– Bir Mehmetcan ARISOY yazısı –
Diego Armando Maradona öncesi Napoli, pek çokları için yok sayılan, hatırlanmaktan uzak bir takımdır. Alt liglerde geçen seneler Napoli’nin pek de büyük bir takım olmadığını müjdeler adeta. Ancak El Diego’nun şehre gelmesinden yaklaşık yirmi sene önce yaşananlar, bu ölümsüz şehrin ‘denemelerinden’ biri değildir sadece. Güney’de yanan bu ilk ateş, sonrasında gelen başarıların sessiz miti olacaktır.
İtalya’nın güneyi tarih boyunca mucizelere ev sahipliği yapmıştır. Roma kalıntılarından Yunan harabelerine, Normanlardan İspanyol işgallerine uzanan bu yaşlı tarih; tüm bu zenginliğine rağmen her zaman görmezden gelinmiş, kaderi kuzeyli şehirlerin eline biçare terk edilmiştir.
Bu keşmekeşin metropolü olan Napoli şehri, antik dünyanın hiçbir zaman tamamen ortadan kaldıramadığı birkaç Avrupa şehrinden birisidir. Körfez’in gürültüsü, Vezüv Yanardağı’nın görkemi ve şehrin içine işlemiş suçun kirliliği. Napoli’yi anlamak, biraz da bu kapalı kapılar ardına gizlenmiş büyüleyici yaşamın farkına varmayı gerektirir.
Vezüv’ün dehşet hareketliği ve depremlerin acımasızlığıyla perişan olmuş bu şehir, günlük hayatın en önemli olgusu futbolda da bu talihsiz kaderinin sancılarını çekmeye mahkumdur. Lakin 1967 yılının eylül ayında anlatılmaya başlanan bir hikâye, Öğle Güneşinin Ülkesi’nin yazgısını değiştirecektir.
Güney İtalya’dan çıkan iki şampiyondan birisi olan Napoli, tarihinin bu en büyük başarısını Arjantinli bir futbolcuya borçludur. Ancak şehri bu ihtimallere hazırlayan ilk isim Buenos Aires doğumlu bir İtalyan’dan başkası değildir. Bruno Pesaola ve Napoli’nin yolları tam beş kez kesişecektir. 1952 senesinde Pesaola şehre ilk geldiğinde orta sahada görev yapan bir futbolcuyken, Napoli Serie B’de mücadele ediyordu. 1962 yılında futbolu bırakmış, teknik direktörlüğe Napoli’de başlamıştı. 1964’de takımın başına ikinci kez geçtiğinde ise ‘denemelerin’ ilki için gereken ortam hazırdı.
Bruno Pesaola, Roma’da oynamak içi evden ayrıldığı 1947 yılında Serie A’nın zirvesinde Torino vardı. Kaza sonrası ligde dengeler değişti ve Juventus 1950-1960 seneleri arasında beş kez şampiyon oldu. Ancak asıl güç Milano ekiplerindeydi. Sadece İtalya’da değil, tüm Avrupa’da başarılar elde eden Inter ve Milan, 1970’teki son Inter şampiyonluğuna kadar hemen hemen her sezon zirvedeydi. Pesaola futbolu bırakıp kendisini teknik direktör olarak Serie B’de bulduğunda ise Napoli’nin zirveye dair hayal kurması bile pekâlâ olanaksız gözüküyordu.
Kuzeylilerin tekelinde bulunan Scudetto için ilk denemeyi gerçekleştiren Fiorentina olmuştu. Giuseppe Virgili ve Miguel Montuori gibi yıldızlarıyla Milan’ı arkasında bırakıp tarihindeki ilk şampiyonluğa uzanan Viola, bu başarısı ile birçok takımın hayal kurmasını sağlayacaktı. Savaş sonrası yaralarını saran ülkenin en büyük ilacı futbol; futbolda başarıya ihtiyacı olan Napoli gibi takımların ise hayallere ihtiyacı vardı. Fiorentina’nın birkaç sezon daha üst sıraları zorlaması, Udinese, Padova ve Sampdoria gibi takımların potaya girmesi bu ateşin ilk kıvılcımları olmuştu. İkinci bir deneme gerekiyordu. Sıra Napoli’ye gelmişti. Ancak 60’lı yıllara gelindiğinde Serie B’nin yolunu tutan Campania ekibinin henüz zamanı vardı. Alt ligde geçen sezonun yarısında ise işler değişecekti. İşte tam da bu vakitlerde takımın başına geçen Bruno Pesaola önce takımını Serie A’ya çıkarttı, ardından da İtalya Kupası’nda zafere ulaştı. Bu, Napoli’nin tarihinde kazandığı ilk büyük başarıydı. Vakit kaybetmeden üst lige dönülmüştü ve onlar da bu pastadan bir pay istiyorlardı. Fiorentina’nın yaptığını, SPAL’in denediğini pekâlâ onlar da yapabilirdi. Lakin işler pek istedikleri gibi gelişmedi ve aynı sezonda tekrar küme düştüler. Pesaola takımdan ayrıldı ve Savioa’nın başına geçti. Napoli bu kez iyi bir Serie B serüveni geçirmeyecekti. Sekizinci bitirilen sezondan sonra bir kez daha değişim, bir kez daha güvenilir bir isime ihtiyaçları vardı. Napoli ve Pesaola’nın ayrılığı pek de uzun sürmeyecekti. Yeniden başlamak, yeniden hayal kurmayı gerektiriyordu. Pesaola’nın takıma gelişi olumlu sonuç vermişti. Yıllar sonra Dino Zoff onun için “Maradona ile birlikte tanıdığım en sinir bozucu ve dramatik insan.” diyecekti.
“Pesola harikaydı. Bazen rakiplere karşı yalan yanlış bir İspanyolca ile bağırırdı, ancak kimse onun şivesinden bir şey anlamazdı.”
Ligi ikinci bitiren Napoli ‘ait olduğu yere’, Serie A’ya dönmüştü. Bu kez zirvede dönemin en dominant takımlarından Internazionale vardı. Helenio Herrea gibi bir taktisyeni, Sandro Mazzola gibi bir golcüsü, Luis Suarez gibi belkide dönemin en büyük oyuncusu, Giacinto Facchetti ve Armando Picchi gibi büyük savunmacıları vardı. Öyle ki bu başarılı takım sadece İtalya’yı değil, tüm Avrupa’yı kasıp kavuracak, 60’lı yıllarda zirveden inmeyecekti. Öte yandan Orta İtalya’dan yükselen bir güç mevcuttu. Bir başka Arjantinli teknik direktör Luis Carniglia’nın Bologna’sı zirveyi zorluyor, 30’lu yıllarda yakalanan başarıları tekrarlamak istiyordu.
Ligi bu iki süper gücün arkasında üçüncü bitiren Napoli, bu başarılı sezonun öncesinde pek tabii boş durmamıştı. Juventus’un Arjantin asıllı İtalyan yıldızı Omar Sivori’yi şehre getirmişlerdi. 1961 senesinde Ballon d’Or’u kazanan Sivori, adını tarihe altın harflerle yazdırmış büyük bir oyuncuydu. Şimdi ise Napoli’ye gelmiş, scudetto için kollarını sıvayan bu oluşumun bir parçası olmuştu. Dino Zoff’un onun için de söyleyecekleri vardı:
“Omar çok sempatik bir canavardı. Kendisini en iyi olarak görürdü. Bir keresinde pek havasında olmadığı bir vakitte bir takım arkadaşı ona ‘Omar, birlikte oynadığımız maçı hatırlıyor musun?’ diye sormuştu. O da ‘Ben oynadım, sen sadece sahadaydın.’ demişti. Sivori gerçek bir sanatçıydı. Sanatçılara hayranlık duyardım. Bir şeyler yaratan mutlu çingenelerdi. Hiçbir şey yaratmayan ve işi çoğunlukla yaratılanları bozmak olan birisi olarak onların cazibesine karşı koyamazdım.”
Altyapıdan yetişen, sonrasında yıllarca Napoli, Bologna ve İtalya milli takımına hizmet edecek orta saha Antonio Juliano a takıma çıkmış, göreve hazırdı. Ayrıca bir süredir takıma hizmet eden Brezilyalı Cane de attığı gollerle çok kıymetli bir hücum gücüydü. Bir sonraki sezonu dördüncü sırada bitiren Napoli’de İtalyan golcü Jose Altafini parlamış, takım bir kimlik kazanmaya başlamıştı. Mevzubahis sezona gelinirken Mantova’dan transfer edilen genç bir kaleci ise bu iskeletin en kıymetli parçası olacaktı.
“Napoli’deki ilk maçıma Independiente karşısında çıktım. Bir hazırlık maçıydı ve maç gece saatlerinde oynanıyordu. Maç boyunca bütün yan toplara çıktım. Taraftarlar bana ‘Süpermen’ demeye başladı. Napoli’de geçen günlerim fantastik bir deneyimdi, her zaman keyif aldım.”
Sezona iyi başlayan Napoli, on ikinci haftadaki Varese deplasmanına kadar çıktığı on bir maçta sadece bir mağlubiyet aldı. Bu süreçte Jose Altafini’nin yıldızlaşması, orta sahada Antonio Juliano’ya eşlik eden Ottavio Bianchi ve Antonio Girardo’nun uyumu Napoli’nin zirveye tutunmasını sağladı. Nerro Roco yönetimindeki Milan, Gianni Rivera ve Pierino Prati önderliğinde sadece iki mağlubiyet alarak şampiyon olacağı sezonda yoluna emin adımlarla devam ederken, son şampiyon Juventus ise üçüncü olmuştu.
Napoli ilk kez bu kadar net bir şekilde yaklaştığı hayalini biçare kuzeylilere kaptırmış, şehrin kaderini yine onlar belirlemişti. Pesaola görevden ayrılmış, yakalanan hava kaybedilmişti. Fiorentina’nın başına geçen Arjantinli, Toskana ekibi ile Serie A’yı kazanmış, Napoli’deki denemesi Floransa’da hayat bulmuştu. Devam eden yıllarda Serie A tarihinin belki de en özel şampiyonlarından Cagliari zirveye çıkmış, Napoliler ise sadece izlemek ile yetinmişti. 70’lere gelindiğinde Guiseppe Chiappella yönetiminde üçüncü olmuşlar ancak 1968 senesinde anlatılan hikâyeden artık çok uzaklaşmışlardı. Dino Zoff’un Juventus’a gitmesiyle birlikte Napoli normal yaşantışına dönmüş, rüyadan uyanmıştı. Ancak en büyük düşmanlarına giden Zoff’tan nefret etmek olmazdı. Zoff’un da dediği gibi bir aşktı bu:
“Napoli ve ben ilk buluşmada âşık olanlar gibiydik. Birbirimizi hemen sevdik.”
Şehrin gizli kalmış büyüsü ’68 senesinin hikayesiyle açığa çıkmış, Napoli hayat bulmuştu. Napoliler bu hikâyeden yıllar sonra hayallerine başka bir Arjantinlinin olağanüstü yeteneğiyle kavuşmuş, bu eşsiz mit İtalya’nın güneyine bir ihtimal vermişti. Hayallerine bir gün elbet kavuşacaklarına inanan, bu hayallerin peşinde yitirilen zamanın insanlarıydı onlar: Ölümsüz şehrin fani sahipleri.