Dünya Kupası maçlarıyla Azteca Stadyumu hafızalarda unutulmaz anlar bırakmıştı. Fransız Jacky ve Bulgar Krastev’in de o stadyuma dair anıları coşku doluydu. Ta ki yıllar sonra Krastev o stadyumu ziyaret edene kadar.
“Artık dünya turuna çıkabilirim” dedi 72 yaşındaki Emil Krastev. Gençliğinde dünyayı gezmeyi çok istemişti ama doğduğu ve içinde büyüdüğü Bulgaristan’daki politik sistem ona izin vermemişti. 90’ların başında ülkesinde komünizm yıkılmıştı ve gezmek için özgürdü ama bu sefer de yeni sistemin içinde hayatta kalma mücadelesi vardı. Üstelik gençliğindeki gibi artık yalnız değildi. Evlenmiş, iki çocuğu olmuştu. Kısacası hayat onu 72 yaşına kadar hep oyalamıştı. Ama geçen sene eşi vefat edince, o yatakta o gece yalnız yatınca… “Yollara düşme zamanı” demişti kendi kendine…
Uzun bir yolculuktan sonra Kolombiya’nın Cali şehrine geldi Krastev. Kolombiya hakkında çok şey duymuştu. Caliwood Sinema Müzesi hakkında da.
Çünkü gençliğinde gezi tutkusunu bastırmak için sinemaya dört elle sarılmıştı. Özellikle 70’li ve 80’li yıllarda altın çağını yaşayan Bulgar sinemasının kamera arkasındaki gizli kahramanlarından biriydi.
Müzenin kapısından içeri girerken “Ne güzel yıllardı onlar!” diye düşündü Krastev.
Kapıda onu genç bir görevli karşıladı. Birden kendini bir grubun içinde buldu. Müze müdürü 4-5 kişilik bir gruba müzeyi gezdiriyordu. Sessiz sedasız onlara katıldı yaşlı adam.
Nedense yüzünde bir gülümse oluştu “İşte buradayım. Seyahatin yaşı olmadığının canlı kanıtıyım…” diye geçirdi içinden Krastev.
İç sesini bir başka ses böldü. “Nerelisiniz?”
Ses gruptakilerden birine aitti.
“Bulgaristan” diye cevapladı yaşlı adam: “Siz?”
“Fransa”
Adının Jacky olduğunu öğrendiği adamla kısa sürede derin bir sohbete daldı Krastev. Adam seyahat hikâyesini anlatmaya başladı ona. 48 yıl önce yarım kalan bir yarışı bitirecekti… Jacky anlattıkça anlatıyordu:
“Yaşınız sanırım tutuyor, 1970 yılında Meksika’daki Dünya Kupası’nı hatırlarsınız.”
Krastev “Nasıl unutabilirim ki…” dedi kendi kendine.
Ardından Jacky’in sorusunu cevapladı: “Bizim yani Bulgaristan’ın katıldığı ikinci ya da üçüncü turnuvaydı ve o sene çok iddialıydık. Çünkü iki yıl önce olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmıştık. İyi bir kuşağımız vardı. Ama maalesef o dünya kupasında da istediğimizi alamamıştık… O turnuva benim için Pele’ydi. Finali radyodan naklen dinlediğim ilk kupaydı. Spiker sürekli tribünlerin coşkusundan, ortamın güzelliğinden bahsediyordu. Spikerin anlattığına göre tüm stadyum Brezilya ve Pele diye bağırıyordu. İtalya’ya her gol attıklarında tüm stadyumdakiler gibi ben de yerimden havaya sıçradığımı hatırlıyorum. Pele dünyadaki en önemli futbolcuydu o zamanlar benim için. Azteca Stadı’nda, maçtan sonra omuzlara alındığı o fotoğrafı gazeteden kesip saklamıştım.”
Jacky araya girdi: “O turnuvada Çekoslovakya’ya 50 metreden aşırtma attığı gol de muazzamdı… Pele’nin turnuvasıydı o. Maalesef son dünya kupasıydı… Ama benim için turnuvanın maçı Azteca’da oynanan İtalya-Federal Almanya maçıydı. Yarı finalin daha ilk dakikalarında Boninsegna, Alman savunmasının arasında slalom yaptıktan sonra kaleci Maier’in yanından topu ağlara göndermişti. Sonra Schnellinger, karambolden eşitliği getirmişti. Maç uzatmalara gitmişti.”
“Hatırlıyorum” dedi Krastev… Ama Fransız adam heyecanla anlatmaya devam ediyordu: “Uzatmalarda goller peş peşe gelmişti. Bir İtalyanlar atıyordu, bir Almanlar… Sonunda Rivera öyle sert vurmuştu ki; İtalya’yı da finale taşımıştı.”
“Sonra da Pele çıktı sahneye…” diye ekledi Krastev.
Jacky, Bulgar adamın sözünü keserek; “Benim için finalden daha çok o yarı final maçı unutulmazdı. Keşke orada, Azteca tribünlerinde olsaydım dediğim tek dünya kupası maçıdır” dedi.
“Ee sizin 98’deki final de var?” diye sordu Krastev.
“Ben o maçta zaten tribündeydim!” diye cevapladı Jacky.
İki adam karşılıklı gülmeye başladı. Birden gruptaki herkesin bakışları ikisine çevrildi. Ardından ikisi biraz mahcup bir şekilde gülmeyi bırakıp, müze müdürünün anlatımını dinlemeye başladılar. Adam, Kolombiya sinemasını anlatıyordu…
Krastev dayanamadı, bir süre sonra; “Benim için keşke tribünde olsaydım dediğim Dünya Kupası maçı 1986’daki Arjantin’le İngiltere arasındaki çeyrek finaldir” dedi sessizce Jacky’in kulağına.
“Tabi ki… Maradona’nın yıldızlaştığı o maçı, ‘Tanrı’nın Eli’ diye anılan birinci ve İngiliz savunmasını hallaç pamuğu gibi dağıtarak attığı o ikinci golü kim unutabilir ki… O turnuva da Maradona’yı yıldız yapmıştı.” diye cevap verdi Fransız adam.
“Biliyor musun Jacky? O maç da Azteca Stadı’ndaydı. Hatta Arjantin çeyrek finalden sonra yarı final ve finali de orada oynamıştı.”
“Aa bak onu hatırlamıyorum. Yani hep orada oynadıklarını… Desene, Maradona’ya iyi gelmiş sürekli yüz bin kişinin önünde oynamak. Final de hala gözümün önünde… Maradona arı gibi çalışıyordu… Luis Brown ve Valdano’ya iki gol attırmıştı. Tamam dedim, Arjantin kupayı aldı! Bu sefer de Almanlar, Rummenigge ve Vöeller ile sahneye çıkmıştı. 2-2. Aman tanrım ne maçtı! Ama Maradona yine durmamıştı. Burruchaga’nın koşu yoluna müthiş bir pas göndermişti. O da topu ağlarla buluşturmuştu. Meksikalılar şansıymış. İki final de harikaydı!”
Krastev onaylarcasına başını salladı; “Sahi, biz bu muhabbete nereden geldik?” diye ekledi.
“1970 Dünya Kupası için Avrupa ve Amerika kıtalarını kapsayan büyük bir ralli yarışından bahsediyordum” dedi Jacky.
Çocukluğuna gitti Krastev; “Küçüktüm ama hatırlıyorum, Bulgaristan’a da gelmişti otomobiller. Hatta bizim mahalle çetesiyle Sofya’da karşılamıştık onları…” diye ekledi gülen gözlerle yaşlı adam.
Jacky araya girdi; “Evet birinci etap Avrupa’ydı. İkinci etap ise Güney Amerika’da Brezilya’dan başlayıp Meksika’da son buldu. İşte şu dışarıda gördüğün araç var ya, o yarışı bitiremedi çünkü Bolivya’da bozulmuş. İşte o aracı aldım, onardım ve şimdi de rotayı tamamlayacağım. 48 yıl önce yarım kalan bir yarışı bitireceğim. Azteca Stadı’nın önünde…”
“Azteca Stadı, bizim sinemanın altın yılları gibi…” diye aklından geçirdi Krastev.
Bir diğer tutkusu da futboldu yaşlı adamın. Dünyayı gezerken gittiği ülkelerde öncelikle yaptığı iki şey vardı. Varsa ülkenin veya şehrin sinema müzesini gezmek ve bir futbol maçı izlemekti. O sebeple yolculuğuna başladığı Meksika’da yaptığı ilk şeylerden biriydi Azteca Stadı’nda maç izlemek. Tribünde etrafına bakınırken; “Nerede o Pele’nin, Maradona’nın yıldızlaştığı, unutulmaz maçlara ev sahipliği yapan stadyum, nerede o coşkulu taraftarlar!” diye düşündü Krastev.
Ardından hafifçe mırıldandı: “Üzgünüm Jacky, belki yarışı bitireceksin ama o eski Azteca’yı bulamayacaksın!”
“Anlamadım?” dedi Jacky.
Krastev kendi kendine söylediğini düşündü. Madem Jacky duymuştu. Daha da açmalıydı söylediklerini…
“Yenilik her zaman iyi değildir! ” diye başladı. “Son yıllarda yapılan yenileme çalışmaları stadın daha modern, daha güvenli olmasını sağlamış ama Azteca’nın ruhundan da bir şeyler götürmüş sanki. Modern Amerikan sahaları gibi olmuş. Geçen America-Puebla maçını izlerken, nedense stadyum çok yabancı geldi bana… Benimki tarifi zor bir hissiyat Jacky!”
“Belki yeni bir Pele’ye, yeni bir Maradona’ya… Hatta yeni bir tanrının eli hikâyesine ihtiyacı var stadyumun!” diye araya girdi Krastev.
“Ya da o zamanlardaki taraftara! Bir dönemin… O oyuncuları ateşleyen, o Meksika dalgasını yaratan coşkulu taraftarı sanki gitmiş, yerine sürekli bir şeyler yiyen, arada bağırmayı hatırlayan taraftarlar gelmiş.”
“Futbol gibi stadyumlar da, taraftarlar da değişiyor” dedi Jacky.
“Değişmeyen tek şey geçmişin unutulmaz anıları.”