-Bir Mustafa KOÇ yazısı-
Mechelen küçük bir kasabanın, mütevazı bir takımıydı. Ancak Michel Preud’homme’un harika kaleci performanslarıyla öyle bir sezon geçirdiler ki, yaşattıkları heyecan çok büyük oldu.
Merhaba ben Cemil. Trabzonlu Cemil. Yıllar içinde memleketimi çok göremesem de Trabzonlu olarak büyüdük yine de. Belçika’da doğdum. Babam ekmek kavgası yüzünden yıllar önce buralara göçtüğü için. Memleketimizi, önce siyah-beyaz fotoğraflardan tanıdık. Sonra da babamın para biriktirip, “Hadi, köye gidiyoruz!” dediği birkaç seferde. Benim için asıl memleket buraydı aslında. Ama bunu babam duysa “Eşşoğlueşşek!” diye enseye tokadı yerdim kesin. Olsun, bana hayatı, burada yaşamayı, en önemlisi de futbolu o öğretmişti. Çünkü onun için futbol aşktı. Bana da, daha yürümeye başlar başlamaz aldığı topla, o aşkı aşılamıştı. Trabzonsporluyduk biz. Binlerce kilometre uzaktaydık ama Avni Aker’de gol atılınca önce biz ayağa zıplardık.
Belçika’da, Mechelen’de yaşıyoruz. Küçük, mütevazi bir kasaba. E, babadan futbola aşığız. Kasabanın da kendi gibi mütevazi ama canavar gibi bir takımı vardı, ben küçükken. Şimdilerde her ne kadar esamesi okunmasa da. Babamla da futbol hasretimizi Machelen’in maçlarına giderek gideriyorduk. Ben bazen sıkılıyordum. Dedim ya şehir mütevaziydi, takım da öyle. Küçüğüz işte bazen oyundan çok elde edilen sonuca kafayı takıyordum. Ancak bir müddet sonra işin rengi değişmeye başladı. 1987 senesiydi. Takım ligde iyi olmasa da Belçika Kupası’nda bir-iki rakibi elemişti. Ben de haliyle daha heyecanlı bir şekilde takip etmeye başladım. E, Trabzonspor’da da işler eskisi gibi iyi gitmiyordu. 84’teki şampiyonluktan sonra İstanbullular sazı yine ellerine almıştı. Mechelen’de o sezon kupayı kazandı. Buradaki adamlar biraz ruhsuzdur ama babamın işyerinden arkadaşlarla birlikte biz, biraz gürültü yaptık.
O yaz yine memlekete gidememiştik. Ben de sokakta daha fazla vakit geçirmeye, kendi başıma evden uzaklaşmaya başladığım dönemdi. E, artık 14-15 yaşlarına gelmiştik. Okuldan hoşlandığım biz kız vardı. Ama uzaktan. Çok uzaktan hem de. Konuşmaya ne cesaret. O buralı, biz yabancı. Arada kaçar onun oturduğu yere gider görmeye çalışırdım uzaktan. En büyük heyecanım da oydu o zamanlar. Yaz bitti, heyecana okulda devam ettim. Ta ki bir gün yine maç için stada gidene kadar. Tribünde onu gördüm. Sapsarı saçları, boynunda sarı-kırmızı atkısıyla. Kalbim yerinden çıkacaktı. Dona kaldım olduğum yerde. Babam, beni dürtüp, “Bu kıvırcık bu sene de çok iyi çoook!” diyene kadar. Kıvırcık diye kaleciye diyordu. Michel Preud’homme, geçen sene gelmişti takıma. Acayip de bir kaleciydi. Ben, babamın Şenol hikayeleriyle büyümüştüm. Hiç izleyememiştim ama. Bu ‘Kıvırcık’ da gerçekten çok iyiydi. Geçtiğimiz sezon Belçika Kupası’nı aldığımız için bu sene Kupa Galipleri Kupası’na gitmişti takım. O zamanlar öyle bir kupa vardı. Çok da güzel bir kupaydı aslıda. Kaldırdılar sonra. O maç kimle oynuyorduk, kaç kaç bitti hatırlamıyorum ama. Bu bahsettiğim kupanın ilk maçıydı ve sevdiğim kız tribünde dört sıra yanımdaydı. Bir sonraki maçı iple çektim. Lig maçı geldi yoktu. Bir sonraki maç yine kupa maçıydı. Babamdan önce koşarak çıktım tribüne gelmiş mi diye. Tribüne çıkar çıkmaz dondum kaldım yine. Oradaydı. Demek ki kupa maçlarına geliyorlardı. O zaman takım artık bu kupanın sonuna kadar gitmeliydi.
O andan itibaren artık kupa bir numaralı ilgi odağım olmuştu. O akşam St. Mirren ile oynadık. Yüreğim ağzımda izledim maçı. Gol atamadık ama ‘Kıvırcık’ da yemedi çok şükür. Deplasman da ki maçı da 2-0 aldık ve çeyrek finale yükseldik. Bir sonraki maç da marttaydı. Kasımdan, marta kadar o dört ay bana 4 yıl gibi geçti. Takım Dinamo Minsk ile eşleşmişti. İlk maç da bizim sahadaydı. Yine babamla maça gittik. Koşa koşa çıktım yine tribüne. O da yine gelmişti. Maç başladı ama bir gözüm sahada bir gözüm onda. Bir türlü gol atamıyorduk ama Kıvırcık da yine çok iyiydi; yemiyordu. Maçın son dakikalarına kadar gol olmayınca her şey elimden alıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Ancak de Wilde, 86’ıncı dakikada dünyaları bana geri verdi. 1-0 aldık o maçı. İkinci maç da 1-1 bitti ve artık yarı finaldeydik. Bir maç daha onu yakından görebilecektim ve bu ‘Kıvırcık’ Preud’homme liderliğinde arkadaşları sayesinde oluyordu.
Yarı finalde rakibimiz İtalya’dan Atalanta olmuştu. İkinci ligde oynuyorlardı ama kupada yarı finale kadar gelmeyi başarmışlardı. Bu kez biraz daha rahattım. İkinci lig takımını rahat geçeriz diye düşünüyordum. Sonuçta Ohana, den Boer ve Koeman çok iyiydiler. ‘Kıvırcık’ zaten Belçika’nın en iyisiydi. Bu kez maçların arası kısaydı. Bir ay sonra Atalanta maçı için stada gittiğimizde diğer maçlara oranla çok daha büyük bir coşku vardı. Artık yolu sonu çok yakındı ve sonunda da kupa vardı. Bu herkesi heyecanlandırıyordu. Beni daha da fazla. Malum orada olmamın bir başka amacı daha vardı. Maç çok heyecanlıydı. Hemen başında 7. dakikada Ohana, attı. Ama bir dakika sonra golü yedik ve 1-1 oldu. Ondan sonrası da büyük bir heyecanla geçti, ta ki 82’inci dakikaya kadar. den Boer, 82’inci dakikada golünü attı ve 2-1 kazandık. Ha, bu arada sevdiğim kız, bu maç tribünde yoktu. Belki başka tribündeydi ya da hiç gelmemişti, bilmiyorum ama yoktu. Maç bittikten sonra çok sevinmiştim ama buruk bir sevinçti benim için. Bu kupa bir bakıma da o demekti benim için. Evimizde oynadığımız son maçta onu göremediğim için çok üzülmüştüm. İkinci maçı da deplasmanda 2-1 yendik ve Mechelen, finale kalmıştı. Rakip de Ajax. Final maçı Strasburg’daydı. Bizler televizyon başına kurulduk. O zamana kadar izlediğim en güzel maçtı. Ajax bizi çok bunaltmıştı ama Blind’in 16’ıncı dakikada kırmızı kart görmesiyle rahatladık. Çok gol de kaçırdık ama Kıvırcık Preud’homme bizi yine oyunda tutan adam olmuştu. den Boer de yine golünü attı ve maçı kazandık. Bizim gibi mütevazi bir hayatı olan insanlar için bu takım çok acayip bir sezon yaşatmıştı bize. Hem de sonunda bir Avrupa kupası getirmişti.
O sezonun, o takımın, Kıvırcık’ın ve o kupanın bende yarattığı heyecan da bam başkaydı. Ama sonu kupayla güzel bitse de sevdiğim kızı bir daha görememiştim. Ne tribünde ne de başka bir yerde.