Beşiktaş, 1975 yılında tarihinin ilk Türkiye Kupası’nı kazanırken o da sahadaydı. Kahraman Kartaloğlu ile Beşiktaş’ı ve unutulmaz finali konuştuk.
Beşiktaş’a kadar olan kariyeriniz ve Beşiktaş’a transferinizle başlayalım.
Futbola, Çemberlitaş takımı Taçspor’da başladım. Sonra askerlik için Ankara’ya gidince Havagücü’nde oynadım. 1971’de askerden dönüşümde ise Boluspor’la anlaşmıştım ama müesseseler arası bir maç her şeyi değiştirdi…
O zaman 4.Levent’te Philips Stadı vardı, benim de oynadığım müesseseler arası bir maç yapılacaktı orada… Baba Hakkı’ya beni izlemesi için tavsiyede bulunmuşlar o da kalkmış gelmiş. Bu arada Baba Hakkı daha önceden hiç bizzat gidip oyuncu izlememiş ilk bana kısmet oldu. Nitekim o maçta ben çok iyi oynadım ve 4-3 kazandığımız maçta dört golü de ben attım. Beşiktaş yöneticileri Baba Hakkı’nın talimatıyla hemen bana teklifte bulundular ama Boluspor’la anlaştığımı söyledim. Bunun üzerine beni önce Sıraselviler’deki kulüp binasına götürdüler, oradan da Heybeliada’ya… Samsunspor’dan transfer edilen Mustafa Kefeli’yle beraber 1 Temmuz’a kadar orada kaldık, daha sonra da 50 bin karşılığına imzayı attım.
Gündüz Kılıç gibi bir efsanenin antrenörlüğünde ilk yılınızı nasıl geçirdiniz?
Sezon öncesi çalışmalara katıldım. Hatta Ajda Pekkan’ın da katıldığı bir sezon açılışı yaptık. Çok heyecanlıyım tabii birkaç sene evvel hayranlıkla izlediğim Sanlı, Yusuf gibi topçularla aynı takımdasın düşünebiliyor musun? Ama daha sonra bir antrenman esnasında Gündüz Kılıç, birkaç eksiğim olduğunu ve beni kiralık vermeyi düşündüklerini söyledi. Daha sonra Tarsus İdman Yurdu’na kiralık gönderildim ve 1971-1972 sezonunu orada geçirdim.
1970’ler Beşiktaş’ın şampiyonluğa hasret yıllarıydı. Şampiyonluktan uzak kalmayı neye bağlıyorsunuz?
Ben, 1972-1973 sezonunda tam anlamıyla Beşiktaş’ta oynamaya başladığım zaman maddi sıkıntılar yoktu. Daha sonraki yıllarda maddi sıkıntılar biraz arttı. Bizim en büyük şansızlığımız diğer takımların çok ön plana çıkan dönemlerine denk gelmemizdi. Neticede sahaya çıkınca fakirlik, zenginlik olmaz. Birch’ün Galatasarayı, Didi’nin Fenerbahçesi son yıllarıma doğru Trabzonspor’un büyük bir çıkış yapıp dördüncü büyük olması filan… Bu takımlar hala kulüplerinin tarihinde yeri olan önemli ekiplerdi ama bizim takımın da öyle çok başarısız olduğunu düşünmüyorum. TSYD Kupası, Başbakanlık Kupası ve Türkiye Kupası kazanan bir takımdık sadece lig şampiyonluğumuz yoktu.
Kulüp tarihinin ilk Türkiye Kupası’nı kazanan takımda yer alıyorsunuz. Biraz da kupayla ilgili konuşalım
Kupaya Metin Türel’le başladık. Sene başında TSYD Kupasını da almıştık ama lig umduğumuz gibi gitmiyordu. Metin Türel, görevden ayrılınca kısa bir süre Kaya ağabey (Kaya Köstepen) antrenörlük yaptı, daha sonra da Alman Horst Buhtz geldi takımın başına. Finalin ilk maçını deplasmanda 1-0 kaybettik Trabzonspor’a. Trabzon da yeni yeni parlıyor. Rövanş öncesi bizi küçümseme gibi durumlar oldu medyada. Bu bizi epey hırslandırdı. Bir yandan da bizi kupada taşıyan Tezcan, ligde Adana Demirspor maçında sakatlanmıştı. Ben de kupayı kazanıp ona götüreceğime dair söz verdim hastanede. Biz, Gençlik Marşı’nı söyleyerek çıktık maça ve 2-0 kazandık. Ben de dört dörtlük bir maç oynamıştım. Zaten kariyerimde en iyi maçları hep Trabzonspor’a karşı oynadım.
Ligdeki duruma rağmen takımda bir birlik söz konusuydu yani?
Tabii. Kupayı aldık, soyunma odasında büyük sevinç var. Baktım kupa boşta, kaptığım gibi Karagümrük’e getirdim, burada kahvede durdu kupa. Daha sonra atladık arabaya, Cerrahpaşa’ya Tezcan’ın yanına… Çok şaşırdı, çok sevindi, ona söz verdiğim gibi kupayı götürmüştüm. Çok güzel şeyler yaşadık, anlatamam. Şimdi bu birliktelik, amatör ruh kaybolmuş gibi geliyor. Her derbide olay çıkacağını, hakeme saldırılacağını bile bile izliyorum.
Derbilerde yaşanan olayları neye bağlıyorsunuz?
Benim birkaç yıl evvel polisle bir olayım oldu, bir yanlış anlaşılma sonucu mahkemeye falan çıktık bir arkadaşımla. İnan, ailemi düşündüğüm kadar ‘Beşiktaşlı Kahraman’ olarak Beşiktaş’ı da düşündüm o zamanlar. Ben hayatımın sonuna kadar ‘Beşiktaşlı Kahraman’ olarak örnek olmak zorundayım. Ben Beşiktaş Kulübü sayesinde onlarca akademik kariyer yapmış insan kadar bir yer kazandım sosyal hayatımda. Benim dönemimde de bu düşünce vardı.
Tekrar futbolculuk döneminize dönelim. Türk futbolunda önemli yeri olan antrenörlerle çalıştınız. Çok tartışılan antrenörlerin takımlara katkısı için ne düşünüyorsunuz?
Hem yok hem var. Bence antrenör, antrenmanda oyuncusunu diri tutup sahada bu performansa göre forma verip motivasyonu sağladığı an saha içi etkisi filan pek mühim değildir. Örneğin Fatih (Fatih Terim), takımda ağırlığını hissettiriyor. Oyuncular antrenmanda kendisini yırtıyor. Onları müthiş bir rekabete sokuyor ve başarı geliyor. Oyuncularla iletişimi de önemli tabi. Metin Türel bizle konuşurken ‘Ulan’ diye lafa başlardı, biz de gırgır yapardık böyle olunca. Gündüz Tekin Onay ve Abdullah Gegiç de çok önemli hocalardı. Gündüz hocanın şanssızlığı bizim başımıza çok genç yaşta geçti. Sanlı Kaptan’la arasında üç-dört yaş vardı, çok esprisini yapardık kamplarda…
Beşiktaş kariyerinizde çok önemli oyuncularla oynadınız. Beraber oynadığınız oyunculardan bir 11 yapsanız…
Kalede Sabri ağabey (Sabri Dino) tabi, sağ bek Ahmet Börtücene, sol bek Zekeriya Alp, libero Vedat Okyar, önünde stoper Lütfü Isıgöllü, orta saha Ahmet Yılmaz ( Ahmet II), Yusuf Tunaoğlu, Sanlı Kaptan, Tuğrul Şener (Kör Tuğrul), ileride Tezcan Ozan ve Sinan Alayoğlu
Bu oyuncular arasında farklı bir yere koyduğunuz isim var mıdır?
Kesinlikle Yusuf ağabey, Yusuf Tunaoğlu. Muhteşem bir yetenekti. İki yıl öncesinde Mithatpaşa’da ağzım açık izlediğim adamla takım, hatta oda arkadaşı olmuştum. Muhteşem bir duyguydu. Dediğim gibi inanılmaz bir oyuncuydu, Türkiye’nin Pele’siydi ama onunla oynaması çok zordu. Sağa bakar sola top atar, arkasına bakar araya top atar, inanılmazdı. Rakiplerle iddiaya girerdi, çalım atarsın atamazsın iddialaşmaları. Bir hareket yapar, adamın bacaklarını dolardı. Onun da sorunu gece hayatıydı işte, ben o antrenmanlara o gece hayatıyla nasıl dayanırdı anlayamazdım. Allah rahmet eylesin çok büyük topçuydu.
O yıllarda Türk oyuncuların Avrupa’ya bu kadar sıcak bakmadığını görüyoruz. Nedeni neydi? Örneğin Yusuf Tunaoğlu gibi bir yetenek niye Avrupa’da oynamadı?
Yusuf ağabeyin durumu farklı, o gece hayatı nedeniyle oynayamadı onun dışında rahatlıkla oynardı. Genel olarak bakarsak bu kadar tanıtım yoktu, menajerler falan yoktu o zaman. Seni izleyen birisi seni tavsiye edecek ancak öyle oluyordu transfer işleri. Ben de bir arkadaşım vasıtasıyla Belçika’ya gittim Rizespor’da oynadığım dönemde. Bir deneme antrenmanına çıktım, beğenildim de ama Türkiye’ye döndükten sonra buradan ayrılamadım bir daha.
Beşiktaş sonrası bir Rize maceranız var değil mi?
Evet, Rizespor’a transfer oldum orada da 1.Lig’e çıktık, güzel günler yaşadım Rize’de. Sonra Vefa teklifte bulundu 1982’de. Hatta o zaman Vefa Simtel takımın adı, bana transfer ücreti olarak Simtel bayiliği verdiler ama tutturamadık o işi. Sonra amatör ligde Silivrispor’a transfer oldum arkadaş hatırına, ücret bile konuşmadan. Orada da 3.Lig’e çıktık sonra tekrar Vefa’ya geldim ve 1988 yılında Süleyman Seba’nın teklifiyle Beşiktaş-Vefa maçıyla profesyonel futbola nokta koydum.
Daha sonra da antrenörlük hayatınız başladı galiba?
Hayır, profesyonellik sonrası yine arkadaşları kıramadım ve bir süre Yenigayret Spor’da oynadım amatör kümede. Benim amacım fiziksel olarak çok düşmeden futbolu bırakmaktı ama bırakamadım bir türlü.
Antrenörlüğe tam olarak kaç yılında ve hangi takımda başladınız?
1990 yılında başladım. Yine Silivrispor, bu sefer antrenörlük için teklifte bulundu, daha sonra Uzunköprüspor, Beşiktaş ve Darıca Altyapıları’nda da çalıştım. Birçok takım çalıştırdım ama dört senelik Beşiktaş Altyapısı ayrı tabii; Nihat ve Yasin’in oynadığı takımın grup hocalığını yaptım.
Son yıllarda altyapıdan oyuncu yetişmediğine dair fikirleri yaygınlaştı. Konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Altyapı eğitimi, orayı bir okul gibi görmek tabii ki çok güzel şeyler ama futbol da eğitim işleri gibi. Nasıl okumaya yeteneği olmayan çocuğa “Bu çocuk okumaz!” denir, futbolcu olacak çocuk da kendini belli eder. Nihat veya Yasin’e baktığın zaman bir topçu kumaşı olduğunu görüyordunuz. Altyapılarda bununla ilgili büyük sorun var bence.
Altyapıdan söz açılmışken Beşiktaş’ın altyapıya yönelme kararını, küçülme politikasını ve ‘Feda’ sloganıyla yapılan kampanyaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Beşiktaş’ta oynarken burada (Karagümrük) oturuyordum ailemle beraber. Beş erkek kardeş aynı odada yatıyorduk. Oradan kalkıp antrenmana gidiyordum ve bir kere bile buralardan gitmeyi düşünmedim. Buradaki insanlar beni ‘Beşiktaşlı Kahraman’ olarak bildi, gurur duydu. Ben de burada hep Beşiktaş’ı temsil ettim, onun sorumluğuyla yaşadım. Çok istisnai kişiler dışında benim dönemimde futbolcuların çoğu böyleydi ama sahaya çıktığımız zaman o formanın yükünü bilir, saha dışında da o yükü omuzlarımızda hissederdik. Beşiktaş o dönemde de zorlu günler geçirdi ama seyirciye yansıtmamaya çalıştık. Neticede biz bir aileysek seyirci de çocuklarımız. Bir baba çocuklarına “Biz yoksuluz, fakiriz” dememeli.
Son olarak hoş bir anınızla bitirelim röportajımızı dilerseniz?
Beşiktaş’ta oynadığım dönemler Giresunspor deplasmanındayken Lütfü ağabeyin eşi doğum yaptı. Lütfü ağabeye çocuğuna vereceği isimle ilgili sorular soruyoruz. Lütfü ağabey de en son: “İlk golü kim atarsa oğluma onun ismini vereceğim.” dedi. Sonra bir pozisyon oldu ben golü attım. Lütfü ağabey koşarak üstüme atladı. Alnımı öptü “Oğlum benim!” diyerek.
Not: Bu röportaj Toprak Saha’nın 10. sayısından alınmıştır.