– Bir Batu ANADOLU yazısı –
Futbol tarihi gol atmakla başlar, gol yemeyi durdurmak ise belki de düşünülecek son şeydir. Bu yazı ise degajlarıyla yeni çağlar açan kalecilere adanmıştır.
Tutkunu olduğumuz takımı bir kenara bırakıp düşünelim: Bol gol atılan bir maçı mı tercih edersiniz yoksa topun bir türlü kaleye girmediği bir maçı mı? Çoğu insan ilkini tercih edecektir. Halbuki hepimiz her topu kurtaran, takımı yöneten bir kaleci gördüğümüzde içten içe heyecanlanırız. Sporun rekabete dayalı yapısı bize şu soruyu sordurur: “Bu kaleci ne zaman gol yiyecek?”
Futbolun kurallı bir oyun olarak yeniden yapılandırıldığı dönemlerde savunma, belki de en çok göz ardı edilen alandı. Futbol, gol demekti ve kimin, ne yediğinin bir önemi yoktu. Topu tutmak aslında futbola da esin kaynağı olan rugby’e dayandırılan bir haktı. İngiltere Futbol Federasyonu, 1870 yılında bu hakkı sadece kalecilere tanıdı ve kalecilerin tarihi yazılmaya başlandı. Tam 40 yıl boyunca kaleciler farklı renkte üniformalar giymek ne de topu ceza sahası içinde tutmak zorunda değillerdi. Hatta o dönemlerde elinde topla santraya gelen kaleciler bile vardı! Elbette 8-9 forvetle oynayan takımlarda kalecilerin üstüne binen yük düşünüldüğünde ve halı saha formasyonuna benzer dağılımda bu uygulama çok da yanlış değildi.
Peki ya modern kalecilik kapsamında futbola damga vuran ilk kaleci kim? Herkesin farklı bir tercihi olacaktır ama ben Ricardo Zamora’ya anmayı tercih ederim. Tuttukları ve kaçırdıkları olarak iki farklı Zamora vardı. Bir yandan kalesinde geçit vermeyen, cesareti ile nam salmış ve hatta bir İngiltere maçında göğüs kafesinde kırık olmasına rağmen oynamaya devam eden Zamora. Diğer yanda ise öfkesinin dozunu kaçırıp rakiplerine tekme tokta girişen ve 1920 Antwerp Olimpiyatları’ndan dönüşte kaçırdığı Havana puroları ile yakalanan Zamora. İlki ve ikincisi kol kola gittiler çünkü Zamora formunu günde üç paket içtiği sigarasına ve bir şişe konyağına borçluydu! Hepsinden öte Barcelona-Espanyol-Real Madrid üçlemesi yaparak profesyonelliğin dibine vurmuştu. Bugün olsa linç edilmesine neden olabilecek cesur tercihleri; maçlara şapkasız çıkmamasıyla ve üzerinden eksik etmediği boğazlı beyaz polo formasının ona kattığı beyefendi görünümüyle dengelenirdi. Kısacası bir Zamora olmak kolay şey değildi.
1950’lerin başında Macaristan “Altın Takım” ile harikalar yaratıp alışılageldik futbol taktiklerini yerle bir ederken, en az hücum hattındaki Puskas ve Hidegkuti gibi isimler kadar kalede de devleşen bir isim vardı: Gyula Grosics. Grosics, bugün ağzımızdan düşmeyen “libero kaleci” teriminin atasıydı. Çılgınca hücum düzeninin en arkasında yer alan sigortaydı bir nevi. Aynı zamanda cesur çıkışları, savunmadaki arkadaşlarının da üzerinde bir baskı oluşturur ve onları daha ileriye, pres yapmaya iterdi. Oyunu elle başlatarak takımını hızlıca hücuma çıkarırdı. 6-3’lük meşhur Wembley bozgununda üzerine gelen bir topu vole ile uzaklaştırmasını, ünlü yorumcu Kenneth Wolstenholme “Alışıldık bir şey değil ama etkili” olarak nitelendirmişti. Grosics’in tarzı daha iyi özetlenemezdi.
“Grosics etkisi”, özellikle iki kalecinin yardımıyla daha da mükemmel hale geldi ve bir takımın tüm oyun anlayışını değiştirir bir düzeye ulaştı. İlk isim, Almanya doğumlu ama Alman’dan çok bir İngiliz olarak kabul ettiğimiz Bert Trautmann’dı. 1950’li yıllarda alışıldık olan şey, bir kalecinin topu aldıktan sonra oyunu degajla başlatmasıydı. Trautmann ise uzun kollarının ve eski bir hentbol oyuncusu olmasının da yardımıyla, ellerini kullanarak topu santra çizgisine kadar gönderebilirdi. Manchester City teknik direktörü Les McDowall, bu özelliği kullanarak “Revie Planı” ismi verilen bir taktik bile yaratmıştı: O dönemin ünlü forveti Don Revie, oyuna merkez forvet olarak başlardı. Trautmann’ın kanat oyuncularına hızla gönderdiği top, Revie’nin defansın arkasına sızmasıyla bir anda pozisyona dönüşürdü. Bu sayede Manchester City’nin bir sezonda attığı gol sayısının 100’ü aştığı bile görülürdü. Fakat kabul etmek gerekir ki Trautmann, savunma etkisi açısından bir Grosics değildi. Macaristan’ın 4-2-4’ünün yarattığı kontra atak açıklarını bir nebze kapatan Grosics’in aksine Trautmann ve Manchester City savunmadaki sorunları asla çözemediler. Bu nedenle de tek başarıları, 1956’daki Federasyon Kupası şampiyonluğu olarak kaldı.

Libero kalecilerin atası kabul edilen Gyula Grosics, çizgide kalan dönemin kalecilerinden biraz farklıydı…
“Dünya klasında iki kaleci var. Biri Lev Yashin, diğeri ise Manchester City’de oynayan Alman çocuk.” Bu cümledeki çocuk, Bert Trautmann’ın ta kendisiydi, cümleyi kuran ise Lev Yashin’den başkası değil! 1963 yılında Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçilerek bu unvanı kazanan ilk kaleci olan Yashin ve yarattığı efsane, 1950’lerin başından beri büyümüştü. Yashin, Grosics gibi bir savunma virtüözüydü ve en önemli özelliği, iletişim kurmasındaydı. 90 dakika boyunca takım arkadaşlarına bağırır ve yerleşimlerini organize ederdi. Hatta kendi eşinin bile, onu çok bağırmakla suçladığı söylenir. Yashin’in kalecilik kurumuna katkıları saymakla bitmez: Tehlikeli topları tutmaya çalışmak yerine yumruklaması, kontra takları başlatan uzun topları, tehlike anında ceza sahası dışında çıkmaktan korkmaması… Hızlı refleksleri ve hep siyah giymesi ile kendisine konulan “Kara Panter” lakabının hakkını sonuna kadar verdi; 270 maç gol yemedi ve 150’den fazla penaltı kurtardı. Yine de kendisine göre en büyük kaleci o değildi; Trautmann kadar Yugoslav kaleci Vladmir Beara’yı da överdi. Beara da atletizmini, gençken aldığı klasik dans eğitimi ile birleştirir ve en olmadık topları klas bir biçimde uzaklaştırırdı. Onun da lakabı “Çelik Elli Balet”ti.
Aynı dönemlerde Brezilya’ya iki kaleci damga vurdu. Birer pozisyonla aynı kaderi paylaşmaktan kurtulmuş ve farklı şöhretlere ulaşmışlardı. Moacir Barbosa Nascimento, 1940’ların sonunda Vasco da Gama takımında gösterdiği performansla Milli Takım’a yelken açtı ve Copa America’dan alnının akıyla ayrıldı. Fakat işler, 1950 Dünya Kupası finalinde değişti. Uruguay karşısında favori olan Brezilya, herkesin bildiği hikaye sonucu rakibine 2-1 yenildi ve tüm suç rahatlıkla Barbosa’ya yıkıldı. Bu oyuncu, kendisinin bile pek sorumlu olmadığı bu suçtan ömür boyu ceza çekerken Gilmar isimli kaleci aynı hataya düşmedi. Tüm zamanların en başarılı Brezilyalı kalecisi olarak gösterilen Gilmar, takımının 1958 Dünya Kupası şampiyonluğunda kadrodaydı. Kariyeri boyunca tek bir sarı ya da kırmızı kart görmedi, sakinliği ve takıma verdiği güvenle ününü artırdı. Fakat kariyerinin dönüm noktası, 1962 Dünya Kupası’nda İspanya’ya karşı kurtardığı bir pozisyondu. Gruptan çıkacak takımı belirleyen maçta skor 1-1’iken, Marti Verges’in şutunu köşeden çıkardı ve kısa süre sonra Brezilya maçı kazandıran golü attı. Bu kurtarış ve gol, Gilmar’ın üst üste ikinci kez Dünya şampiyonu olmasını sağladı ve Barbosa’ya benzer bir kadere razı olmasını engelledi.
Sonra Dino Zoff geldi. Ama gelişi çabuk olmadı; zira önünde Enrico Albertosi vardı. İtalya Milli Takımı’nın 1966 Dünya Kupası’nda yaşadığı hayal kırıklığı sonrası Albertosi, 1968 Avrupa Şampiyonası’nda yerini Zoff’a bırakmış ve şampiyonluk İtalya’nın olmuştu. 70’de final oynayan takımda ise yine Albertosi vardı. Zoff formayı geç alsa da yıllar boyunca bırakmadı ve 1982’de kazanılan Dünya şampiyonluğunun da en önemli parçalarından biriydi. Zoff binlerce dakika boyunca gol yememiş olsa da her zaman İtalya savunmasının arkasında yer alması nedeniyle küçümsendi. Savunmada bütün işi katenaçyo sistemi hallediyormuş gibi bir algı vardı. Fakat tüm bu sistem, Zoff’un lider özellikleri olmadan çökebilirdi. Onun kaledeki sakinliği ve herkesin bildiği fakat sahada göremediği espri yeteneği, tüm takımı rahatlatıyordu. Her şeyden önce çok iyi bir atlet olan Zoff, 1982’de kupayı kaldırdığında 40 yaşındaydı ve “yer tutmak”la ilgili bir doktora tezi yazabilirdi.
Zoff’un aktif olduğu yıllarda kalecileriyle devleşen başka takımlar da vardı. Total futbolla özdeşleşen Ajax ve Hollanda Milli Takımı’nda ağır silahlarla olmasa bile kaleci savaşları yaşanıyordu. Kaleden çılgın çıkışlarıyla rakibi afallatan Heinz Stuy, Ajax ile üç kez üst üste Avrupa şampiyonluğu yaşamasına rağmen bir kez bile Milli Takım formasını giyemedi. Çünkü orada Johan Cruyff’un borusu ötüyordu ve Rinus Michels’in tercihi de FC Amsterdam kalecisi Jan Jongbloed’den yanaydı. Jongbloed, Stuy kadar etkileyici bir kaleci değildi ama Cruyff’un sözleriyle “oyunu okuyabilen, vizyon sahibi” bir isimdi. Cruyff’un bu görüşü, kalecilere bakışın nasıl değiştiğini de ortaya koydu. Devir artık çılgın reflekslere sahip ya da pozisyon alan, otorite sahibi kalecilerin değil, takımla hareket eden ve atakların başladığı yerde yer alan kalecilerin devriydi. Önemli olan topu tutmak değil, onu ileride tutmaktı.

Sepp Maier, Almanya ve Bayern Münih 1970’lere damga vururken başrollerdeydi.
Total futbolun kupa rüyasına son veren Batı Almanya’da ise Sepp Maier rüzgarı vardı. Refleksleri ile “Anzing Kedisi” unvanını alan Maier, bunun dışında bugün kullanılan kaleci eldiveninin atası sayılan “Mickey Mouse” eldivenlerini kullanan ilk kişiydi. Bu eldivenler, sıkıldığı bir maç esnasında sahaya giren ördeği kovalayan Alman kalecinin yeni bir şakası olarak algılanmıştı ama öyle olmadı. Maier aynı zamanda otorite sahibi kaleci anlayışını biraz olsun yıkmış, doğru yerde durduktan sonra ne yaptığının pek de önemi olmadığını göstermişti. Tabii bütün bunları Dünya şampiyonu bir isim olarak yapması, onun yeteneğini de ortaya koyuyordu. Kendisinden sonra 80’lere damga vuracak olan Toni Schumacher de atletik yapısıyla ve fevriliğiyle onun ekolünü sürdürdü. Sadece Schumacher, espriden anlamazdı ve onunla dalga geçmeniz durumunda çenenizin kırılması olasıydı.
Maier’in Arjantin’deki çağdaşı Ubaldo Fillol ise tamamen farklı bir stile sahipti. Kalesini terk etmeye başlayan kalecilerin aksine her zaman çizgide beklerdi. River Plate’in kalecisiydi ve 1978’e kadar Boca kalecisi Hugo Gatti ile rekabet içerisindeydi. Gatti, Fillol’un tam zıttıydı; bir çizgi kalecisi değildi. Fakat Dünya Kupası zamanı geldiğinde rekabeti kazanan Fillol oldu. Her ne kadar pis kokuların yükseldiği bir turnuva sonucu Dünya Kupası’nı kazansalar da Fillol, geleneksel tarzın temsilcisi olarak futbol alemine önemli bir mesaj veriyordu: Nasıl yaptığın değil, ne yaptığın önemli!
1990’ların başına ise bir Afrikalı kaleci damga vurdu. Aslında Kamerunlu Thomas N’Kono’nun kariyeri çok daha önceye uzanıyordu. 1970’lerin sonundan itibaren Milli Takım’ın kalesini koruyan N’Kono, 1982 Dünya Kupası’nda sadece bir gol yemişti. Özellikle cepheden gelen toplardaki sezgileri ile Espanyol’un yolunu tuttu. 1990 Dünya Kupası’nın açılış maçında Arjantin’e karşı aldıkları 1-0’lık sansasyonel galibiyetten henüz dört saat önce kalede olacağını öğrenmişti. Buna rağmen önce maçı kazandılar, ardından ise çeyrek finale kadar gittiler. N’Kono, Afrikalı kalecilerin Avrupa’da forma giymelerinin önünü açtı ve gol yemeye, mağlup olmaya mahkum olmadıklarının simgesi haline geldi. Hatta Gianluigi Buffon’a da kalecilik konusunda ilham kaynağı oldu. Öyle ki Buffon, oğlunun ismini Thomas koyacaktı.
Arif’in şutunda “Schmeichel değil, bütün Maykıllar gelse o golü oradan alamazdı” belki ama Peter Schmeichel, 90’lara damga vurmayı başardı. Pat Jennings gibi tüm vücudunu siper eden kaleciliğinin yanı sıra oyunu okuma becerisi ile de pozisyon başlamadan önlemini alacak kadar garantici bir yapıya sahipti. Ayrıca Yashin gibi o da sahada susmak bilmez ve takımı yönlendirmeyi başarırdı. Schmeichel’ın ardından ise 90’lardan 2010’lara miras kalan isim, Edwin van der Sar’dı. 1.97’lik boyuna rağmen ayak hakimiyeti de üst düzeyde olan Hollandalı kaleci, önce Ajax’ın altın jenerasyonunun bir parçası oldu, ardından ise 2000’lerin ortalarında Manchester United formasıyla ikinci baharını yaşadı. Van der Sar’ın hem geleneksel hem de yenilikçi kaleciliği tek potada erittiğini söylemek mümkün: Bölgesine hakim, iyi pozisyon alan, topa yön veren ve savunmayı yöneten bir isimdi.
Yıllar içerisinde kalecilik her zaman değişti ama önemli olan, değişen modaya uymak değil, doğru yaptığın şeyi uygulayabilmekti. Bizler izleyici olarak kalecilerin ne zaman gol yiyeceklerini bekleyeduralım, onlar en iyi yaptıkları şeyi yapmaya devam edecekler.