Afrikalı futbolcular, dünya transfer borsasında yıllar geçtikçe daha da değer kazanıyor. Bosman kurallarıyla Avrupalı kulüplerinde gözdesi olan Afrikalı sporcular, insan gücü ve madenlerden sonra Avrupalıların yeni sömürü kaynağı.
Avrupalılar, ‘medeniyet getirmek’ için uğradıkları Kara Kıta’ya din ve futbolu götürür. Kiliselere gelen Afrikalı çocuklar, ‘beyaz adamın’ oynadığı ayak topuyla tanışır tanışmaz doğuştan gelen fiziksel özelliklerini meşin yuvarlak eşliğinde göstermeye başlar. Fakat Avrupalı, onları kendi kategorisinde görmez pek. Onlar için birkaç yıl sonra iş güçlerinden yararlanacakları çocukların olanı biteni unutma oyunudur futbol.
İlk çabalar
Bu önyargıyı kırma yolunda ilk adımlar, 1800’lerin sonunda sahalarda boy gösteren Arthur Warton ve Andrew Watson’dan gelir. 1900’lerin başında ise bu ikiliye Tottenham’da oynayan Walter Tall eklenir. Andrew Watson, İskoç milli takım formasını da giyerek Avrupalıların 20. yüzyılda sıkça başvuracağı ‘devşirme’ politikasının ilk örneği olsa da renk ayrımını ortadan kaldıramaz. Çünkü büyük ağabey İngiltere, milli takımında bir siyahi oyuncuya yer vermek için yaklaşık yüz yıl daha o bütün cihana nam salmış muhafazakarlığıyla bekleyecektir…
İlk Afrika asıllı futbol yıldızını, ilerleyen yıllarda bu konuda bir ustaya dönüşecek olan Fransızlar çıkartır. Fas asıllı Larbi Benbarek, Avrupa topraklarında parlayan ilk Afrikalı yıldız olur. Raymond Kopa’nın, hakkında ‘O kupayı izledikten sonra Fransızlar, Kuzey Afrika’da futbol oynandığını anladı’ dediği Kuzey Afrika Şampiyonası’nda boy gösteren Benbarek, genç yaşta Marsilya’nın dikkatini çeker ve Fransa’yı büyülemek için yola koyulur. Muhteşem oyun bilgisi ve tekniğiyle Fransa Milli Takımı’na kadar yükselen Benbarek (Fransız Milli Takımı’nın ilk Afrika kökenli oyuncusu), İkinci Dünya Savaşı’yla bölünen kariyerini 1956’ya kadar sürdürür. Oyun stilini anlatmak için Pele’nin ‘Ben futbolun kralı isem, o Tanrısıdır’ sözünü hatırlatmamız yeterlidir aslında. Benbarek, doğum yeri olan Kazablanka’yı Hollywood’dan önce tüm Avrupa’ya hatta dünyaya duyurmuştur…
Benbarek’in Avrupa’yı salladığı yıllarda Afrika’da aynı etkiyi gösteren ve futbol kariyerinden sonra yönetici olarak da büyük bir yıldıza dönüşecek olan Ydnekatchew Teesema’nın adı Doğu Afrika’dan duyulmaya başlar. İtalyan sömürüsünden kurtulmaya çalışan Etiyopya’nın kahramanı olan Tessema, kariyerini geçirdiği Saint-George SA formasıyla çıktığı 365 maçta 318 kez fileleri havalandırır. Avrupa’da boy göstermesinde en büyük engel olan ırk ayrımcılığına karşı savaşmaya kendini adayan Tessema, Afrika Futbol Konfederasyonu’nda görev aldığı süre içerisinde Dünya Kupası’nda Afrikalı takımlar için kontenjanın genişletilmesi ve Avrupa’daki renk ayrımına karşı yürüttüğü faaliyetlerle Afrika futbolunun ilk yıldız ‘futbol adamı’ olur.
Salif Keita ve Laurent Pokou sahnede
60’ların sonuna doğru ise seslerini duyurma sırası Batı Afrikalılara gelmiştir. Mali’nin Real Bamako takımında bir efsaneye dönüşen Salif Keita, artık Avrupa’ya açılmanın zamanı geldiğini hisseder ve döneme damgasını vuran Saint Etienne’e transfer olur. Yeşillerle yaşadığı şampiyonluklar ve attığı gollerle kendini kanıtlayan Keita, 1972’de Marsilya’nın yolunu tutar. Fakat göçmenleri Fransızlaştırma konusunda büyük bir tutkuya sahip Marsilya, Salif Keita’yı pek mutlu etmez. Fransız vatandaşı olması yönünde yapılan baskılar onu İspanya’ya sürükler. Valencia’daki ilk yıllarında ırkçı söylemlere maruz kalsa da İberya’da da kendisini kanıtlar. İberya’daki gösterisini Sporting Lizbon’daki performansıyla tamamlar ve dönemin bütün büyük oyuncuları gibi kariyerini Amerika’da noktalar. Salif Keita’nın Fransa’da bıraktığı etki henüz tozlu sayfalara karışmamıştır ki Fildişi Sahilleri’nden gelen doğal yetenek Laurent Pokou, Afrika futbolunun gücünü hatırlatır tüm Fransa’ya. Pele’nin, ‘Brezilyalı olmalıydı’ dediği Pokou, Stade de Rennais’de gösterdiği performansla, yaklaşık 30 yıl sonra ortalığı yıkacak Fildişi fırtınasının ilk esintisi olur. Aslında Pokou’nun Fransa‘da bıraktığı etkiyi ünlü Fransız hakem Michel Vautrot gayet güzel özetler: “Platini, Beckenbauer, Giresse, Pele hepsi muhteşem oyunculardı ama 16 Mart 1974’de Stade de Rennais formasıyla Saint Etienne’e karşı oynayan Laurent Pokou gibisini görmedim”. Salif Keita ve Pokou’nun iz bırakan performanslarıyla Avrupa’daki Afrikalı futbolcu sayısı artmaya başlasa da her Afrikalı futbol emekçisi gurbet ellerde başarılı olamaz. Ülkesinin futbol tarihinde önemli bir yeri olan Ganalı İbrahim Sunday’in başarısız Werder Bremen macerası bu hayal kırıklıklarına en güzel örneğidir.
Zafer çok yakın
80’ler, dünyanın gidişatını ‘Tüket!’ sloganıyla değiştirmeye hazırlanmaktadır. Avrupalılar da bu zehri yavaş yavaş meşin yuvarlağa enjekte etmeye başlamıştır. Afrika ise değişimi daha masum ve olumlu yaşar. 1982 Dünya Kupası, bugün Afrikalı futbolculardan bahsedilmesinin ilk sebebi olur. Kamerun Milli Takımı, Afrika’da oynananın ‘futbol’ olduğunu kanıtlar. Efsane kaleci Thomas N’Kono ve zaten o sıralarda Bastia’da forma giyen Roger Milla, dünya futbolunun seyrinde ufak bir değişiklik yapar. Thomas N’Kono, turnuva sonrasında dokuz sene kalesini koruyacağı Espanyol’a transfer olur, Roger Milla ise kariyerindeki en şık sükse için sekiz sene daha bekleyecektir… Sadece Kamerun duyurmaz Afrika’nın sesini. Kuzey Afrika’dan gelen Cezayir de, oynadığı futbol ve yıldızları Madjer’le göz doldurur. Kamerun ‘kader’e yenik düşerken Cezayir de ‘Alman-Avusturya iş birliğiyle’ kupaya veda eder. Madjer, kupa sonrasında önce Fransa’ya uğrar, oradan da aktarmalı olarak Porto’ya geçer. Madjer’in 1987 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde Bayern Münih’e attığı şık golden bir yıl sonra ise ‘Dünya Çapındaki İlk Afrikalı Yıldız’ Weah, Avrupa’ya ayak basar. Fofana ile birlikte Monaco’nun hücum hattına bolca hareket ve bereket katan Weah, her ne kadar Monaco yıllarında Fofana’nın gölgesinde kalsa da ilerleyen yıllar Weah’a bir güzellik yapar ve Weah, 1995 yılında Avrupa’da Yılın Futbolcusu Ödülü’nü ( Ballon d’Or) kazanan ilk Afrikalı olur.
İtalya 90 ve Ajax etkisi
1990 Dünya Kupası ve bu kupadaki Kamerun performansı, dünyanın dört bir yanında Afrika futbolu sevdasını başlatır futbol severlerin kalplerinde. 38’lik Roger Milla’nın golleri ve kutlama dansı, Omam-Biyik’in inanılmaz atletizmi ve Thomas N’Kono’nun 1982’yi aratmayan performansı dünyadaki genç futbol severlerin bu isimleri büyük bir hayranlıkla hafızalarına kazımasını sağlar. Öyle ki Gianluigi Buffon’un kaleci olmasının nedeni, ne ‘büyük’ Dino Zoff ne de ‘Çılgın’ Walter Zenga’dır. Buffon’u üç direk arasına koyan sebep N’Kono’nun müthiş Dünya Kupası performansıdır… 1990’da Kamerun ve 1995’te Weah’la Afrika için epey aralanan Avrupa kapıları, ‘Altyapı’ kelimesini tüm dünyaya ezberleten Ajax’ın da devreye girmesiyle adeta otomatik kapı halini alır. Finidi ve Kanu gibi genç yetenekleri Avrupa futbol sahnesine takdim eden Ajax’ın ekmeğine Bosman ve kuralları da yağ sürer. Oyuncu dolaşım hakkı ve yabancı oyuncu sınırının kaldırılması küçük Avrupa kulüpleri için ‘elveda başarı’ anlamına gelse de Afrika için ‘hoş geldin yabancı’ demektir.
Ajax, Güney Afrika’da açtığı futbol okulları ve Ajax Cape Town takımıyla alt yapı anlayışını Avrupa’nın dışına taşıdı ilerleyen yıllarda. Büyük kulüpler ve bu kulüplerin gözlemcileri de bu açılıma kayıtsız kalmadılar tabi. Fizik gücünün bir oyuncuda aranan ilk özellik olmaya başladığı 2000’lerin futbolunda paralı kulüpler dermanı Kara Kıta’da buldu. Manchester United yetenek avcısı Tom Vernon’un ‘Papa Boupa Diop Şablonu’ olarak adlandırdığı sistemle fiziksel olarak Avrupalıların çok üstünde olan Afrikalı gençler, Avrupa’nın her takımına ‘aranan kan’ olarak sunulmaya başlandı. Bu sistem Opoko Nti (Ganalı Zico), Jay Jay Okocha ve Kanu gibi tekniğe dayalı futbol oynayan gençler için bir handikap olsa da Avrupalılar, Afrikalılarda kas gücü aramaya devam ediyor.
Futbol esnafları
Avrupalıların, uğurlarına bambaşka bir transfer dünyası yarattığı Afrikalı oyuncular ise kurtuluşu matadorlukta gören Manuel Benitez (El Cordobes) misali futbola sarılmayı ve çıkış yolunu aramayı sürdürüyor. ASEC Mimosas, Canon Yaounde, Africa Sports National, Liberty Professionals, ACB Lagos ve Heartland (eski adıyla Iwuanyanwu Nationale) Avrupalıların yararlandıkları ve futbolda kurtuluşu arayan Afrikalı gençleri neredeyse bedavaya transfer ettikleri kulüplerden en önemlileri. Bunların dışında eski Afrikalı futbolcuların faaliyete soktuğu futbol okulları da bu iki madenden (Afrika’da açtıkları futbol okulları ve Afrika takımları) yararlanamayan Avrupalılar için alternatif olarak cepte bulunuyor. Salif Keita’ya ait olan Centre Salif Keita futbol okulunda parlayan Mamodou Diarra ve efsane Salif Keita’nın yeğeni Seydou Keita, bunun en göz önünde olan örnekleri.
Özellikle Belçika, Hollanda ve Fransa kulüpleri Afrika’dan düşük maliyetle transfer ettikleri genç yetenekleri paralı kulüplere dudak uçuklatan rakamlarla satarak futbol esnafı olmayı, eski başarılı günlerine tercih ediyor. Bu kulüplerin, gün geçtikçe Avrupa arenasından yok olması, ‘adaletsiz’ dediğimiz futbolun adaleti mi? sorusunu akıllara getirirken, Afrikalı gençlerin topla olan maharetinden ziyade araba misali kaç beygir gücünde olduğunu tartan Avrupa Devleri’nin bu tavrı, Zafer Algöz’ün Şerif Lloyd karakterinin unutulmaz repliğini yüzümüze çarpıyor: ‘Kölelik dediğin öyle birden bire kalkar mı? Yavaş yavaş galdırıyok işte’.