Beşiktaş 1980’lerde zirveye çıkarken, takımın merkezinde Özkaynak oyuncuları vardı. Bu yapının simgesi de Rıza Çalımbay’dı. Kariyeri boyunca mücadelesiyle öne çıkan Kaptan’la o yılları konuştuk.
Bu söyleşi,ilk olarak Socrates Dergi’nin 46.sayısında yayımlanmıştır.
Röportaj: Buğra Balaban-İlhan Özgen
İstanbul’a geldiğinde de Şeref Stadı’na ilk ayak bastığında da aklında tek şey vardı: Futbolcu olmak. Altyapıya girdi ve Beşiktaş kaptanlığına kadar yükseldi. Tek kulüpte geçen yirmi yılı konuşurken, birkaç bardak çay da bize eşlik etti…
Sizin kariyerinizi özetleyen kelime ‘mücadele’ aslında. Ta bebekliğinizden başlayıp futbolculuğunuza kadar mücadeleyi bırakmıyorsunuz… Futbola başlamanız, babanızın karşı çıkması, Adnan Dinçer’in araya girmesi…
Aslında tam filmlik… Ben Sivaslıyım ve ilkokulu orada okudum. Ama bilirsiniz, İstanbul’da en çok Sivaslılar vardır. Bunun en büyük nedeni de Sivas’taki iş olanaklarının yetersizliği ve geçim sıkıntısı. Biz de bu nedenle ailemle İstanbul’a göçtük. Sivas’ta da işim gücüm futboldu. Devamlı 4 Eylül Stadı’na gidip top oynardım. Hayatımdaki tek amaçtı futbolcu olmak. İstanbul’a gelince okuma şansım olmadı maalesef. Beşiktaş altyapısına girdiğimde 13 yaşındaydım. Ondan sonra da İkinci Genç Takım, Birinci Genç derken A Takım’a kadar çıktım. 17 yaşında A Takım’daydım artık. Yirmi sene de orada kaldım.
En üst seviyeye çıkana kadar bir yandan da çalışmak zorundaydım. Dört kardeştik ve geçim sıkıntımız vardı. Bebek’te bir bakkalda çalışıyordum genç takımda oynadığım dönemde. Aynı zamanda da Genç Milli Takım’a gidiyordum. Bakkalda çalıştığım için arada izin almam gerekiyordu antrenmanlara gitmek için. Bakkal Hasan Abi de bazen izin veriyor bazen vermiyordu. Burada Adnan Hoca devreye girdi ve önce Hasan Abi ile sonra da babamla konuştu.
Babam, ilk başlarda sıcak bakmıyordu futbol oynamama. Ama İkinci Genç Takım’dan Birinci Genç Takım’a çıkıp, A Takım maçlarından önce oynanan PAF maçlarında beni görünce bir daha desteğini hiç esirgemedi. Hatta kramponlarımı bile babam alıyordu. Adnan Hoca sağ olsun, benim için her şeyi yapmıştı.
Serpil Hamdi Hoca’nın altyapıdaki futbolcular ile ilgili hazırladığı dosyalar vardır; orada okul durumu, kişiliği ya da hobilerine kadar birçok hususta notları yer alır. O döneme göre ilginç çalışmalar…
Serpil Hoca bu işin uzmanıydı zaten. Adnan Hoca’yla birlikte çok iyi ikili olmuşlardı. Beşiktaş o iyi günlerini yaşadıysa en büyük pay ikisinindir aslında. Bize yıllar sonra (Christoph) Daum gelmişti. Onun yaptırdığı antrenmanları, biz daha genç takımdayken Serpil Hamdi Tüzün ile Şeref Stadı’nda yapıyorduk. Yurt dışındaki gelişmeleri çok takip ederdi ve orada yapılan idmanları genç takımda da uygulardı. Özellikle bireysel açıdan, eksiklikleri giderme üzerinde yaptırdığı idmanları, A Takım bile yapmıyordu.
Onların bir ‘Torba Takım’ uygulaması var, hatta siz de oradan çıkıyorsunuz…
Evet. Benim gibi “Futbolcu olmak istiyorum” diyen çocukları bu takıma alıp denerlerdi. Haftada bir kez geliyorduk. Birinci Genç Takım’la hazırlık maçları yapıyorduk sadece. Bizi piyon gibi kullanıyorlardı; doğrusu da buydu ama. Sonra orada kendini gösterdiğin an Genç Takım’a yükseliyordun. Önce Serpil Hamdi Hoca ve Adnan Hoca ilgileniyordu; sonra Deniz Hoca geldi, ona verdiler Torba Takım’ı. O da bizi aldı ve bir takım oluşturup hazırlık maçlarına çıkardı.
Bir gün sabah 7.00’de bir hazırlık maçı vardı yine, acayip yağmurlu bir hava, Feriköy’le oynuyoruz. Ben de yeniyim daha… 10 kişi geldi bizim takımdan, 11. benim ama hoca yeni olduğum için beni oynatmayı düşünmüyor. O son arkadaş bir türlü gelmiyor, ben de dua ediyorum gelmesin diye. En son baktık kimse gelmiyor, hoca bana “Soyun” dedi. Beşiktaş formasını ilk o gün giydim işte. Maçı 1-0 kazandık, golü de ben attım. Oradan İkinci, sonra da Birinci Genç Takım…
A takıma yükselişiniz Djordje Milic dönemine tekabül ediyor. Zaten o genç takım oyuncularını Beşiktaş’a kazandırma hususunda payı yadsınamaz Milic’in.
Geldiğinde “Genç takımda kimler var?” diye sormuş. Sonra Beşiktaş Genç Takımı ile Ümit Milli Takım bir hazırlık maçı yaptı, Milic de orada beni izledi. Öbür gün de ‘Büyük’ Mehmet’in (Oğuz) jübile maçı vardı Fenerbahçe’yle. O maça çağırdı beni. Tam sezonun ilk yarısının sonlarıydı hatta. İkinci yarı çalışmaları için İskenderun’a kampa gittiğimizde benle birlikte Kenan, Hasan, Tamer ve Erkan’ı da genç takımdan alıp götürdü.
Benim en büyük özelliğim çok koşmamdı. Hatta idmanlarda grup hâlinde koşarken takımın büyükleri “Koşma fazla” diye uyarırdı ama hiç dinlemiyordum. Elime geçen fırsatı değerlendirmem gerekiyordu. İkinci yarının ilk maçı Gaziantep’leydi ve o sırada Serdar (Bali) Abi’ye ceza gelmişti. Takımın da durumu çok kritikti. Ya benim ya da Kenan’ın (Oktay) oynayacağı konuşuluyordu. Sonra da Milic, beni oynatma kararı aldı ve ilk kez ilk 11’de sahaya çıktım.
Küçük yaştan itibaren Beşiktaş’ta yetişmenin farkını hissetiniz mi? Tesis çalışanlarından yöneticilere, antrenörlere kadar hepsine bir aşinalık var en azından…
Evin gibi oluyor artık. 20 sene, 20 sene! Evlendim, çocuğum oldu, askere gittim… Hep Beşiktaş’taydım… Yuva gibiydi benim için, her şeyim orasıydı. Ama futbolu bıraktıktan sonra bazı şeyleri de kabullenmek gerekiyor. Bir de dedim ya en büyük hayalimdi futbolcu olmak diye. Bu hayallerimin hepsini orada gerçekleştirdim. Beşiktaş’ta oynamak istiyordum, genç takımda oynamak istiyordum, A Takım’a çıkmak istiyordum, kaptan olmak, milli formayı giymek istiyordum… Hepsini orada başardım. E, Dünya Karması hayatta en çok arzuladığım şeylerden biriydi, ona da gittim. Üstelik beni Dünya Karması’na götüren, önayak olan kişi de Fenerbahçe Başkanı Ali Şen’di.
O süreç nasıl gelişti?
Sabah kalktım, antrenman vardı saat 11.00’de. Telefon çaldı… Açtım, Faik Gürses:
— Dünya Karması’na gideceksin.
— Olur abi!
Konuşmamız bitti, Ali Şen aradı. “Rıza, Dünya Karması için senin adını verdim” dedi. Teşekkür ettim, “Ne zaman?” diye sorunca “Bugün” demez mi! Sonra Gordon’u (Milne) aradım, durumu anlattım. Milne bana, “Sana bırakıyorum” deyince ben de “Bana bırakıyorsan ben giderim” dedim ve hazırlanmaya başladım. Ali Şen’in özel uçağı ile gittik. O zaman Dünya Karması’nı seçen Yugoslav bir organizatör vardı (Branko Perovanovic) ve Ali Şen’in arkadaşıydı. Herhâlde ondan bir isim istemiş, o da beni layık görmüş.
Almanya Milli Takımı ile Dünya Karması oynayacak. Otele bir gittim; (Carlos) Valderrama, (Ruud) Gullit, (Hristo) Stoichkov… Acayip adamlar var. Hep onlara bakıyorum. Yemek yiyoruz, maça hazırlanıyoruz ve ikinci yarı da oyuna giriyorum… Gerçekten rüya gibiydi.
Beşiktaş’ın ‘yuvanız’ olmasından bahsettiniz. Eski Beşiktaş taraftarları ile konuşurken sizden laf açıldığında “Adam düğününü bile mahallede yaptı” derler… Orada bile bir aidiyet duygusu var aslında.
Salonu direkt Beşiktaş’ta aradık. Hayatım orada geçtiği için düğünü de orada yaptım. O zaman salonlar modaydı. Nişan da Sıraselviler’deki kulüp binasının yanında olmuştu. Düğün de Anıl Düğün Salonu’nda… Daha yeni yeni açılmaya hazırlanıyordu ama biz zorla açtırdık. Herkes vardı. Gören gelmiştir, gelme demem kimseye. Çok da güzeldi. Zaten genel olarak taraftarlarla aramız çok iyiydi. Kötü günümüz az oldu o dönemde.

Beşiktaş 1981-1982
1982’deki şampiyonluktan Daum’un ilk dönemindeki şampiyonluğuna (1994-1995) kadar hakikaten çoğunlukla ya birinci ya da ikinci Beşiktaş…
Benim hiç altıncılık ya da yedinciliğim yok. O dönemde bizi bozmaya da çalıştı diğer takımlar. Devamlı teklifler gelirdi, birçok oyuncuya… Ama hiçbir yere kıpırdamadık. Bizim transfer görüşmeleri bile uzun sürmezdi. Benim şöyle bir görüşmem var mesela:
Girdim odaya, başkan ve Emniyet Müdürü Ünal Erkan oturuyorlardı. Amacım selam vermekti. Ünal Abi, bir anda “Rıza, daha imza atmamışsınız” dedi. “Atarız abi” falan diye geçiştirmeye çalıştım. “Buradayken at” dedi ve imza attım. Kaptandım zaten, imza atacaktım ama böyle bir görüşme de başka yerde olmaz herhâlde. Orada Süleyman Seba, “En yüksek sen alacaksın. Eğer bir oyuncuya senden fazla para verirsek, sen de onunla eşit alırsın” dedi.
Benden birkaç gün sonra Metin (Tekin) gelmiş, benim istediğimden daha fazla istemiş. Ben biliyorum Metin’in öyle yapacağını… Kavga dövüş almış istediğini. Sonra beni çağırdılar ve Metin’e ne kadar para verdiklerini söyleyip, benim alacağımı da o meblağa çektiler.
Sizin kaptan seçilmeniz de ilginç aslında o döneme bakarsak. Kadir Akbulut ve Ulvi Güveneroğlu daha tecrübeli isimler…
Hiç beklemiyordum, hâlâ hatırlıyorum o anı. Bir yerden dönüyorduk, Bursa’da mola verdik, yemek yiyoruz. Yöneticimiz Mekki Başak, geldi “Rıza, Samet bırakınca takım kaptanı sen olacaksın” dedi. Şaşırdım, “Abi, Kadir ve Ulvi Abiler var” dedim fakat yönetimin bende karar kıldığını söyledi. Teşekkür ettim ama o gece uyku filan uyuyamadım. Birkaç hafta sonra bir maçın ikinci yarısında Samet Abi oyundan çıktı, pazubendi taktım… Acayip oluyorsun, sanki kolunda bir ağırlık var. İlk 11’de kaptan çıktığım ilk maç da Fenerbahçe maçıydı, 4-0 kazanmıştık.
Altyapı oyuncusuyken bile idman bitimi sahadaki her şeyle ilgilenen, formaları ve topları toplayan, malzemecilere yardım eden bir genç futbolcu adayısınız. O dönem antrenörlüğünüzü yapan hocalar, kaptan olacağınızın o zamandan belli olduğunu söyler.
Nasıl bir aileden geldiğimi hiç gizlemedim. Ne kazandıysam futboldan kazandım. Sadece maddi açıdan da değil, burada sizinle oturup sohbet ediyorsam, bunun bile nedeni Beşiktaş’taki futbolculuk kariyerim. Onun için futbola minnettarım. Futbolla ilgili hiçbir yanlışım olmadı bugüne kadar. Oynadığım dönem de her şeye özen gösterirdim, bu dediklerini zevkle yapardım. Malzemeler sahadaysa, toplarım; antrenörken bile yapıyorum bunu. İşi futbol olan herkesin bunu yapması lazım.
İsmini vermeyeyim, milli takımdaki ilk dönemimde bir kaptan vardı. Bizden büyüktü. Eskiden milli takım kamplarında bize fiş verirlerdi, çay ya da kahve içmemiz için. Bunu da kaptanlar dağıtırdı. Bu kaptanımız, yürürken arkasından atardı o fişleri ve bizim de toplamamızı beklerdi. Böyle şeyler vardı. Ama benim yapım böyle değildi. Neyin ne olduğunu, nereden geldiğimi çok iyi biliyordum.
Kaptan imajı da değişti artık. Hele son 15 seneye baktığımızda…
Eskiden sportif direktörler, genel menajerler yoktu. Futbol şube sorumluları vardı; onlar da yönetici kimliğindeydi. Bütün iş kaptana düşerdi. Antrenman biter, herkes evine gider, ben kulübün yolunu tutarım. Çünkü sorunları aktarmam gerekir yönetime. O ara çok yıprandım hatta. Hele ilk kaptan olduğumda çok da gençtim ve her şeye gidiyordum neredeyse. Sonra sonra öğrendim kaptanlığı da.
Ben kart gören bir oyuncu değildim. 40 yılda bir, bir tane sarı kart görürdüm. Bir gün yönetici bir abimiz geldi, “Sen kaptansın. Ne bir kart görüyorsun, ne hakeme itiraz ediyorsun” dedi. Ondan sonra durduk yere hakemlere itiraz etmeye, kart görmeye başladım. Büyük bir takımın sorumluluğunu alıyorsun, artık normal bir oyuncu değilsin. Sahada olmasan bile farklı düşünmen gerekiyor. Ama orada da şöyle bir şey var; oynamadan kaptanlık yapmak bence hiç doğru bir şey değil. Böyle olunca da hem saha içinde hem de saha dışında çok çalışmanız gerekiyor. Ben ne ortada koştum ne de arkada; hep en öndeydim idmanlarda.
Sizin kaptanlığınıza takımdaki atmosferin de katkı sağladığını görüyoruz aslında…
Kötü gittiğimiz zamanlarda toplardım takımı, toplantılar yapardık. Salonda falan da olmazdı o, küçük bir odaya en az 20 kişi sıkışırdık. Orada hiç nazik konuşulmazdı, sert konuşmalar geçerdi. Kendine dikkat etmeyen biri varsa kızardık; “Sana ihtiyacımız var, kendine gel!” ya da “Hedefi belirleyelim, bu işin şakası yok!” gibi… İstanbul’da bir maç kaybettik. Taraftar dâhil herkes bizi dışladı. Karar aldık, kulübe gidip “Biz kampa gitmek istiyoruz” dedik ve Sapanca’ya kampa gittik. Orada üç gün kaldık ve her gün toplantı yaptık.
Zaten hep söylenir ya, bizim takımın o arkadaşlık ortamı harikaydı. Çok başkaydı o dostluk. Hani sizin de mahalle arkadaşlarınız vardır, aynı öyleydi. Şimdi bakıyorsun, antrenman bitiyor, takımın hepsi başka yerlere dağılıyor. Bizde tatile bile birlikte gidilirdi. Antrenman sonrası yemekler, buluşmalar, çok özeldi.
Bunun güzel örneklerinden biri de milli takım dönüşünde Beşiktaş takımını İzmir’de karşılama hikâyesidir herhâlde?
Basın, onu bile kötü yorumlamıştı. Ben, Ali ve Feyyaz, milli takım kampındaydık. Sanırım Beşiktaş’ın da cumartesi günü İzmir’de maçı vardı. Gordon’u aradım, “Biz gelelim mi?” diye sordum, gerek olmadığını söyledi, “Bizi bekleyin” dedi. Nereden aklımıza geldiyse, “Gelin takımı karşılayalım” diye bir fikir çıktı ortaya. Gittik bayrak, kaşkol, karton aldık. Bizde her oyuncunun lakabı vardı. O kartonlara lakapların hepsini yazdık. Otobüs havaalanından çıkar çıkmaz otobüsün önüne geçtik. Bir baktık, bütün otobüs arkadan öne geliyor, taraftarız diye bize el sallıyorlar. Ama lakapları görünce de şaşırıyorlar çünkü sadece bizim aramızda kullandığımız şeyler… Ali ve Feyyaz bayrakları sallıyor, ben de araba kullanıyorum. Gordon, bizi gördü, sakinliğini bozmadan alkışladı. Sonra dayanamadım atkıyı çıkardım, bu sefer de baş parmağıyla ‘Bravo’ yaptı. Altay’la 0-0 kaldık, sonra basın “Bunlarla uğraşıyorlar, maça konsantre olmadılar” gibi haberler yapmıştı.
Gordon, orada da bilindik sakinliğini bırakmamış o zaman…
Hiç sinirlenmezdi zaten. Hep soğukkanlı, tepki göstermez. Bir kere sinirli gördüm ama. Bir maça çıktık, hiç istediğimiz gibi gitmiyor. İnönü’deyiz… Üstümüz başımız sırılsıklam olmuş, devrede değiştirmek lazım. Bir geldik soyunma odasına, forma yok. “Hocam forma yok, nasıl çıkacağız?” dedim. “Boş ver” dedi, aldı formayı bir hışımla, sıkmaya başladı. Sıktı, sıktı sonra “Alın, giyin” dedi. Bir orada gördüm öyle sakinliğinin dışına çıktığını.
“Gordon hiç sinirlenmezdi zaten. Hep soğukkanlı, tepki göstermez. Bir kere sinirli gördüm ama. Bir maça çıktık, hiç istediğimiz gibi gitmiyor. İnönü’deyiz…”
Milne’in en büyük sırrı olarak bol tekrara dayalı antrenmanlar gösterilir. Nasıl açıklarsınız onun farkını?
Gordon döneminde her şey oturmuştu. Git şimdi Beşiktaş’a, bizim o 11’i ezbere sayar herkes. Maç toplantıları yarım saat, 40 dakika olur ya misal, Gordon döneminde 15 dakikaydı. 15 dakika ya! Kadro bu, plan bu… Her şeyi ezbere biliyoruz zaten. Büyük sakatlık olmazsa kadroyu da değiştirmezdi.
Evet, beş buçuk yıl aynı idmanları yaptık ama hepsi bir amaca hizmet ediyordu. Mesela öğretmek için en çok gayret ettiği şeylerden biri, Türk futbolcusunun en büyük eksiklerinden olan sahada konuşmaktı. Bir gün Gordon, idmana çıktı, “Top yok, herkes sahaya çıkıp konuşacak” dedi. Başladı bizimkiler bağırmaya, gülmeye falan. Ama çok önemli bir çalışmaydı bu. Ona bağırıyorsun, buna bağırıyorsun idmanda, biraz şamata yapıyorsun ama kulübeye geçince anlıyorsun önemini. Biz Metin’le çok bağrışırdık. Ben çok konuşurdum, “Metin buraya git, Metin gel geriye!” Metin bıkardı artık.
Metin Tekin yüzünden Stankovic’in meşhur antrenmandan kovmalarından da nasibinizi almışsınız…
Stankovic’i herkes çok severdi. Kimse kızmazdı ona. O da kindar biri değildi. Bir gün seni antrenmandan kovar, öbür gün sahaya sürerdi. Stankovic’in ilk günleri, biz Metin’le top sürüyoruz. Metin gamsızdır idmanlarda, bense çok hırslıydım. Al-ver yaparken Metin yine ağırdan alıyor; yardımcı antrenör Ziya Taner geldi “İkinizi de kovuyor hoca” dedi. “Ben çıkmıyorum, bunu kovun” diye cevap verdim. Metin gitti yatıyor kenarda, ben de kafayı yiyorum “Niye kovdu şimdi” diye.
14 yıl oda arkadaşıydık Metin’le, o gece 2’de yatar, ben 11’de. Ben sabah 7’de kalkarım o 11’de kalkar. İşini çok sever. Hırslıdır, çok iyi bir insandır.
Türkiye’de görev yapıp Stankovic, Veselinovic gibi hakları verilen sayısız yabancı antrenör var. Ama zaman geçtikçe yabancı antrenör karşıtı bir tavır oturdu ve “Bize bir şey katmıyorlar” algısı oluştu. Onlar mı değişti, biz mi değiştik?
Ben yabancı antrenöre karşı değilim. Kaliteli antrenörlerin Türk futboluna ciddi katkılar vereceğine inanıyorum. Artık bizler “Antrenör oldum, bitti” düşüncesiyle olduğumuz yerde durmuyoruz. Kendimizi geliştiriyoruz. Şu an mesela yardımcılarım yurt dışında oyuncu seyrediyorlar. Antrenman sistemlerindeki değişimleri yakından takip etmeye çalışıyoruz. Eskisi gibi değil. Yabancı arkadaşların Türkiye’ye bakışı ise bizim Katar’a bakışımız gibi. Gelip içine girdiklerinde bir bakıyorlar mücadele dozu yüksek, her şey farklı. Ayak uyduramayabiliyorlar. (Vicente) Del Bosque kötü bir antrenör mü? Gitti, Dünya Kupası aldı sonra. Samsun’u çalıştıran Vladimir Petkovic, burada birkaç ay kaldı sonra Lazio’ya gitti ve başarılı oldu. Burası kolay değil. Türkiye’yi bilmeleri gerekiyor. Benim de zamanında çalıştığım Yugoslavlar neredeyse bizdendi. Bir kısmı Türkçe de biliyordu mesela.
O dönemki takımla ilgili birçok insanın içinde kalan bir ukde de var aslında; Avrupa kupaları. Lige damga vursanız da Avrupa’daki maçlarda bir türlü istenilen başarı alınamıyor…
O zaman Avrupa’da başarılı olan takımlara baktığınızda çoğunda kaliteli yabancılar görürdünüz. O dönemde iki ya da üç yabancıya müsaade ediliyordu ve bu maliyet isteyen bir şeydi. Onu Galatasaray, UEFA’yı aldığında çok iyi yaptı mesela. Bizim dönemimizde de Simovic’i getirdiklerinde herkes tepki gösterdi önce ama sonra Simovic müthiş maçlar oynadı. Prekazi de öyle… Bize de iyi yabancılar geldi ama bizim dönemde maçı getirecek adamı hiç alamadık. Bir tek (Les) Ferdinand geldi ama hem çok gençti hem de kiralıktı.
Bir de çıkan takımlar da acayipti ya! Dortmund çıktı, PSV, Inter, Ajax, Dinamo Kiev vardı… PSV’de Romario var, Kiev desen, Dasaev hariç bütün SSCB Milli Takımı orada.
Dinamo Kiev, o dönemler ‘Uzay Takımı’ diye anlatılırdı. Sizce onları farklı yapan neydi?
İlk maçta kötü yenildik onlara ama ikinci maçta, Kiev’de 2-0 kaybettik. 100 bin kişilik bir stadyumları vardı ve her maçın ardından sahanın en iyilerini seçerlerdi. Onların takımdan (Oleg) Blokhin, bizim takımdan ise ben maçın en iyisi seçilmiştik. Eski bir fotoğraf makinesi hediye etmişlerdi ödül olarak. O sol açık oynuyor, ben sağ bek; bütün maç o geliyor ben gidiyorum, o geliyor ben gidiyorum… İkimizi seçtiler. (Igor) Belanov çok düz adamdı mesela ama o takımın geneli çok klastı. Blokhin yetenekliydi, fiziği mükemmeldi. İnanılmaz da süratliydi, çok akıllı oynamak gerekiyordu ona karşı.
1987’deki Kiev eşleşmesinin ilk maçından önce yağan kar da en az eşleşme kadar tarihe geçer nitelikte. Neler yaşanmıştı o gün?
Akaretler’de İstanbul Otel’de kamptayız… Hava günlük güneşlik. Ali Sami Yen’e gittik, gazeteciler fotoğraf çekti falan, otele döndük… Akşama doğru hava karardı, biraz da yağdı ama biz pek takmıyoruz, bir şey olmaz diye düşünüyoruz. Sabah bir kalktık, belimize kadar kar. Böyle bir şey olamaz ya! Antrenman yapmaya gittik ama yapamadık idmanı. Sonra Kiev’liler çıktı, o karda koştular. Başka bir şey yapamazsın zaten. Biz de salona gittik yanılmıyorsam. Oynanmadı maç tabii, sonra İzmir’de oynadık. Ya bir de o zaman “Bu takım laboratuvarda çalışıyor” falan derlerdi. Zaten bizde en önemli eksik özgüvendi. Hemen büyütürdük rakibi.
Sizin genç takımda bir Romanya macerası var, bu kompleksin en iyi özeti aslında…
Romanya’da genç milli takım maçı var… Gittik, bir kasabada maç yapacağız. Birisi çıktı: “Durun!” Durduk hepimiz otobüste. “En uzununuz kim, o insin…” dedi. Rafet diye bir oyuncu vardı, Adanasporlu… O indi. Kendimizce “Biz uzun boyluyuz” imajı yaratacağız. Bu durumdaydık. Takım gelmeden basın bir abartırdı! Romanya, Bulgaristan falan bizim gözümüzde devdi. Ondan sonra bir güven geldi, kazanmaya başladık…
Yaşadığınız altı şampiyonluğun en görkemlisi hangisiydi?
İlk şampiyonluk… Hepsi çok iyiydi ama 15 sene sonra şampiyonluğa kavuşmak bambaşkaydı. Bize “Sizin heykelinizi dikeceğiz” dediler Çarşı’da ama hâlâ yok ortada heykel… O sezon şampiyon olma fırsatı bir önceki maçta önümüze gelmişti. Trabzonspor’u yensek şampiyon olacaktık. Berabere kaldık. Stat full, Trabzon stresli, biz stresliyiz. İnönü’de ışık olmadığı için gündüz oynandı maç. Stada geldik, etrafta kimse yok. Maç 14.30’daydı, meğer sabah 10’da kapıları kapatmışlar; yer yok! Çok az gol pozisyonu vardı maçta, 0-0 bitti. Son maça kaldı sonra hikâye.
Eskişehir deplasmanında, olaylı bir maç sonunda…
Öyle bir maç bir daha tarihte olmaz. Ligin son maçı; Eskişehir kazanırsa ligde kalıyor, biz kazanırsak şampiyon oluyoruz. Beşiktaş tarihine geçeceğiz. Çok da iyi oynuyoruz, 1-0 öndeyiz. Onlar 1-1’e getirdiler, sonra biz ikinciyi attık.
Saha çok gergin. Hakem kontrolü kaybetti, adamlar tekme tokat oynuyorlar; atamıyor da hakem. Topu çizgide almamla birlikte adam bana bir vurdu; ben yerde yatıyorum. O arada da yardımcı hakem ofsayt mı kaldırdı ne, adamın kafasına bir kalas geldi. Ona rağmen belki oynatacaktı maçı. Bense ayağa kalkamıyorum, tekmeyi yedim ya hareket edemiyorum. Devam etme şansım yok. Rakip beni saçımdan tuttu “Kalk ulan” diyor. Bunu yapan da şu an eğitim dairesinde antrenörlük yapıyor. Ama öyle bir maç oynuyorsun ki adam farkında değil olanların, kimsenin gözü kimseyi görmüyor. Hakem soyunma odasına gitti, üzerinden kan akıyor, belki temizlenip geri gelecek ama içeri yürürken bir ittiler, yüzüstü yere yapıştı. Sonrasında maçı iptal ettiler. Biz sahanın ortasında kaldık; taşlar yanımıza kadar geliyor ama bizi bulmuyor. İçeri de giremiyoruz; hâlbuki suçumuz da yok!
Birçok futbolcunun sizinle ilgili unutamadığı şeylerden biri de tünelden sahaya çıkışınız… “Bağırır, konuşur, bizi de coştururdu” derler.
Yapardım. Tünele gelirdik, takıma konuşma yapardım. Sonra sahaya çıkardık, bizim çıkışımızdan belli olurdu maçın sonucu. O yüzden de oyuncularıma şunu söylerim: “Sahaya çıkarken hissettirin.” Bir kere taraftar hissedecek her şeyden önce. Rakip bakacak, “Bugün işimiz zor” diyecek. Bir gün Wembley’de İngiltere’yle oynuyoruz. Ben kaptandım. Para atışını onlar kazandı; (Gary) Lineker topu seçti. Santradan bir vurdu topa, bizim kalenin oralardan taca attı. Bir geldiler üzerimize hemen bağıra çağıra. Hissettiriyorlar da geldiklerini böyle omuz atıyorlar, “Ben buradayım” diyorlar yani… “Bugün işimiz çok zor, belli ki savaşacağız” dedik.
15 sene boyunca sizi ilk 11’de sahaya çıkarken görmeye alışıktı insanlar ama 1988’deki Fenerbahçe maçıyla başlayan bir yedek oturma süreciniz de var…
Çok üzüldüm ama sonra hocaya hak verdim. Bugün ben de benzer şeyler yapıyorum oyuncularıma. O ara kaptanlıktaki ikinci senemdi, takımın sorunlarıyla çok ilgileniyordum. Sağa sola koşturmaktan iyice yıpranmıştım. Gordon beni çağırdı, dedi ki “Rıza çok yıprandın, kendini tam veremiyorsun. Sen bu değilsin, biraz dinlen. Şunu sakın unutma, yedek değilsin. Bugün seninle başlamıyoruz ama yedek değilsin, biraz dinleneceksin sadece.” Ben tabii her şeyi hallettiğimi düşünüyorum; iyiyim, oynarım diyorum. Neyse, oynatmadı. “Bana güven” dedi, “Kadroya da almayacağım seni.”
Kabullenemiyorum tabii. Takım kazandı, sevindim galibiyete ama orada olamadığım için de üzülüyorum. Sonraki maç, “Ben hazırım” dedim, “Yok yok, sen bekle, sakin ol, dinlen” dedi. “İyiyim ben” diye ısrar edince “Tamam kadroya alacağım ama dinlen” demez mi! Diğer maç Konya’yla İstanbul’da oynuyoruz. Yine yedeğim. Skor 0-0, takım kötü oynuyor, “Hazır mısın?” dedi Gordon, dedim hazırım. “Oyna” dedi. Girdim ikinci yarı, 4-0 falan kazandık, çok da iyi oynadım. Kendi kendime düşündüm, “İyi ki dinlendirmiş” diye. Kafaca dinlendim, hırslandım, kendimi yeniledim. Çok yıpranmıştım hakikaten; birinin bir sorunu oluyor oraya gidiyorum, taraftar çağırıyor oraya gidiyorum, yardımlaşma toplantısı oluyor oraya çağırıyorlar… Kafamı veremiyordum tam, koşuyorum falan ama verimli olamıyordum. Dinlendim iki hafta, sonra devam ettim. Eskisi gibi…