– Bir Mustafa KOÇ yazısı-
Bir hayalden yola çıkarak, aklımıza gelen ilk stadyumların şimdi ne halde olduklarına baksak şu an bulundukları yere gitsek karşımıza ne çıkacağına gelin şöyle bir göz atalım.
Ben de liseyi yatılı okulda okuyanlardanım. Hem de dağın başında bir yerde… Hafta sonu geldiğinde, yapacak hiçbir şeyimiz olmadığı için ve futbolu deli gibi sevdiğimizden, iki günü televizyon başında özellikle de Premier Ligi izleyerek geçirirdik. O yıllara dair aklımda kalan ve bende derin izler bırakan en önemli takım Arsenal’di. Tabii ki Okay Karacan’ın muazzam anlatımları dışında… Özellikle 2003-2004 sezonu, Arsen Wenger’in yıllarca inşa etmek için uğraştığı takımın zirveye ulaştığı sezondu. Bu harika takıma da Highbury Stadyumu ev sahipliği yapıyordu. Adını, Arsenal’in bulunduğu semtten alan stadyum, 1916 yılından beri Topçular’ın yuvasıydı. Bir gün oraya gitmeyi ve o stadyumu görmeyi çok istiyordum. Ancak 2000’li yılların başından sonra stadyumun artık yetersiz geliyor oluşu, takımın büyümesinin ve çağın gerekliliklerinin gerisinde kalması ve yeterli gelir elde edilememesi nedeniyle yeni bir stadyum yapılması planı ortaya atıldı. 2004 yılında başlanan yeni stadın inşası, 2006 yılında bitti ve Temmuz 2006’da Arsenal, yeni stadyumunda maçlarını oynamaya başladı. Benim hayallerimse yıkılmıştı. Muhtemelen yıkılacağını düşündüğüm Highbury’i artık göremeyecektim. Ancak sonra öğrendim ki ortaya atılan harika bir fikirle stadyumun orijinal yapısına ve şekline dokunulmadan dört tribünü dört ayrı blok halinde siteye çevirmişler. Saha ise sitenin bahçesi haline dönüştürülmüş. Yıkmadan… Bir şehrin, bir taraftarın, bir semtin ortak hafızasını toza dumana karıştırmadan… Tüm hatıralara, hikayelere saygı duyarak aynı olduğu yerde bırakmışlar. Hem de insanlara o stadyumda yaşama imkânı sağlayarak. Ya yıkılanlar, anılarımızda kalmaya mahkum bırakılanlar? Hele de bu topraklarda…
Biz Yerle Bir Edenlerdeniz
Bizler yaşadığımız şehrin kaderine yön veremeyenlerdeniz. Çünkü hep bizim adımıza karar verilip uygulandığı için sadece olup biteni izliyor bir müddet sonra ise unutuyoruz. İstanbul’un özellikle 50’li yıllardan sonra yaşadığı büyük göçlerden sonra yaşama alanları ve ulaşım sorunlarının çözülmesi için şehir büyük bir değişim geçirdi. Bu değişimle birlikte de şehrin önemli değerleri, simgeleri büyük tahribat yaşadı. Ya yıkıldı ya yer değiştirdi. Bu yüzden İstanbul’un en eski stadyumlarından Taksim Stadyumu ve Şeref Stadı da bundan etkilenenlerdendi.
Taksim Stadı, Osmanlı döneminde Taksim Kışlası olarak kullanılan binanın avlusuna yapılmıştı. Özellikle İstanbul’un işgal yıllarında şehirde futbola karşı artan ilgi ile Taksim Kışlası’nın karşısındaki Talimhane’de işgal askerlerinin yaptığı maçları izleyenlerin her geçen gün artması sonucu, Kışla’nın avlusunu stadyuma çevrilmesi fikri ortaya atıldı ve 1921 yılında Taksim Stadyumu açıldı. Daha sonraları at yarışları gibi farklı organizasyonlara da ev sahipliği yağmış olsa da daha çok Milli Takım ve İstanbul kulüpleri tarafından kullanıldı. 1939 yılında, Taksim Meydanı düzenlemesi kapsamında Taksim Kışlası’nın yıkılması ile birlikte, stadyum da tarihe karıştı. Yerine ise Gezi Parkı yapıldı.
Denize top kaçma hikayeleri ile meşhur Şeref Stadı ise, yangınları ile meşhur Çırağan Sarayı’nın bahçesine inşa edilmişti. Çırağan Sarayı’nın 1910’de geçirdiği büyük yangından sonra harabe halinde kalan saray ve bahçesi, o dönem Beşiktaş’ın yöneticiliğini yapmış Şeref Bey’in dikkatini çekmiş ve sarayın bahçesine bir saha inşa etme fikri doğmuştu. Hasta olduğu halde yaptığı yoğun girişimler ve baskılar sonucunda izni kopardı ve 1933 yılında stadyumun açılışı yapıldı. Ancak hastalığı nedeniyle Şeref Bey, stadın açılışını göremeden öldü. Verdiği emekler nedeniyle de stadyuma onun adı verildi. 1947 yılında İnönü Stadyum’u açılana kadar özellikle Beşiktaş’ın kullandığı stadyum, 1947 yılından sonra bir dönem daha Beşiktaş’ın antrenmanları için kullanıldı. Daha sonra ise terkedildi. 1986 yılında ise Saray’ın tadilat yapılıp otel olarak kullanılmasına karar verildi ve stadyum yıkılarak tekrar olduğu bölüm otelin bahçesine katıldı.
Papazın Çayırı’nı ise bu iki stadyumdan ayıran en önemli özelliği ise yıllar boyunca çeşitli değişimlere uğramasına rağmen hala bulunduğu yerin çok yakınında bir stadyumun bulunuyor ve aktif olarak kullanılıyor olması. 1900’lü yıllarda Kadıköy’de futbol oynanmaya başlanması ile kullanılan, Papazın Çayırı olarak günümüze ulaşsa da Union Clup sahası birçok değişikliğe uğradı. Daha sonra da Fenerbahçe tarafından kullanılmaya başlandı. Şükrü Saraçoğlu’nun kulüp başkanlığı yaptığı dönemde tamamen Fenerbahçe’nin kullanımına geçen stadyum en son 2000’li yılların başında parça parça yenilenerek modern bir stadyum halini aldı. İnönü Stadyumu da aynı şekilde çağın şartlarına ayak uyduramaması nedeniyle 2013 yılında yıkıldı ve Beşiktaş kulübünün kendi imkanları ile yeni bir stadyumun yapımına başlandı.
Ancak şehri en derinden yaralayan yıkım Ali Sami Yen Stadyumu’na yapıldı. Yıllarca yıkılıp yıkılmaması tartışılan, bir müddet Galatasaray’ın, Olimpiyat Stadı’nda oynamasına neden olan Ali Sami Yen, arazisine karşılık, Galatasaray kulübünün dönem hükümeti nezdinde girişimlerde bulunarak Seyrantepe’de bir arazinin kullanım hakkına devredilmesi suretiyle karşılıklı anlaşıldı. Seyrantepe’ye yeni bir stadyum inşa edildi ve Ali Sami Yen’in bulunduğu arazi imara açıldı. Galatasaray, yeni stadyuma geçtikten sonra Ali Sami Yen yıkıldı ve yerine dev kuleler dikilmeye başlandı. Karşı yapılan tüm mücadelelere rağmen nefes almanın bile zor olduğu Mecidiyeköy’de şehrin en önemli sembollerinden birinin yıkılıp yerine kulelerin dikilmesi, o şehirdeki insanların yaşam kalitesinin hiçe sayılmasının en önemli örnekleri olarak gösterilebilir.
Almanlar Vefalı
1972 Yaz Olimpiyatları için yapılan Münih Olimpiyat Stadyumu, olimpiyatlar bittikten sonra Bayern Münih ve 1860 Münih tarafından kullanılmaya başlandı. 2006 Dünya Kupası için yapılan Allianz Arena bitene kadar yani 2005 yılına kadar iki takım da bu stadyumu aralıksız olarak kullandı. Özellikle Almanya Ligi’ni domine eden Bayer,n bu stadyumda büyük başarılar sayısız şampiyonluklar elde etti. Bunların yanı sıra 1974 Dünya Kupası ve 1988 Avrupa Şampiyonası finali de bu stadyumda oynandı. Bayern Münih ve 1860 Münih takımları Arena’ya taşındıktan sonra stadyuma dokunulmadı. Hala daha hizmet vermeye devam ediyor. Ancak daha çok Münih’te düzenlenen büyük konser organizasyonları için kullanılıyor. Schalke’nin kullandığı Parkstadion ise 1973 yılında hizmete açıldı. 2001 yılına kadar da Schalke’ye ev sahipliği yaptı. 2001 yılında yapılan ve son zamanlara kadar dünyanın en modern ve en iyi stadyumlarından biri olarak gösterilen Veltins Arena yapıldı ve Parkstadion da miladını doldurmuş oldu. Ancak hemen yanı başındaki modern stadyuma nazire yaparcasına hala ayakta duruyor. Dev ekranını da Erzgebirgsstadion’a bağışlayan stadyumun, bir kısmı yıkılsa da anılarını yaşatmak amacıyla büyük bir kısmı hala duruyor. Şu an Veltins Arena’nın arka bahçesi konumunda olan Parkstadion’un ayakta kalan kısmı halen Schalke’nin etkinliklerinde kullanılıyor.
Ancak herkes Almanlar kadar vefalı olamıyor. Camp Nou’dan önce Barcelona’ya ev sahipliği yapan Camp de Les Corts stadyumu da yıkılanlar arasında. Kulüp kurulduktan sonra maçlarını oynadığı 6000 kişilik Camp de la Indústria stadyumu bir müddet sonra takıma ve şehre yetmemeye başladı. Şehrin diğer takımlarının da kullanması ve yetersizliği nedeniyle dönemin Barcelona başkanı, kulübün kendine ait bir stadyumu olması gerektiğini savunarak ilk girişimlere başladı ve bu girişimler 1922 yılında Les Corts’un açılmasıyla sonuçlandı. Zaman zaman Katalan milliyetçiliği ve İspanya’daki Faşist yönetimler nedeniyle sıkıntılar yaşanıp kapanma tehlikesi atlatsa da Camp Nou yapılana kadar 35 yıl Barcelona’ya hizmet verdi. Kulübün altın çağı olarak kabul edilen 1940’lı ve 50’li yıllara sahne oldu ve Luis Suarez, Velasco, César Rodriguez gibi çok önemli yıldızlara da ev sahipliği yaptı. Ancak takım 1957 yılında Camp Nou’ya taşındıktan sonra terk edildi ve 1966 yılında da tamamen yıkıldı.
İngilizler ise genellikle eski stadyumlarını koruyup parça parça yaptıkları yenilemelerle stadyumlarını günümüze kadar ulaştırmayı başaranlardan. Ancak Manchester United’ın Old Trafford’tan önce kullandığı Bank Street sahası, tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolanlardan. Kulübün 1900’lü yılların başında kullandığı saha, özellikle fabrikaların yoğun olarak bulunduğu bölgeye yakın olduğu için çoğu zaman ağır dumana maruz kalıyordu. Saha şartlarının da çok iyi olmaması nedeniyle dönemin başkanı John Henry Davies yeni bir stadyum yapılması için kolları sıvadı. Ekonomik kriz içinde olan kulübü bu dar boğazdan çıkarmanın yolunun şampiyonluk ve iyi bir stadyum olduğunu düşünen başkan, kendi çabalarıyla oluşturduğu kaynağı Old Trafford’un yapımı için harcadı ve 1910’da Manchester United’ın yeni evi “Düşler Tiyatrosu” oldu. Bank Street kaderi ise üzerine binalar dikilmesi ile son buldu. Manchester’ın diğer yakasının takımı Manchester City’nin 80 yıl boyunca kullandığı Maine Road da tarihe karışanlardan. 1923 yılında yapılan stadyum, Ada’da zamanının en büyüklerinden biriydi. Hatta Kuzeyin Wambley’i lakabı bile takılmıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ağır hava saldırısına uğrayan İngiltere’de Old Trafford’un bazı bölümleri de ciddi zarar görmüştü. Bu nedenle, Old Trafford onarılana kadar 1945-1949 yılları arasında Manchester United’da bu stadyumu kullandı. İki ezeli rakibe de ev sahipliği yapan stadyum 2003 yılında Manchester City’in yeni yapılan stadyumları City of Manchester’a taşınması ile kapılarını kapattı. Bir yıl sonra da tamamen yıkıldı. Yerine de site yapıldı.
Arsenal’in gösterdiği vefa örneğinin aynısından bulmak çok zor. Değişen koşullar nedeniyle eski stadyumlar terk edilip yenilerine geçildi. Bu koşullar bir taraftan da eskilerinin yıkılıp yerine koca koca binalar dikilmesine yol açtı. Tabii özellikle benim gibi futbol ve stadyum delisi insanlar için bu durum kolay kabul edilebilir bir şey değil. Fakat lise yıllarında izleyip kafaya koyduğum şeyi, Arsenal’in uyguladığı harika fikir sayesinde gerçekleştirebildim. Yıllar sonra aynı formda olmasa da stadyumu, bahçeye çevrilmiş sahayı ve The Arsenal Stadium yazını görebilmek büyük mutluluktu. Tellerin arasından bahçeye bakarken Bergkamp’ın pasıyla soldan içeri giren Henry’i gözlerinde canlandırmak da, o an The Clock End’in hep birlikte ayağa fırladığını hissetmek de ayrı bir güzellik.