1950’lerde Türkiye’de kaleci dendi mi, çocukluk arkadaşı Turgay Şeren ile onun adı geçerdi. Vefa İdman Yurdu, Fenerbahçe kaleleri derken kariyerinin son yıllarında soluğu Avusturya, Salzburg’da aldı. Orada da beş sene oynadı. 1967’de, Almanya’da teknik direktörlük okuluna gitti. Altı ay eğitim aldıktan sonra İstanbul’a döndü. Genç Milli Takımı, Kadın Milli Takımı, Trabzonspor, Fenerbahçe gibi takımlarda 37 sene antrenörlük yaptı. Futbol hayatı ve kalecilik üzerine, Türk futbol tarihinin bir dönemine damgasını vurmuş “Lastik” Şükrü Ersoy ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Herkes sizin futbola başladığınız takımı Vefa İdman Yurdu olarak bilir. Ancak öncesinde bir Fenerbahçe hikâyeniz var. Futbola başlama hikâyenizi anlatabilir misiniz?
1945 senesiydi… O zamanlar tabii mahalle maçları vardı. Ben de 14 yaşındaydım. Bir gün Anadoluhisarı’ndaki sahada kendi aramızda mahalle maçı yaparken beni Sabri Kiraz görmüş. O da Fenerbahçe’nin eski kalecisiydi. Sabri Abi, aldı beni Fenerbahçe Kulübü’ne getirdi. Genç takımda oynamaya başladım. Takımın bir parçası olunca kulüp beni Boğaziçi Lisesi’nde okuttu. O zamanlar Fenerbahçeliler, Boğaziçi Lisesi’nde; Galatasaraylılar, Galatasaray Lisesi’nde okurdu. Aslında ailem tıpkı babam gibi eczacı olmamı isterdi. Olmadım, olamadım. İyi ki de olmamışım. Çünkü bugün sokağa çıktığımda tanınıyorum. Eczacı olsaydım, böyle tanınan biri olamazdım.
Peki, o dönemde tuttuğunuz bir takım var mıydı?
Sabri Abi, beni Fenerbahçe’ye getirmeden önce de Fenerbahçeliydim; Fenerbahçe aşığıydım. İdolüm de zaten Fenerbahçeli Cihat Arman’dı. Onun kalecilik stilini hep örnek alırdım. Hatta bir gün evde onun gibi atladım, kolumu kırdım. O zamanlar Kadıköy Altıyol’da oturuyorduk. Anneme bağırdım, “Anne kolumu kırdım!” diye. “Oh, iyi olmuş.” dedi, inanmadı. Sonra aşağıya indim, gördü ne halde olduğumu da, öyle inandı.
Sonunda idolünüzle aynı takımda yer aldınız…
Cihat Arman’ın bende çok emeği vardır. 1942’de beni yanına çağırdı. “Bundan sonra sen hep burada olacaksın. Ben kaleciliği bırakacağım. Ondan sonra kaleye sen geçeceksin.” dedi. Ben çok sevindim. Hatta genç takımda maaşım 25 liraydı. 100 liraya çıktı. Ben çok mutlu oldum tabii…
Her şey güzel giderken birden Vefa’ya transfer oluyorsunuz. Neden?
1949 senesinin yazıydı… Bir gün Fenerbahçe sahasının oraya gittim. Yanımda da arkadaşım Melih Ilgaz var. Gazete almıştım. Bir açtım gazeteyi; Fenerbahçe, Erdal Kocaçimen’i aldı yazıyor. Çok şaşırdım. Hani ben oynayacaktım diye… Erdal Abi de 1-1,5 ay önce milli takımda oynadı. Yine mi yedek kalacağım diye çok üzüldüm. Melih de, “Bunlar seni oynatmazlar. Gel ben seni Vefa’ya götüreyim.” dedi. Ya olur mu falan derken bir baktım, kendimi o zamanki Vefa başkanı Remzi Tatari’nin yanında buldum. 5000 lira para aldım. 250 lira da maaş deyince tamam dedim. O zamanın parasına göre çok iyi paraydı. Benim gibi bir çocuk için özellikle. Haftalık 2.5 lira para alıyordum yani. İki sene orada oynadım. O zamanlar da Vefa’nın en iyi zamanlarıydı… Takımdan sekiz kişi Milli Takım’a gidiyordu. Sonra bir ara askere gittim geldim. 1953’te de Fenerbahçe’ye geri döndüm.
Bildiğimiz kadarıyla çocukluğunuzda futboldan önce boksla ilgileniyorsunuz. Bokstan futbola nasıl geçtiniz?
Fenerbahçe alt yapısında oynamaya başlamadan önceHaydarpaşa Lisesi’ne gidiyordum. Beni hiçbir takıma almadılar. Ben de ne yapayım, ne yapayım diye düşünürken boks yapayım dedim. Spor yapmayı çok istiyordum çünkü. Spora karşı yetenekliydim de… Daha sonra basketbol ve voleybol da oynadım. Koştum da hatta. 400 metrede İstanbul gençler birincisiydim. Boksa da öyle başladım. Mektepte Abdullah Tomlu vardı. O, 11. sınıfta, ben de 7. sınıftaydım. O öğretiyordu boks yapmayı. İlk başlarda sadece gard falan alıyordum. Bu durum hoşuma gitti baya…“Bir de eldivenle deneyelim” dedi Abdullah Abi. Giydik eldivenleri… Bir vurdu, burnum çok acıdı. Bir daha dedim tövbeler tövbesi. E, o zaman çocuğuz bir de. Mahallede arkadaşlarla kavga ettiğimiz zaman onları döveriz, dayak yemeyiz kimseden diye başlamıştım. Ama işte o anda boksu bıraktım.
Bokstan canınız acıdığı için uzaklaşmışsınız ama kalecilik de futbolda en can acıtıcı mevkii.
Hele de o zamanlar… Mesela tekmelik diye mektep kitapları koyardık çoraplarımıza. Kıyafetlerimiz desen, yağmurda ağırlaşırdı. Ama o fiziksel acımayla bu acıma bir değil. Üstelik futbolda acının olmadığı zamanlar da var. Bir zevk var. Boksta ise tam manasıyla yumruk atıyorsun, yumruk yiyorsun. Benim yapabileceğim bir şey değildi. O yüzden ayrıldım zaten.
Peki, boksun kaleciliğinize bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Reflekslerinizin gelişmesine etkisi olmuş mudur?
Yok. Benim fiziki yapım çok müsaitti kalecilik için. O çabukluk, esneklik… Lastik gibi kaleci derlerdi zaten bana. O dönemde herkesin bir lakabı vardı. Bana da ‘Lastik Şükrü’ derlerdi.
Lakabınız nasıl çıktı peki?
Çok çevik ve çabuk olduğumdan çıktı. Kim taktı, hatırlamıyorum. Birisi taktı. O, ona söyledi, öyle yayıldı. İsmimiz ‘Lastik Şükrü’ olarak kaldı.
O dönemki kaleciliğinizi nasıl tanımlarsınız?
Çizgi kalecisiydim… Kaleye gelen şutlara hamle yapardım. Plonjon yapardım. Hatta gazeteciler özel poz alırlardı. O zamanlar gazeteciler sahada yanımıza kadar gelirlerdi. Böyle iyi bir poz yakalayamadıklarında “Şükrü Abi, bir şey yap.” derlerdi. Ben de bir plonjon yapardım. Ertesi gün gazetelerde o fotoğraf çıkardı.
Bir nevi Cihat Arman ekolündensiniz diyebiliriz. Onu özel kılan özellikleri neydi?
O zaman bütün kaleciler o tipte kalecilerdi. Ama Cihat Abi, hakikaten müthiş bir kaleciydi. O daiyi plonjonlar yapardı. Zaten o zamanlar kalecilik oydu. Zaten o zamanın futbolunda seyirciler futbolculara aşık olurdu, sonra onların oynadıkları takımlara gönül verirlerdi. Futbol daha serbest oynanırdı. Bu kadar pres, bu kadar kademe yoktu. Onun için futbolcu çalımı rahat yapardı. Bu yüzden Lefter, Büyük Fikret gibi topçuların oyun stilleri seyirciye daha hoş gelirdi. O kadar bozuk sahalarda oynamamıza rağmen hem de… Hatta Turgay (Şeren) ile bir fotoğrafımız var: Belimize kadar çamura batmışız.
Aslında pres kaleciyi rahatlatan bir şeydir. O zamanlar pres olmayınca size daha çok iş düşmüyor muydu?
Tabii, normalde kaleciye daha çok iş düşer ama o zaman kuvvetli çok takım yoktu ki. Fenerbahçe’de oynarken bizim en büyük maçlarımız Galatasaray’la, Beşiktaş’la idi. Bir parça Vefa, belki Ankara’ya gidersen Ankaragücü’yle oynarken bir top gelirdi. Onun dışındakiler zaten 4-0, 5-0 biterdi. Ama 5-0 önde olduğun bir maçta bir tane gol yerdin, “Bir top geldi, yedi.” derlerdi. Öyle deli olurdum ki. Bazen oluyordu. Bir top geliyordu. O da gol oluyordu. Yapacak bir şey yok. Zaten oyun rakip sahada olduğu için ısınamıyorsun ki…Sonra bir top geliyor, o da köşeye gidiyor. Hâlbuki sürekli top gelse, atlayacaksın, zıplayacaksın. İki tane kurtarış yapacaksın.
Kendinizi Fenerbahçe’de kabul ettirmeniz de zor olmuş. “Çoluk çocukla mı oynayacağız?” denmiş hatta…
1948’de Beykoz karşısında ligin son maçını oynuyoruz. Şeref Stadı’nda… Beni ilk 18’e almışlardı. Ama oynama umudum yoktu. Oysa Cihat Abi, Sabri Abi’ye oynamıyorum demiş. Sabri Abi, “Ben de oynamıyorum. Şükrü oynayacak.” dedi. Birden şaşırdım ben de. O zaman takımımızda Taka Naci (Bastoncu) vardı. O da kalktı, “Ya böyle çoluk çocukla mı oynayacağız.” dedi. Neyse ben oynadım o maçta. 2-0 yendik. İyi de oynadım. Fenerbahçe’de ilk maçım da odur. Naci Abi, maç bittikten sonra yanıma geldi.“Ya sen neymişsin!?” dedi. Aferin diyerek başımı okşadı.
O maçta Cihat Arman’ın meşhur sarı kazağını mı giymiştiniz?
Evet, o meşhur sarı kazağı giydim.
Bir de Dünya Kupası maceranız var.
O zaman Dünya Kupası elemelerinde İspanya ile eşleşmiştik. İlk maçta Madrid’de ben oynadım. İlk devre 1-1’di. Sonra 4-1 mağlup olduk. İkinci maçı bizim sahada oynadık. 1-0 yendik. Bu sefer tur üçüncü maça kaldı. O maç da tarafsız sahada Roma’daydı. Hemen üç gün sonra Roma’ya gittik. Turgay sakatlandı. Ben girdim oyuna. Gayet de iyi oynadım. Yani öyle söylediler… Hatta o maçtan sonra Juventus istedi diye dedikodular da çıkmıştı. Beraberlik bozulmayınca iş kuraya kaldı, şanslı olan bizdik ve 1954 Dünya Kupası’na gitme hakkı elde ettik.
O kura nasıl gerçekleşti? Franco diye bir çocuk çekmiş kurayı.
Kura çekilecek. Puanlar eşit. Averaj yok o zaman. Onlar bizi yendi. Biz burada onları yendik. Üçüncü maç da berabere kalınca 1-1 bu seferde kura çekimine geldi sıra. Oradan bir çocuk çağırdılar. Franco’ymuş ismi. Bir çekti… Türkiye… İsviçre’de de nasıl olsa İspanya gelecek diye ona göre hazırlanmışlar. Bütün tabelalarda falan hep İspanya yazıyor. Sonra üstünü çizmişler. Türkiye yazmışlar. Yani Roma’da büyük sürpriz yaptık.
İstanbul’daki maçı kazanınca, Roma’daki maç için de bir umut doğdu değil mi?
Aslında ümidimiz yoktu. Dediğim gibi o zaman İspanya çok güçlüydü. Aslında tur atlayanın bizolmamamız lazımdı ama oldu işte! Dünya Kupası’nda ilk maçı Almanlar ile oynadık, 1-0 öne geçtik ama yenildik. Kore’yi yendik, Almanlar ile oynanan ikinci maçta oynadım.
Dünya Kupası’na nasıl hazırlandınız?
Hazırlık evresini Yıldız Parkı’nda yaptık. Şimdi çağ değişti, eskiden Milli Takım’da oynamak önemliydi. Oynayan abilerimize bakardık “Bu nasıl insan” diye. Yemeklerimiz eski Liman Lokantası’ndan gelirdi. Boyuna koşardık, yaptığımız antrenman bu! Şimdilerde Milli Takım’da prim alınıyor, prim almak ne demek ya? O formayı giymek başlı başına acayip bir şey. Şimdi para alıyorlar, biz para verecek durumdaydık. O dönemde nerede şimdiki oteller; ranzalarda yattık.
Yıldız Parkı’na ranzalar konuldu diyorsunuz ama Dünya Kupası’na gidince otelde, profesyonelce ağırlandınız. O dönem Avrupa ile aramızda çok fark var diye düşündünüz mü?
Dünya Kupası’ndan ziyade, Almanya seyahatini unutamıyorum. 1951’de Almanya’ya ilk gidişimizde sokakları yıkık bulduk, o dönem Berlin’de savaş sonrasının etkisi vardı. İlk yemeğimizi baraka gibi bir yerde yedik, yine de yemekler güzeldi. Bize “Bir dahaki gelişinizde sizi çok daha güzel ağırlayacağız” dediler, hakikaten sonraki yıllar çok güzel ağırlandık.
Dünya Kupası’ndan döndüğünüzde artık Fenerbahçe’nin as kalecisiydiniz. O dönem de (1950’ler) Fenerbahçe’nin başarılı yıllarıydı. O dönemki futbol genel olarak nasıldı?
Göze hoş gelen bir futbol oynanırdı, bugün baktığınızdaysa fazlasıyla pres uygulanıyor. Mesela o zaman Voleci Recep (Görkey) vardı, Süleyman Seba ortayı yapar, o da vole vururdu. Şimdi vole vuran adamı bırakırlar mı? Adamın ciğerini alıyorlar; itiyorlar, kakıyorlar. Sahalar çok bozuktu, o sahalara rağmen yüksek teknikli oyuncular vardı. Şimdi sahalar iyi ama o teknikte oyuncu maalesef yok. O dönemde Lefter (Küçükandonyadis), Kadri (Aytaç), İsfendiyar (Açıksöz), Ali İhsan (Karayiğit) gibi futbolcular teknikleri ile öne çıkarlardı.
Tekniğin iyi olmasında sahaların bozuk olmasının etkisi var mıydı?
Vardı tabii, Anadolu’daki sahalarda çimen falan yok. Bir tek İnönü’de var. İstanbul Ligi orada oynanırdı zaten. Avrupa’ya gittiğimizde çime bakar, “Bu nasıl çim yahu?” derdik. Sonra buraya geliyorduk; toprak. Hele ki İzmir Alsancak Stadyumu!
O dönemde Turgay Şeren ve siz, iki büyük takımın kalecisiydiniz ama aynı zamanda çocukluk arkadaşıydınız…
O, benim mahalle arkadaşımdı. Karşı tarafta Talimhane’de bir Yahudi takımı vardı. Adı, Sarıyıldız. Orada da beraber oynardık. Hattamahalle takımında o santrafor oynardı. Bir gün İnönü Stadyumu’nda maç yapıyorduk… Ben Boğaziçi Lisesi’nin takımındaydım, o ise Galatasaray Lisesi’nin takımındaydı. Bir baktım Turgay kalede. “Ne işin var kalede?” diye sordum. “Mehmet Ali Hoca beni kaleci yaptı” dedi, sonra da hep kaleci kaldı. Boyu uzundu; iyi basketbol, voleybol da oynardı. Kendisi de bilir, iyi santrafordu. Turgay kaleciliğe başka bir dönemi getirdi. Ben çizgi kalecisiydim ama Turgay, altı pasa çıkardı. Hele şimdi daha da çok çıkıyorlar. Ayaklarını çok iyi kullanıyorlar, arkada kopuk libero gibi oynuyorlar. O dönemde o öyle oynardı.
Turgay Şeren’in sürekli toplara çıkmasında, çizgi kaleci olmamasında sizce santrafor olmasının payı var mı?
Biz o zaman Avrupa takımları ile özel maçlar yapardık. İstanbul’a bir İngiliz takımı geldi. Onun kalecisi de çıkıyor, yumruk vuruyor. Eh bizim Turgay da uzun boylu, boylu poslu o da çıkıp vuruyordu. Zaten ondan sonra kaleciler öyle oynamaya başladılar. Şimdi kalecilerin ayak tekniği de iyi olmalı. Mesela yıllar önce Fevzi, Galatasaray maçında ayağının altından top kaçırdı. Böyle hatalar da olur. Ben de bir kere, Galatasaray maçında topu tuttum hemen kalktım ve Metin’in önünden topu Osman’a attım. Osman da dalmış gidiyor. Top üstümden gitti gol oldu. 2-1 kazandık ama o golü de yedik.
Bir de Galatasaray maçıyla ilgili bir anınız varmış…
İlk maçımı oynuyorum Vefa’da, Galatasaray’dan dört tane yedik. Arkadaşlar geldi; Selahattin, Galip Abi. “Ya hiç üzülme, biz de haftaya Turgay’a dört gol atacağız” dediler. Hiç aklıma yatmadı, bir baktım sonraki hafta dört tane attık! Bir de yedi gol yediğim maç var Milli Takım’da, yedim de altında kaldım. Bekliyorum, birileri daha çok gol yesin. Sonra Fenerbahçeli Yaşar Duran çıktı, İngiltere’den sekiz gol yedi. Havalimanına gittim, tebrik ettim!
Uluslararası maçta fazla gol yemek nasıl bir psikoloji yaratıyor?
Ulvi Yenal da 7 gol yemişti, 1928 Olimpiyatları’nda Mısır’a karşı oynanan maçta. Şimdi maç bitti, otobüse gireceğim. Yenal da kafile başkanı. “Ya üzülme, ben de yedi tane yemiştim, şimdi sen yedin” demez mi? Sonra üstümde kaldı. Yaşar sekiz gol yiyince “Oh, üstümden gitti” diye sevindim.
Galatasaray maçında santraya kadar takla atmışsınız…
Galatasaray ile oynayacağız. Şampiyon olmak için kazanmamız lazım. Üçüncü gol atılınca ben santraya kadar gitmesem de takla ata ata ceza sahasını geçmiştim. O zaman Galatasaray’ı yenmek, lig şampiyonu olmaktan daha güzeldi. İnsanlar birbirlerine daha çok sevgiyle bakarlardı.
Sahada bir uğurunuz var mıydı?
Siyah giyerdim. Bilmiyorum, her futbolcunun kendine has hareketleri oluyor. Bir anlamı yoktu aslında, siyah hoşuma giderdi. Yakışıklı bir adamdım, hala görenler yakışıklığın gitmemiş derler!
Metin Oktay’ın ağları delen golü zamanında siz Fenerbahçe’deydiniz ama kalede değildiniz. Golü görmüş müydünüz?
Tabii, o dönem yedek kaleciydim. O zamanlar bazı ağlar yırtıktı, direkle ağın birleştiği yer çürük olabilirdi. Top ağları delip geçmişti, şutun şiddetinden miydi yoksa ağların durumundan mıydı bilmiyorum.
Peki, size göre iyi santraforlar kimlerdi?
Şükrü Gülesin, Melih Kotanca gibi futbolcular vardı. Melih, atletizmden gelmişti. Gemide çalışır, oradan çıkar maça gelirdi. Onun bir Galatasaray maçında kolu kırılmıştı, ben de kale arkasında top toplayıcıydım. O zamanlar bize “iki buçukluk” derlerdi. Fenerbahçe sahasına arka taraftan kaçak girerdim. Cihat (Arman) Abi’nin arkasında çok top topladım. Galatasaraylı Reha (Eken) da müthiş bir santrafordu. Aynı şekilde Feridun Buğeker. İzmirspor’un santraforu Tarık (Gençay). İstanbul’da oynamadı ama o da çok iyi futbolcuydu. Burhan Sargın’ı da sayabilirim. Gündüz Ağabey (Kılıç) de iyi forvetti. Onunla ilgili de hoş bir anım var. Biz tribünde maçı izliyoruz, Gündüz Ağabey bir gol attı. “Ben o golü yemem” dedim. Aradan 15 gün geçti, Galatasaray’la oynuyoruz… Gündüz Ağabey gol attı ve bana dönüp, “N’aber, hani yemezdin!” dedi. Yahu ben gol yemem demedim ki, ‘o pozisyonu’ yemem dedim. Orada kalecinin duruş hatası vardı.
Puskas’a karşı da oynadınız, uluslararası düzeyde karşılıklı oynadığınız en iyi futbolcular kimlerdi?
Puskas’ın yanında Gento’yu da sayabilirim. Puskas sol içte oynardı, daha çok oyun kuran bir modeldeydi. Di Stefano da var tabii. Avrupalı golcüler topa çok iyi vuruyorlardı, bugünkü Mario Gomez gibi. Onun gibi Gerd Müller vardı. Sandor Kocsis’i de unutmamak lazım. Topa çok iyi vuran oyunculardı. Ama mesela bizim Burhan Sargın, öyle topa çok iyi vuran bir isim değildi yine de pozisyonunu bulduğu anda top bir şekilde kaleye girerdi. Savunmanın korktuğu oyunculardır bunlar, fırsatçıdırlar. Topu koklarlar, bu da bir kabiliyettir.
Vuruş geliştirilebilir ama diğeri kabiliyettir diyebilir miyiz?
Futbol öyle bir oyun ki, oynayarak bir yere gelinir.
Salzburg’a transferiniz nasıl oldu?
1962 sezonunun sonunda Fenerbahçe ile kontratım bitmişti. Ben hep uzatacağız diye düşünüyordum. Nitekim yöneticilerle konuştuk ama ”Şükrü seninle mukaveleyi uzatmayacağız, istediğin kulübe gidebilirsin. Her türlü kolaylığı sağlarız” dediler. O sırada takıma Özcan Arkoç transfer edilmişti. Ben de “Tamam” dedim. Gidebileceğim takımları düşünmeye başladım. Zaten nereye gidebilirsin ki; ya Galatasaray’ ya da Beşiktaş’ gidersin. Onlarda da iyi kaleciler vardı. Bir gün Necati Bilgiç ziyaret etti beni. Ignac Molnar, Avusturya’da Salzburg takımını çalıştırıyormuş. Necati’ye telefon etmiş; oralarda iyi bir kaleci var mı diye. Necati de beni tavsiye etmiş Molnar’a. Ben de böylece Salzburg’a gittim. Yoksa futbolu bırakıp, emlakçılığa başlayacaktım. İyi ki de gitmişim. 4.5 sene orada oynadım.
Avusturya’daki futbol ortamı nasıldı?
Bambaşka… Şimdi biz burada mağlup olduğumuzda bir hafta sokağa çıkamazdık. Hele bir çık, adamı linç ederlerdi: ”Utanmıyor musun?” diye…Orada ise mağlup da olsak, galip de olsak fark etmiyordu. Akşam dilediğin dışarı gibi çıkabiliyorduk. Orada insanlığı öğrendim. Şehir de çok güzeldi. Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Çok iyi arkadaşım oldu. Bizim takımda dünya çapında yıldız yoktu ama ligde iyi takımlar vardı. Rapid Bükreş, Austria Wien… O ünlü Avusturya futbolunun son dönemleriydi.
Salzburg takımında oynarken orada bir mağazada çalışma durumunuz olmuş sanırım…
Kızımı da götürmüştüm Salzburg’a transfer olurken. Onu orada iyi bir okula kayıt ettirmiştim. Okul masrafları yüksekti. Ben de kulüple konuştum, maaşımın yükseltilmesini istedim. Onlar da “mukavelende ne yazıyorsa onu verebiliriz ancak şöyle bir şey yaparız, burada bir yöneticimizin mağazasında çalışıyor gözükürsün, oradan ek maaş veririz” dediler. Ben de kabul ettim. Zaten mağazaya da çok nadir uğruyordum.
Salzburg takımı nasıldı?
Ligde kalma mücadelesi veren bir takımdı. Kaç sene sonra, Salzburg’dan bir mektup geldi bana. Mektupta “Kuruluşumuzun yıldönümü sebebiyle sizi de aramızda görmek isteriz” yazıyordu.Uçak biletini gönderdiler, havaalanında karşıladılar. Eski tüm takım oradaydı.
İlginç bir saha içi anınız var Avusturya’da. Almancayı tam sökememişsiniz…
Salzburg’da oynuyorum, daha da yeniyim. Bizim oyuncuya “vur” diyeceğime “bırak” demişim, o da bıraktı topu, rakip geldi gol attı. Benzer sorunları yabancılar burada da yaşıyorlar, zamanla alışıyorsun.
Juventus’tan gelen transfer teklifine dönersek…
Roma’da İspanya’daki milli maçta çok iyi oynadım. Gazeteler Juventus’un beni istediğini yazmıştı ama bana gelen resmi bir teklif yoktu. Olsaydı koşa koşa giderdim.
Futbolu Balıkesirspor’da bıraktınız…
Jübilem orada olmuştu. Hatta yurtdışından dönerken, Edirne’de beni karşıladılar. Kararsızdım ama o ilgiyi görünce gitme kararı verdim. Sonra da takımın antrenörü oldum.
Bir dönem Fenerbahçe’yi de çalıştırdınız…
Ben Fenerbahçe’nin teknik direktörüyken ilk kez beklerin bindirme yaptığını Fenerbahçe’nin başındayken, Arsenal maçında görmüştüm. 1979-80 sezonunda Kupa Galipleri maçıydı… Orada zor yenilmiştik. Kalecimiz Adem harika oynamıştı. Burada ise o bindirmelere çözüm bulduk ve Arsenal ile berabere kaldık. Tribünler “Şükrü istifa” diye bağırdı. Teknik direktörlük öyle bir şey ki; iyi gidiyorsan sen de iyisindir. Takım kötü gidiyorsa bu sefer takımda onu niye oynatmıyorsun eleştirileri başlar. Ahmet’i oynatsan Mehmet niye oynamadı…
Galatasaraylı Büyük Mehmet (Oğuz) sizin antrenörlüğünüz zamanında Fenerbahçe’ye alındı değil mi?
Ben almayın dedim. Büyük Mehmet çok iyi topçu ve beyefendi birisiydi. Ama Cemil getirtti onu Galatasaray’dan. Cemil’in arkadaşıydı… Sezon başı idareciler geldi, Büyük Mehmet’i alalım dediler. Oysa Faruk abi (Ilgaz) gelmiş, “Bu yıl imkanlarımız yok Şükrü, büyük transfer yapamayız” demişti. O sebeple ikinci ligdeki Şekerspor’dan Selçuk (Yula) ve Yaşar’ı (Yiğit) aldık. Hatta İskender’i (Günen) de alacaktım ama “Teknik direktöre bak, Fenerbahçe’ye ikinci ligi topçularını topladı” derler diye almadık. O da daha sonra Trabzonspor’a gitti zaten. Mehmet yıldızdı, zaten takımda Cemil gibi bir yıldız oyuncu vardı. İkisini birlikte idare etmek zor olacaktı. Ayrıca Büyük Mehmet’in kariyerinin son dönemleriydi. Almayın dedim. Çünkü büyük oyuncuları oynatsan bir dert, oynatmasan bir dert. Ama sezon açılışında bir baktım Büyük Mehmet takımda. Meğerse Cemil aldırtmış. Yıllar sonra Büyük Mehmet’i muhitinde, Kadırga’da görmüştüm. Bir balıkçıda yemek yiyorduk. Merhabalaştık… Sonrasında biz yemeklerimizi yedik, hesabı istedik. Garson ödendi dedi. Meğerse Mehmet ödemiş. Ne efendi bir çocukmuş.
Antrenörlüğünüz döneminde kalecilere özel çalışma yapar mıydınız?
Kaleci olduğum için kalecileri ben çalıştırıyordum. O zaman yardımcı falan olmadığından her şeyi antrenör yapıyordu. Kaleci antrenmanları da buna dahildi. Sonrasında 1991 yılında Rasim Kara ile birlikte kaleci antrenörlüğünü zorunlu hale getirdik.
Teknik direktörlük kariyerinizde Trabzonspor’da da çalıştınız. Hatta ilk şampiyon olan takımın ilk yarıda teknik direktörü sizdiniz…
Benimle mukavele yaparken kümede kal yeter demişlerdi. Takım iyi olunca, bu sefer dediler ki; “Sen Fenerbahçelisin, olmaz.” Bir gün evde oturuyoruz. O zaman ailecek gitmiştik Trabzon’a. Tam yılbaşı arifesiydi. Kupa maçımız vardı. Maçı oynadık, eve geldim. Bir müddet sonra kapı çaldı. İçim cız etti. Bir baktım Şamil Ekinci, kulağı çınlasın. “Şükrü Hoca, seninle bir şey konuşacağım. Gel şöyle arabayla biraz dolaşalım.” dedi. Sahile gittik. “Kulüpte bir konu var, biz senin ne alacağın varsa verelim, sen bu işi bırak.” dedi. İlk önce kabul etmedim. Sonra baktım ki olacağı yok. Tamam dedim.
Siz Trabzonspor’a teknik direktör olduktan sonra demeçleriniz var. “Bu takım şampiyonluğu zorlayabilecek bir takım… Çok iyi takım…” diye. Yani yönetim inanmazken siz takımdaki o potansiyeli görmüşsünüz. O takımda sizi heyecanlandıran neydi?
Cidden çok iyiydi takım. Kaleci Şenol, Ali Kemal, Cemil, Turgay, Bekir… Tüm topçular çok iyiydi. Zaten lig bir başladı, boyuna karşımıza çıkan takımları yeniyorduk.
Ahmet Suat Özyazıcı sizden sonra göreve gelince takıma çok daha savunmaya dayalı bir oyun oynattı. Oysa siz görevdeyken daha hücumcu bir takımdı Trabzonspor…
Onu ben bilmiyorum. Ahmet nasıl oynattı, bir şey diyemem. Ahmet Suat oranın çocuğuydu. Özkan Sümer de öyle. Yani beni bu yüzden gönderdiler. Maddi anlamda tüm haklarımı verdiler ama iyi bir şekilde oradan bizi ayırdılar.
Kırgınlığınız oldu mu?
Canım üzüldüm tabii… Ama en çok da şaşırdım. Çünkü ortada hiçbir şey yoktu. Ayrılmadan biraz evvel, yönetim kuruluyla bir toplantım vardı. Toplantıda hiçbir problemimiz yoktu. Ama herhalde, ben çıktıktan sonra karar almışlar. Böyle ayrıldık. Ama o da benim için bir başlangıç oldu tabii. Ege’nin bütün takımlarında, İstanbul’da, orada-burada 37 sene antrenör olarak çalıştım. Ondan sonra Futbol Federasyonu’na geçtim. Orda da ilk önce Genç Milli Takım’ın muhtelif branşlarını ve bir süre de Kadın Milli Takımı’nı çalıştırdım. Onlarla da Finlandiya’ya gitmiştik. Finale kaldık.
Kariyerinin başında Şenol Güneş’le çalışmanız, onun için büyük bir avantajdır herhalde…
Tabii, Şenol Güneş tahsilli bir çocuktu ve iyi bir kaleciydi. “Boyu kısaydı” denir hep ama o zaman için standart bir boyu vardı. Şimdiki nesil çok uzun artık, o zamanlar için Şenol bile uzun sayılabilirdi. Bir tek iri yarı Ali Artuner vardı. Muhteşem bir kaleciydi. Yoksa kaleciler çok çok uzun değildi o dönemlerde. Mesela Varol vardı… (Gülmeye başlıyor). Kulakları çınlasın, Manisaspor’u çalıştırırken onu almıştım.
Varol Ürkmez’in adı sürekli ‘maç satma’ söylentilerine karışır. Sizin de yaşadığınız benzer bir durum var mıydı?
Orduspor maçı oynayacağız, şampiyonluğa gidiyoruz… Bana, “Bir şeyler duyduk, Varol’u oynatmayın.” dediler. Ben de oynatacağımı söyledim tabii. Ardından hemen Varol’a sordum, “Yok hocam, oynayacağım.” dedi ve çok da iyi oynadı. Varol’la ilgili tek sorunum vardı. Adamı idmana getirmek zor, gelince sahadan çıkarmak daha da zordu! “Hadi idman bitti, git duş al.” desen de dinlemez, çalışmaya devam eder. Ama oraya getirmeyi başarabilirsen tabii… Bir gün idman bitti odalara çekildik, bir telefon “Varol İzmir’e giderken kaza yapmış, arabası da dereye uçmuş” Araba uçmuş ama Varol içinden çıkmış kenarda bekliyor. Neyse ki bir şey olmadı. Onu çok kullanırlardı. Kumara götürüp parasını alırlardı…
Sizden sonraki dönemin en iyi kalecileri kimlerdi?
Türkiye’de hep iyi kaleci yetişti. Varol Ürkmez, Necmi Mutlu vardı. Onlardan sonra Beşiktaş’a gelen Sabri Dino gayet iyi bir kaleciydi. Ali Artuner çok iyiydi. Ademİbrahimoğlu vardı hem Fener’de hem de Beşiktaş’ta oynadı. Şu an Fenerbahçe’deki Volkan ile Başakşehir’deki adaşı da gayet başarılılar. Soğukkanlı, yetenekliler… Onur ve Tolga da iyi kaleciler. Ama Tolga yaşlandı biraz tabii. Rüştü mesela iyi değil çok iyi bir kaleciydi. Hem oynadığı kulüplerde hem milli takımda çok hizmet verdi.
90’ların başında Türkiye’de kaleci antrenörlüğü için ilk adımlar atıldı. Bir plan dahilinde kaleci antrenörlüğü kursları açıldı ve eski kaleciler de katılım gösterdiler. Hatta siz de o oluşumun içerisindeydiniz. Bu fikri ilk duyduğunuzda heyecanlanmış mıydınız?
Çok mutlu oldum tabii. Hatta o kurslardan birine benim adımı verdiler. Şimdi insanların sığınacağı bir bahane yok. Bizim zamanımızda antrenör geliyor; psikolog, kondisyoner, doktor, her şey o! Ben antrenörken masaj yaptığımı bilirim. Şimdi masörlerin bile ayrı ayrı çalışma alanları var. Bizde bazı antrenörler kalecileri hiç çalıştırmazdı. Çok nadir hocalar oluyordu, mesela Szekely vardı. Kendisi de eski kaleci olduğu için iyi kaleci idmanları yaptırırdı. Molnar da çok iyiydi o hususta. Ama çoğu, sadece çift kale maçlarda “Geç kaleye!” derdi. Şimdi değil A takımlarda altyapılarda bile çift çift kaleci antrenörü var. Kurslar için yaptığımız ilk çalışmalarda, kendi yaptığımız çalışmalar doğrultusunda bir müfredat hazırlamıştık ama şimdikiler, Avrupa’daki kaleci antrenörlerinin metotlarının da kullanıldığı bir program kullanıyor artık. Şimdi liberoları öne koydular, kaleci libero gibi oldu. Artık ayağa kullanması, topu elle oyuna sokması gibi kriterler var kaleciler için. Misal Taffarel’in ayak tekniğinin iyi olması oyuna renk katar, atakları başlatırdı.
Aslında 90’ların başında kaleciye pasın elle tutulmaması için getirilen kural da kalecilerin oyuna mecburen dahil olmasını getirmedi mi?
Tabii. Bizim zamanımızda degajı vururduk, kime giderse! Autu bile beke vurdururduk. Bek vuruyor, karşısı 11 kişi sen 9 kişi kalıyorsun sahada. Ama kaleci oyuna girdi mi 11’e 11 hatta bazı kaleciler gibi yarı sahaya kadar çıkarsan rakibe üstünlük bile sağlıyorsun.
Klişeleşen bir soru soralım: Kaleciden antrenör olur mu?
Olur, hem de en iyisi olur! Kaleci, kalede durduğu müddetçe oyunu arkadan en net gören eleman… Savunmayı görüyor, hücumu, sahaya yayılışı görüyor. E daha ne kaldı futbol adına! Mesela ‘Forvetten antrenör olmaz” derlerdi. Ona katılabilirim. Forvet oyuncusu, yeteneğiyle var olur ve biraz da egoisttir. Ama kalecinin takım oyununa adapte olması mecburdur. En aptal kaleci bile verdiği komutlarla mecburen savunmasını yönetmek zorundadır.
Sizin döneminizdeki zeminler nedeniyle sakatlıklar olur muydu çok?
Biz ayaklara falan çok atlardık. Ama o zaman kaleciler korunurdu şimdi forvetler korunuyor. Adama dokundun mu penaltı şimdi. Sakatlanırsak da Reşat Dermanver’in muayenehanesine giderdik, ampullü bir makine vardı ne sakatlık olursa olsun ona girerdik. Ayağın kırılsa da belin sakatlansa da aynı makinede! Dermanver, hem tedavileri hem de ara transferleri yapardı. Birçok futbolcu, orada Fenerbahçeli oldu.