“Bütün açık gözle rüya görenler gibi, hayal kırıklığı ile hakikati birbirine karıştırmıştım.” der Jean-Paul Sartre.
Üstüm açık kalıp da kaskatı kesilmiş şekilde uyandığımda zihnimde gördüğüm rüyanın kırıntılarından başka bir şey yoktu. Veysel Hoca’yı görmüştüm, daha doğrusu Veysel Hoca olmuş kendime öğütler veriyordum. “Oğlum her topu sıtop etme, tek pas yap… Kafa vururken gözlerini kapatmamayı öğren… İşin artistliğindesin, biraz basit oyna basit… Manyak mısın oğlum sen, öyle girilir mi adama.”
Verdiğim öğütleri dinleyen rüyamdaki “Ben” kafasını yukarı-aşağı sallamak dışında bir şey yapmıyordu. Birdenbire Veysel Hoca -yani ben- rüyamdaki “Ben”e güçlü bir tokat yapıştırdı. Gözlerimi açıp, rüyadan sıyrılışım da tam bu ana denk geldi. Yatağımda doğrulup bir yandan gördüğüm düşü unutmamak için zihnimdeki kalıntılarını takip ederken, bir yandan da telefonumu arıyordum. İki mesaj gelmişti, birinde Veysel Hoca “İşi yoksa babnda gelsim”, ikincisinde Müge “Bukdar erkn uyumsnda olur aslnda” yazmıştı. İkisine de “Günaydın, olabilir” yazdım.
Veysel Hoca çalıştığı okulun müdür yardımcısının suratına yumruklar yağdırdığı için emekli olamadan görevini bırakmak zorunda kalmış eski bir beden eğitimi öğretmeniydi. İki kadeh içip dili dolanmaya başladığında, öğretmenlik anılarının yerine her seferinde aynı ayrıntıların üstüne basa basa futbolcu olma hayallerinin direkten nasıl döndüğünü anlatır durur lokallerde. “Fırtına gibiydim fırtına… Saçım da uzun böyle, buramda… Transfer için Çanakkale’den izlemeye geldiler. İki araba parası teklif ettiler… Sonra sakatlandık işte.”
Önce sakatlanıp futbolcu olamayıp, ardından da öfkesine hâkim olamayıp öğretmenliğe devam edemeyince mahalle takımından hallice Ünaldıspor’un teknik direktörü olmuştu. Ben de o takımın genelde hücumcu orta sahası, bazen santrforu, nadiren de -anlamadığım bir şekilde- sağ bekiydim; bir de takımın İstanbul’a transfer etmek üzere olduğu yıldız adayı. Hoca’nın antrenmana babamı çağırmasının sebebi de buydu.
Teklif geldiğinde “Benim gitmem lazım Hoca” dedim, “Git tabii” dedi. “Babam göndermez” dedim, “Gönderir” dedi. Babam tartışmaya bile imkân vermeyen buz gibi bir yüz ifadesiyle “Hiçbir yere gidemezsin” dedi. Müge de “Bni birakp gitckmsin yani.??” yazdı.
Hiçbir faydası olmayacağını bildiğim için ne babama ne de Müge’ye “Hepimiz için gitmem lazım” diyebildim. Onun yerine babamı arayıp Veysel Hoca’nın çağırdığını söyledim, tahmin ettiğim gibi kabul etmedi. “Benimle ilgili değil, iş içinmiş” deyince, “Öğle arası uğrarım” dedi.
Kahvaltıdan sonra Müge’yle buluşup alışıldık kavgalarımızdan birini ettikten sonra antrenman için yollandım. Soyunma odasında kramponlarımı giyerken babamın pencerenin önünden geçip kapısında T. Direktör yazan odaya girdiğini gördüm.
Hoca gelene kadar ısınalım diye başladığımız antrenman o geciktikçe ısınmaktan öte yorgunluğa dönüşmeye başladı. Amaçsızca koşturmalarımız, isabetsiz şutlarımız, nefes nefese kalmış vücutlarımız tükenip de çimlerin üstüne yığıldığımızda Hoca sahaya geldi, kafasını iki yana bıkkınlıkla salladıktan sonra “Vallaha malsınız siz, siktirin gidin duşa girin” dedi. Bunları söylerken yanına gitmem gerektiğini anlatan bir el hareketi yaptı.
Halıları kirletmemek için valizimi kucağımda kapıya doğru taşırken babam o klasikleşmiş “Bu kapıdan çıkarsan bir daha giremezsin” lafını etmedi. Ama beni öyle bir görmezden geldi, öyle bir yok saydı ki; kendime bir tokat atıp acaba var mıyım diye kontrol etmek geçti aklımdan. Babamın bana bakmayan gözleri, Müge’ye ve Hoca’ya verdiğim sözlerin ağırlığı omzumda, valizimi çekiştirerek düştüm yola.
Havaalanında takımın idari menajeri oldukça sıcak bir şekilde karşıladı müstakbel yeni transferini. Bu yeni hayatla ilgili uçaktayken aklımdan geçen ürkütücü senaryoların hepsi aynı anda silindi gitti zihnimden. Bak işte ne güzeldi her şey. Bu kadar kolaydı.
Uçakta geçirdiğim vakitten daha fazlasını havaalanından takımın tesislerine gitmek üzere bindiğimiz arabada geçirdim gibi geldi. Yol arkadaşım yol boyunca benden beklentilerin ne denli yüksek olduğundan, takımın teknik direktörünün ne kadar iyi bir insan olduğundan, lig sıralamasında istedikleri yerde olmadıklarından ama bunun ne kadar kolay şekilde olabileceğinden bahsetti durdu başa döne döne.
Bir sıcak karşılama da teknik direktörden geldi kulüp binasında. Kondisyonum istediği seviyedeyse hemen kadroya dahil edermiş beni, istediklerini yaparsam takımda kalıcı olurmuşum, hatta buradaki performansım daha büyük takımların dikkatini çekmek için çok önemliymiş. Bunları duydukça bir yandan gururlanıyor diğer yandan da gerçekliğinden şüphe ediyordum. Her an bir tokat yiyip uykumdan uyanacakmışım, bütün bunlar da rüyaya dönüşecekmiş gibi geliyordu.
Kulübün görevlilerinden biri beni yanına alıp barınacağım ranzalı odayı gösterdi. Ama merak etmemeliymişim, yalnız kalacakmışım. İstersem altta, istersem üstte yatabilirmişim. Valizimin içindekileri odadaki iki dolaba pay ettikten sonra antrenman sahasını gören pencereden dışarıya baktım. Güneş batmak üzereydi, Müge’nin evinin olduğu sokakta karanlığın hakimiyetini ilan edeli yarım saatten fazla olmuştu saatime göre. Arasam açmazdı.
Ranzanın alt katına uzandım. Üstteki yatağın altı stadyum oldu, ben de o stadyumun yıldız futbolcusu. Kafamda onlarca maç oynadım, yüzlerce gol attım. Sakatlandığım da oldu, yenildiğimiz maçlar da. İyisiyle, kötüsüyle her şeyi hayal ettim orada. Sonra Veysel Hoca’ya “Gördün mü Hoca, tuttum sözümü” dediğimi, Müge’yle evlendiğimizi, babamın gözünde yok hükmünde olmadığımı, gururla omzumu sıkabileceğini hayal ettim.
Kapıyı tıkırdatan iki parmak böldü uykumu. Sabah olmuş, güneş odayı doldurmuştu. İdari menajer bembeyaz bir suratla karşımdaydı. Aceleyle, tek nefeste “Ceza aldık, transfer yasağı, her şeyi askıya almak zorundayız, kusura bakma” dedi. Duyuyordum ama anlamıyordum, “Nasıl yani” dedim. Aynı tonda, yine tek nefeste aynı şeyleri söyledi. Cezanın süresini kısaltabilirlerse belki devre arası transferim tekrar gündeme gelebilirmiş ama şimdi takımda olmamın bir yolu yokmuş, eğer istersem bana uçak bileti alabilirmiş hemen. Cevap vermedim, beklediğim tokat gelmişti işte. Dolaplara pay ettiğim eşyalarımı özensizce tekrar valize doldurdum.
Veysel Hoca’nın evine Yetenekler Mezarlığı adını vermiş, zorunda olmadıkça oradan çıkmıyorduk. Hayal kırıklığım bana ağır gelmiş, Hoca’ya da tuz biber olmuş; en ufak bir ümit zerreciğinin olmadığı bu odaya tıkışıp kalmıştık. Kadehleri üçüncü kez doldururken Hoca “Beni bir görecektin Cevher, fırtınaydım fırtına. Saçım da uzun böyle, buramda” dedi.