-Bir Batu ANADOLU yazısı-
Boyunda bir kırıkla geçen 15 dakika, Bert Trautmann’ın ününü dünya çapına yaymış olsa da kendisi bundan biraz daha fazlasıydı.
Konu geçmiş ve nostalji oldu mu, “eski toprak” deyimini severek kullanırız. Eski toprak; ilerleyen yaşına rağmen hala dayanıklı olmaya devam eden, günlük yaşamını eskisi gibi sürdürebilen kişileri ifade eder. Bu deyim sadece yaşı ilerlemiş kişiler için kullanılmaz; çoğu büyüğümüzün ifade ettiği gibi geçmiş yıllarda yaşayan insanlar, bugünkülere göre daha genç yaşlanmışlardır. Belki de popüler tabirle onlar “ihtiyar delikanlı” olmuşlardır. Alman olduğu iddia edilse de kendisini yıllardır İngiliz olarak gören ve “Almanlara karşı oynadıklarında bile onları tutuyorum” dediği İngiltere’den kopamayan ünlü kaleci Bert Trautmann da, yaşadıklarından dolayı ihtiyar delikanlılardan biriydi.
Trautmann yaşam hikayesiyle her dönem ilham kaynağı olmayı sürdürdü, gençlik yıllarına inanılmaz deneyimler sığdırdı. Öyle deneyimler ki, bunlardan sadece birini yaşayan bir insana ömür boyu eşlik edecek ve yaşantısını değiştirecek şeylerdi. 2. Dünya Savaşı’nda yer almış madalyalı bir asker olmasından tutun da boynu kırık bir şekilde sahada mücadele edip çok sevdiği Manchester City’e Federasyon Kupası’nı kazandırmasına kadar, yaşanan tüm bu deneyimler Trautmann’ın hayatından bize aktarılan noktalar. Bunları kazıdığımızda ise başka bir Trautmann; anların değil, o anların şekillendirdiği yılların yarattığı bir insanı bulmak mümkün.
Mesela sürekli bir şeylerden kaçardı ya da kaçmak zorunda kalırdı Trautmann. Daha 10’lu yaşlarına gelmeden ailesi evlerini satmış ve Bremen’den Gröpelingen’e göç etmişlerdi. Bu değişiklikten kaçar gibi futbola, hentbola ve yakar topa yöneldi; böylece Genç Hristiyanlar Birliği’nin ve sonrasında Hitler Gençliği’nin dikkatini çekti. Bu sefer içine girdiği bu organizasyonların temsil ettiği değerlerden kaçmaya başladı. Futbol oynamaktan keyif alıyordu ve bu oyun, ona tüm diğer değerlerden daha keyif veriyordu. Sonrasında İkinci Dünya Savaşı başladı, o ise bir motor mekanik ustasının yanından çıraktı. Savaştan kaçmaya çalıştıkça daha çok içine çekildi, işini iyi yapmaya yönelik takıntısı ise onu bir kahraman haline getirdi. İnsan öldürmekten ya da Reich adına savaşırken, futboldan aldığı keyfi almıyordu. Bir noktadan sonra ölümden kaçmak zorunda kaldı. Evraksız biçimde Kleve’de kalan ve keyfi olarak öldürülmesi muhtemel az sayıdaki Alman askerinden biriydi. Bildiği en iyi şeyi yine yaptı; Önce Amerikalı askerlerden kaçtı, sonra İngilizlerden sonra ise Ruslar’dan. En son Fransız direnişçilerinden kaçtığında artık uğruna ölünecek liderler kalmamıştı. Trautmann bu sefer hayatında büyük bir değişiklik yaptı: Kaçmadı ve durdu. İngiltere’de kendisine bir yaşam kurarken hayat bir süre daha yavaş aktı. St. Helens’daki kalecilik kariyerinin getirdiği şöhret, onu Manchester’a taşırken yeni bir savaş yaşanacaktı. Ve Trautmann’ın yeniden kaçmaya niyeti yoktu.
İngiliz takımına transferi gerçekleşen bir Alman olarak insanların gözünde hala Nazi’ydi. 1956’da kazanacağı Federasyon Kupası’ndan önce İngilizlerin gözüne girecekti belki ama tüm yaşadıkları, arka planda gözlerden bir tutam göz yaşı dökülmesine neden olan bir kahramanlık hikayesi değildi. Manchester City takım kaptanı ve savaş gazisi Eric Westwood, ona kucak açarken “bu soyunma odasında savaş yok” demişti fakat stadyumun dışı, Dr. Strangelove filmindeki meşhur “Savaş odasında kavga etmeyin” repliği kadar trajikomikti. Londra’ya yapılan ziyaret, bir kez daha nefretle karşılanmasına neden oldu. O gün dokuz top çıkarsa da gördüğü tepkilerin 1-0’lık galibiyeti, onun hanesine şerefli mağlubiyet olarak yazıldı… ve sene sonunda küme düşmenin getirdiği kalp kırıklığı.
Biraz da bundan olacak, 1956’daki kupa finalinin 75. dakikasında Peter Murphy’nin müdahalesinde yaşadığı acıya rağmen sahayı terk etmedi. Tüm bu sahneler bir kahramanlık öyküsü değildi, belki de sadece küçüklüğünden bu yana başladığı işi bitirmeye çalışan bir adamın mekanik bir tepkisiydi. Evet, maç sonunda kupa onun ellerindeydi ve eski Nazi gerçek bir İngiliz olmuştu. Fakat yıllar sonra “futbola paranın girmesiyle oyuncuların oyuna olan sevgilerinin azaldığını” söyleyen ihtiyar delikanlının bu görüşü, futbolu salt oyun olarak gördüğünün bir kanıtıydı. Zaten sonrasında bu sakatlık onun belini bükecek ve sevdiği oyundan daha çok kopmasına neden olacaktı. Bu acı, boynunun ağrısından bile daha ağırdı.
Aylar süren tedavi süreci sonrası sahalara döndüğünde Trautmann kendisini bile tanıyamayacak bir durumdaydı. 1957-58 sezonunun sonunda City ağlarında tam tamına 100 gol görürken o da sezon boyu sadece iki maçı gol yemeden tamamlayabildi. Futboldan uzak kalmanın neden olduğu güven eksikliğinin yeri çok zor doldu. Yine de o her zaman iyimserdi, birçok beladan kurtulmuş olmanın da etkisiyle kendisini “şanslı” addediyordu. Futbolda çığır açan bir isimdi, uzun kolları ile attığı toplarla kaleciler açısından bir çağ başlatmış olmasa da devrimin yaygınlaşmasını sağlamıştı ama Stan Davis’in deyimiyle de biraz dalgın bir insandı, konsantre olmakta zorlanırdı. Hatta Davis’in deyimiyle “sahada papatya toplar”dı. Çünkü o, ait olduğu yerde tüm anılardan ve öykülerden bağımsız bir insan haline gelirdi. Sahada kendi hikayesini yazmaktan öte, hikayesinin yazılmasını sağlayan şeyler onu buldu ve bunların çoğuna neden olan şeyler çoktandır onunlaydı.
Yıllar sonra Britanya İmparatorluk Nişanı’nı Kraliçe II. Elizabeth’in elinden alırken onun muzip sorusuna gülümsedi: “Ah Bay Trautmann, sizi hatırlıyorum. Boynunuzda hala ağrı var mı?” Ne cevap verdi bilemiyoruz. İhtiyar delikanlının, boynu dışında anlatacak çok şeyi olmalıydı.