmeseydi!” diye düşündüğünü şimdi bile hissedebiliyorum. Çünkü 93. dakikada Stojkovic, kaleyi cepheden gören bir bölgeden ve yaklaşık 30 metrelik mesafeden öyle bir frikik golü attı ki, o dakikadan sonra ne İspanya kendine gelebildi, ne de Yugoslavya çeyrek final coşkusundan kendini alıkoyabildi. Son 8’de rakip, Maradona’lı Arjantin olacaktı…
“HİÇ KİMSEDEN KORKMUYORDUK”
İspanya karşısındaki tarihi maçı, yaptığı kurtarışlarla çeyrek final kapılarını aralayan isim olan Ivkovic şöyle özetliyor; “İspanya bizden korkuyordu… Çünkü büyük bir özgüvene sahiptik. Hiç kimseden korkmuyorduk. Nasıl bir takım olduğumuzu biliyorduk ve tek ihtiyacımız olan şey biraz şanstı. Bu durumda rakipten korkmanıza ne sebep olabilirdi ki? Stojkovic’in o maçta muhteşem oynadığını hatırlıyorum…”
VE 30 HAZİRAN 1990 ARJANTİN-YUGOSLAVYA: 0-0 (PENALTILAR: 3-2)
COMUNALE STADI – 38 bin 971 seyirci
Son 16 turunda Brezilya’yı Caniggia’nın tek golüyle geçen Brezilya, Floransa’da Yugolarla kozlarını paylaşmak ve yarı final biletini almak için sabırsızlanıyordu. Ancak Maradona ve arkadaşlarının işi bekledikleri kadar kolay olmayacaktı. Kaleci Tomislav Ivkovic ve sağlam Yugo savunma hattı, Arjantin’e 90 dakika ve uzatmalar sonunda ağları sarsma şansı vermedi.
Seri penaltı atışlarında Serrizuela ve Burruchaga ile Ivkovic’i avlayan Arjantin karşısında, Stojkovic ilk penaltıyı kaçırıyor, Prosinecki ise durumun 2-1’e gelmesini sağlıyordu.
MARADONA’YA MEYDAN OKUYAN ADAM
Maradona’nın topla birlikte beyaz noktaya geldiği tarihi anları, yine ‘rehberimiz’ Ivkovic’ten dinliyoruz; “Maçın kaderi penaltılara geldiği zaman her şey psikolojik durumdan ibarettir. Diego topu aldığı an, ben konuşmaya başladım; ‘Diego, topu nereye atacağını biliyorum’ dedim. Yüzüme bakamadı. Topu yere koydu ve ona odaklandı. O anda tekrar, ‘Diego, topun nereye gideceğini biliyorum’ dedim. Topu nereye atacağını hissettim ve o plase vuruşlarından birini yaptığında top ellerimle kavuşmuştu… O anda, şansın tamamen bizim yanımızda olduğunu ve Arjantin’i geçebileceğimizi düşünmüştüm.”
DURUMU AVANTAJA ÇEVİREMEDİLER
Hayatta birçok şey, düşündüğümüz, hissettiğimiz, tahmin ettiğimiz gibi olabilir. Ancak üzücü istisnalara da sıklıkla rastlarız. Ivkovic, Maradona’nın penaltısını kurtarıp dünya yıldızına, “Dur” diyordu. Savicevic’le 2-2’ye gelen durumu, Troglio Arjantin lehine çeviremeyince Yugoslavya, Brnovic’in 4. atışta +1’lik avantajı getirmesini bekliyordu. Ama nafile… Dezotti, 5. penaltıda topu filelere yollayıp skoru 3-2 yaptı ve topun başına gelen Faruk Hadzibegic’e kaleci Zubizarreta müsaade etmeyince ‘Yugoslav hayali’ o gün Floransa’da sona erdi… Dünya Kupası’nı o yıl, finalde Brehme’nin penaltı golüyle Arjantin’i 1-0 yenen Batı Almanya kaldırdı.
ARNO NEHRİ’NE GÖMÜLEN HAYALLER…
Takımını en geriden izleyen, yeri geldiğinde yönlendiren, yeri geldiğinde arkadaşlarını uyaran çizginin yalnız adamı Tomislav Ivkovic, Arjantin karşısındaki ‘veda maçına’ dair içinde kalanları şöyle döküyor kelimelere; “O güne geri dönebilseydim, Maradona’nın penaltısını tutamamayı ama Yugoslavya adıyla yarı finale yükselebilmemizi tercih ederdim…”
Herkes, “Tito’nun çocuklarının” birlikte gördüğü son rüyadan mutlu şekilde uyanmayı ne kadar çok istediğini biliyordu. Ancak bu güzel takımın, doğuştan seçme şansına sahip olmadıkları etnik kökenlerini rafa kaldırıp, dostluğu ön planda tutan bu güzel adamların hayali, Floransa’ya hayat veren ‘Rönesans şahidi’ Arno Nehri’nin derinliklerine gömülüp gitti… Tıpkı Tuna Nehri sularına karışıp giden Yugoslavya gibi…