İzleyenler için unutulmaz, izlemeyenler için inanması güç bir skordu. Gençlerbirliği ile Galatasaray arasında oynanan ve tam 34 penaltının atıldığı Türkiye Kupası maçı, ülke futbol tarihine çoktan geçti. Gençlerbirliği’nin o dönemki kalecisi Kubilay Aydın ile ‘o maçı’ konuştuk.
1990’lar Türkiye’de kaleciler için yeni bir dönemin habercisiydi. Engin İpekoğlu, hem kulüp hem de milli takım düzeyinde, 1980’lerde kabusa dönüşen ‘yerli kaleci fobisini’ ortadan kaldıracak performanslara imza atıyordu. Daha sonra Rüştü Reçber sahneye çıktı ve bayrağı bir kademe daha üste çıkardı. 90’ların ikinci yarısına gelindiğinde birçok takım, kalesini yerli kalecilere emanet ediyordu…
Bu dönemde parlayan genç 1 numaralardan biri de Kubilay Aydın’dı. Edirnespor’da parladı ve önce Ümit Milli Takım antrenörü Erdoğan Arıca’nın, sonra da isminin hakkını vererek o dönem birçok genç futbolcuya şans veren Gençlerbirliği’nin dikkatini çekti. İlk senesinde, henüz 21 yaşındayken ilk 11’de yerini aldı ve iyi maçlar çıkardı. Hatta Mustafa Denizli yönetimindeki A Milli Takım kadrosu için bile adı geçmeye başlamıştı. İşte o maçların en unutulmazı, 28 Kasım 1996’da Ankara’da oynana Türkiye Kupası karşılaşmasıydı.
Gençlerbirliği ile Galatasaray’ın çeyrek final mücadelesinde normal süre ve uzatmalar 1-1 sonuçlanmış ve seri penaltı vuruşlarına sıra gelmişti. Film de burada başlıyordu aslında. Tam 34 penaltı atıldı ve Gençlerbirliği, o sene dört yıllık şampiyonluk koleksiyonuna başlayacak Galatasaray’ı kupadan eledi. Ankara temsilcisinin o günkü kahramanlarından biri de Kubilay Aydın’dı. Normal sürede çok iyi oynadı ve 34. penaltıda İlyas Kahraman’ın vuruşunu kurtararak turu getirdi. Maçtan sonra ‘günah keçisi’ ilan edilen Galatasaray kalecisi Hayrettin Demirbaş, “Bizimkiler bu kadar atmasaydı ben de bu kadar yemezdim.” demişti. Peki, günün kahramanı 21 sene sonra o maçla ilgili neler hatırlıyor. Bugünlerde Adliyespor’un kaleci antrenörlüğünü yapan Kubilay Aydın ile kısa süren yükselişini ve o meşhur maçı konuştuk.
Gençlerbirliği’ne gidişinizde İlhan Cavcav’ın rolü var mı? O dönemde özellikle genç futbolcuların transferinde başroldeydi…
Edirne’de oynarken zaten Ümit Milli Takım’a gidiyordum. O zaman rahmetli Erdoğan Arıca antrenördü. Mısır ve İsrail’de oynanan hazırlık maçları için beni de davet etmişti kadroya. Gençlerbirliği Futbol Şube Sorumlusu Teoman Yamanlar, Edirnespor’un hocasıyla arkadaştı. Edirne’nin hocası da “Fethi-Nihat-Ender, filelere gönder!” tezahüratında da adı geçen Nihat Atacan. Teoman Yamanlar, Nihat Atacan’a, “Genç ve yetenekli bir kaleci almayı düşünüyoruz. Var mı bildiğin genç kaleci?” diye sorunca, Nihat Hoca da, “Edirnespor’un kalecisi var, bir izleyin” diye cevap veriyor.
Benim kulüpte ve milli takımda oynadığım maçları izlemeye başlıyorlar. Bu arada Kocaelispor, Antep, Trabzonspor gibi takımların da beni izlediğini biliyordum. Hatta Galatasaray için de adım geçiyordu ama Gençlerbirliği’nin izlediğinden haberim yok, sonradan öğreniyorum. Neyse, sezon bitti… Kulağıma isimleri gelen takımlar arayıp sormuyor hiç! Tek arayıp soran Gençlerbirliği oldu. Aradılar, gittik Ankara’ya konuştuk, anlaştık ve Gençlerbirliği maceram başladı.
İlhan Cavcav’la tanışmanız da Ankara’da oldu o zaman…
İlk görüşmede Gençlerbirliği ile fiyatta anlaşamadık. Tabii İlhan Cavcav, Edirnespor’la anlaşmış bonservis konusunda. Edirne’ye döndüm, yöneticiler sordu “Ne yaptın?” gibisinden… Anlaşamadığımı söyleyince biraz da tepki gösterdiler, sebebini sordular falan… Bir hafta sonra rahmetli Cavcav bir daha çağırdı. Eski antrenörüm Basri Uzuncayı da aldım yanıma, gittim… Cavcav, “Eğer imza atarsan (Zsolt) Petry’yi göndereceğim.” dedi. Petry de Macar Milli Takımı kalecisi. Onu duyunca tabii imzayı attım. Hakikaten 10 gün sonra da Petry’yi gönderdi. O sezon ilk 11’de oynadım 30 küsur maçta.
Gençlerbirliği tercihinizde o dönem orada parlayıp İstanbul’a transfer olan genç futbolcuların etkisi var mıydı? “Ben de buradan üç büyüklere giderim” gibi bir düşünce…
Şans yüzüme güldü diyelim. Gidebileceğim en iyi kulübe gittim. Mesela Ümit Milli Takım ile Antep’te bir maça gittik. Oradaki maçtan sonra Gaziantepspor’un o dönemki başkanı Celal Doğan aradı, “Seninle çalışmak istiyoruz.” dedi. Hatta Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi vasıtasıyla iletişime geçmişti. Belki Antep’e gitsem oynayamayacaktım, Metin Akçevre vardı. Kocaeli’ye gitsem, yabancı kaleciler arasına kaybolabilirdim. Gençlerbirliği iyi bir şanstı. Belki piyasaya çıkmadan bitecektim.
Direkt oynamanızda Metin Türel’in de payı vardır muhakkak. Genç oyuncularla çalışmayı sever Metin Hoca…
Metin Hoca sadece bana değil; Ali Eren’e (Beşerler), Ümit Özat’a şans veren hocadır. Bize hep güvenmiştir. Metin Hoca ile şöyle bir anım var… Hem Galatasaray’a karşı iyi maçlar çıkardım hem de Ümit Milli Takım’da iyi oynadım o sezon. Devre arasında hocaların Antalya’da toplantıları olurdu. Fatih Terim de orada Galatasaray antrenörü olarak tabii. Metin Hoca’ya “Kubilay’ı istiyoruz, hocam” demiş. Metin Hoca Adana’da da çalıştığı için iyiydi araları.
Metin Hoca, dönüşte bizi yanına çağırdı, “Böyle devam edin, sizi beğeniyorum” dedi ve hediye verdi: Vakko’dan birer kazak. Bak, unutmadım hala. Sonra bana döndü, “Bak, böyle devam et. Fatih seni izliyor, istiyor Galatasaray’a” dedi. Sonra, ne kadar doğru bilmiyorum ama Galatasaray’ın beni istediği ama Başkan Cavcav’ın yüksek bonservis bedeli istediği söylendi. Galatasaray da vazgeçti ve akabinde Kocaelispor’dan Volkan’ı (Kilimci) aldılar. Benim de Galatasaray defteri kapanıp gitti…
İlhan Cavcav’a bir siteminiz oldu mu hiç?
Yok, hiç gönül koymadım ama keşke verseydi diye düşündüm tabii. Benim oralara gelmemin tek sebebi Sayın Cavcav’dı. Onun sayesinde o sahneye çıktım.
O zaman Galatasaraylı olduğunuz da konuşulmuştu…
Aileden Galatasaraylıyım. 1986-1987 sezonunda Galatasaray şampiyon olduğunda, en çok gol atan futbolcu Uğur Tütüneker’di. Kardeşim ismi o yüzden Uğur’dur. Çok ısrar etmiştim, adını Uğur koyalım diye.
Kalecinin aslında taraftarı olduğu takıma karşı oynarken motivasyonu nedir? Olumlu yönde bir etki olur mu?
Neticede hayalinde, hedefinde orası vardır. Taraftar hep tersini düşünür ama kaleci daha çok motive olur tuttuğu takıma karşı oynarken. İyi oynayayım da alsınlar gibisinden…
Peki, meşhur Türkiye Kupası maçından önce sizin ruh haliniz nasıldı?
Bütün gün o maçı yaşadım. Nasıl kurtarırım, nasıl yan topa çıkarım… Şimdi antrenörler mental training diyor, ben o zaman kendi kendime zihinsel olarak hazırlık yaptım. Büyük maça çıkmanın heyecanı bir yandan, Galatasaray’a karşı oynayacak olmanın heyecanı bir yandan… Öyle geçti o gün.
Maç düşündüğünüz gibi mi geçti?
Öne geçtik, 1-1 oldu yanlış hatırlamıyorsam ama çok iyi bir maç çıkarmıştım ben. Herkes penaltıların sonucuna göre karar verdi ama maçın genelinde iyiydim. Hele bir de 21 yaşında, genç bir kaleci olduğumu düşünürsek baya iyi top oynamıştım. Penaltılar ayrı tabii…
İlk beş penaltıda biter diye mi düşündünüz?
Son penaltıda köşeyi tahmin ettim ama çıkaramadım. Beş penaltı sonrası hem konsantre olmak zorlaşır hem de kurtaramamanın verdiği güvensizlik ortaya çıkar. Ben de bir tarafa doğru kendimi bırakmaya başladım bir süre sonra… Hatta Hayrettin (Demirbaş) Ağabey yanıma geldi, “Kardeşim, bizim kurtaracağımız yok. Bunların da kaçırmaya niyeti yok. Bu maç sabaha kadar gidecek galiba.” dedi. Ben de “Sorma ağabey, çok kötü çuvalladık.” karşılığını verdim. Sekizde başlayan maç, on ikide bitti. Herkesin uykusu geldi artık.
“Şimdi bitecek” dediğiniz bir an oldu mu? Kalecilerin vuruş yaptığı anlarda mesela…
Şimdi antrenörlük yapıyorum. Bazen gençlere takılıyorum, “Çok konuşmayın, Galatasaray’a karşı golünüz var mı? Benim golüm var” diyerek. İlk başlarda bir afallıyorlar tabii, “Nasıl yani?” falan, olayı anlatınca iyice şaşırıyorlar. Hakikaten ben bile penaltı attım. O kadar uzadı maç.
Penaltı atma anınızla ilgili neler hatırlıyorsunuz?
Benim de başıma ilk kez o maçta geldi. Ama daha baskın olan duygu bıkkınlıktı. “Bir yere vurayım, kaçarsa kaçsın. Bitsin artık!” düşüncesiyle gittim topa. Ama iyi vurdum, köşeye gitti.
Hangisinde baskı daha çok? Penaltıyı atarken mi yoksa beklerken mi?
Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi diye bir kitap okumuştum. Penaltı kurtarmak, kilitli kapıyı saman çöpüyle açmak gibi bir şeydir. Herkes senden kurtarmanı bekler ama 7.15’in, üç direğin arasındasın… Bence penaltıyı bekleyen kaleci daha baskı altındadır, daha zordur.
Sizin için iyi senaryoyla bitti neticede. İlyas Kahraman’ın penaltısını kurtardınız ve nihayet maç bitti…
Güzel bir duygu tabii. Herkes senin üstüne atlıyor, kahraman oluyorsun. Gerçi bir tane kurtardık ama olsun… O an herkesin tebrik etmesi falan güzel yine de. O turu geçtik geçmesine de sonra kötü kura çektik. Trabzonspor’la karşılaştık. İki maçta da yenildik ve elendik.
Kaleciliğin nankör tarafı da bu aslında. Hayrettin o maçta penaltı kurtaramadı diye günah keçisi ilan edildi ama siz kahraman oldunuz…
Yerin dibine sokuldu. Hayrettin Ağabeyi 18 tane gol yedi ben 17 tane (normal süreler de dahil)… Ama bir tane kurtardım diye kahraman oldum. Bizim işin kötülüğü o zaten. Az önce ne dedim? Maçın genelinde çok iyiydim. Maçın oralara gelmesinde bir numaralı etkenlerden biriyim ama kimse orayı görmedi. Herkes penaltılara kitlendi, unuttu o performansı. Türkiye’de iyi yaptığın işler unutulur, yediğin son gol hatırlanır. Normal bu…
Soyunma odasında durum nasıldı?
Yorgunluk vardı, sevinç vardı, inanmakta güçlük çekiyorduk. Bir de işin enteresan tarafı, Sadi Hoca iyi penaltıcıların hepsini oyundan almıştı; Metin Ağabey (Diyadin), Erkan Ağabey (Sözeri), İdris Gümüşdere… İyi penaltı atanların çoğunu değiştirmişti. Stoperler, ‘kazmalar’ penaltı attı hep. Bilmiyorum hocanın orada ne düşündüğünü…
Galatasaray, UEFA Kupası’nı da seri penaltı atışları sonucunda kazandı. Galatasaraylı olarak, o anlarda aklınıza geldi mi 17-16’lık maç?
O maçta değil de, oynadığım ya da antrenörlüğünü yaptığım takımlar penaltılara kaldı mı hep anılır o maç. Ama Galatasaray, UEFA’da ilerlerken, “O transfer gerçekleşseydi” diye düşündüm. Gerçi Taffarel vardı ama o kadroda olmak bile yeterliydi. Kerem ya da Mehmet’in yerinde ben olabilirdim.
Gençlerbirliği’nde parladığınız dönemde milli takım için de adınız geçmeye başlamıştı.
Ümit Milli Takım’da 12 defa forma giydim. A Milli Takım’a çağrılma durumum da olmuştu. Dünya Kupası elemelerinde, deplasmandaki Galler maçından önce Rüştü sakatlanmış, tedaviye gitmişti. Engin Ağabey (İpekoğlu) de Çanakkale’de oynuyordu. Takımın başında da o zaman Mustafa Denizli vardı. Mustafa Denizli, birinci kaleci olarak onu seçti. İkinci kaleciye de karar veremedi. “Kubilay mı olsun, Trabzonsporlu Nihat (Tümkaya) mı olsun?” tartışması gündeme geldi. Trabzon’un ismi ağır basmış olacak ki Nihat Ağabey’i tercih etti. Ben de A Milli Takım’da olma şansımı kaybettim. Ama A Milli Takım’a çağrılacağımı düşünmüştüm.
Ümit Milli Takım, o dönemde en az milli takım kadar takip edilirdi. Maçları televizyondan izlenir, oyuncuları sıradan bir futbol izleyicisi bile tanırdı. Bugünkü durum daha farklı. Kırılma anı neydi sizce?
O zamanki oyuncuların çoğu kendi takımlarında oynuyordu. Oktay Derlioğlu, Ali Eren, Ramazan Tunç, Tamer Tuna, Erol Bulut, Serkan Aykut, Serdar Topraktepe… Bunlar kendi takımlarında banko isimlerdi. İzleyicisi de vardı tabii. Şimdi kendi takımında oynayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ya da yurtdışından gelen gurbetçi çocuklar var. Bence nedeni tamamen bu.
Ümit Milli Takım’da rakip olduğunuz, ilerleyen yıllarda yıldız mertebesine yükselen isimler var mıydı?
Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu’nda Hollanda vardı. Orada Zenden, Davids falan vardı. 1997’de Akdeniz Oyunları’nda ikinci olmuştuk. Finalde de İtalya’yla oynadık hatta. İtalya’da kaleci Buffon’du. Ventola, Totti, Fiore falan da vardı… Bizi 5-1 yendiler finalde… Bizden iyilerdi tabii. Unutamadığım bir de Belçika maçı var. Deplasmanda 1-0 mağlupken 2-1 çevirmiştik. O maçta baya iyi top oynamıştım. Belçika gazetelerinde bile benim hakkımda yazılar çıkmıştı.
Buffon’un 2017’ye kadar oynayacağını ve üst seviyede kalacağını tahmin eder miydiniz?
O zaman zaten Parma’nın as kalecisiydi. Hala onun üstüne bir kaleci yok bence. O yaşta takımını sırtlaması büyük olay.
Bugün kaleci antrenörüsünüz. Buffon’a o gözle bakınca, devamlılığının sırrı ne olabilir sizce?
Bence işini çok seviyor. Kaleci olmak için kaleciliğe aşık olmak lazım. Antrenman, maç konstantrasyonunu daima yüksek tutman lazım ki bu yaşta hala zirvede kalabilesin. Buffon da bunu harika yapıyor. Bunu korumak için de işine aşık olmalısın dediğim gibi. Bir de İtalyanların kaleci ekolü var. İyi yetiştiriliyorlar, iyi kaleciler hep var. Bizde de tam tersi. Kaleci antrenörlüğü yeni yeni oturmaya başladı diyebiliriz. Ama milli takımın kalesini yıllarca koruyacak bir isim yok. Volkan Babacan var, Trabzonsporlu Onur var… Volkan Demirel’i aforoz ettiler zaten. Tahmin ediyorum, Fatih Terim gitmediği sürece milli takım yüzü göremez… Başka da gelecek vadeden kaleci yok. Neden? Çocuklar takımlarında oynamıyor. Kaleci, diğer mevkilere benzemez. Forvet kendini bir devrede ya da 15 dakikada gösterebilir belki ama kalecinin oynaması gerekir. Casillas, Neuer… Bunlar genç yaşlarda güvenilip eldivenler verilen kalecilerdi.
Maç tecrübesi olayı…
Kaleciyi geliştiren şey, baskı anında verdiği tepkilerdir. Antrenmanda kaleci tekniklerini muhteşem uygularsın ama maç bambaşkadır. Her karşılaşmanın, her pozisyonun bir hikâyesi vardır. Orada birkaç hamle ötesini düşünürsün. Vuracak mı, basıp geçecek mi? Hatta arkadaşlarının yerine bile düşünürsün. Ama zor işte… İkinci Lig’de bile yabancı kaleci var. Bence buna bir kural gelmeli, yerli kaleciler ilk 11’de olmalı.
Gençlerbirliği özellikle o dönemde çok mühim oyunculara sahipken dahi ligin ilk sıralarını zorlayamadı. Bugün Başakşehir’in yaptıklarını yapabilirdi belki de ama sonuçlar ortada. Bunda, kulüpteki teknik adamların devamlılığında sıkıntılar olmasının etkisi var mı? İlk sezonunuzda mesela, Metin Türel’le ilk lig maçına çıkmışsınız sonra Sadi Tekelioğlu gelmiş yeni yıla girmeden…
Metin Hoca’nın da öncesi var! Muhsin Ertuğral’la yeni sezon çalışmalarına başladık. Almanya’ya kampa gittik, döndük, Muhsin Ertuğral ilk maçına çıkmadan gönderildi. Ondan sonra Metin Hoca geldi. Tabii bunların da etkisi vardır ama Gençlerbirliği o zamanlarda çok para harcamadan bir yerlere gelmeyi hedefliyordu. Çok da genç takımdık. Benim dışımda; Ali Eren, Ümit Özat, Onat Çetin, Serdar Samatyalı… Hep genç topçulardı. Birkaç tane tecrübeli futbolcu vardı. Metin Diyadin, Erkan Sözeri, Mehmet Şimşek…
Geneli genç futbolcular olunca üstlere oynamak biraz daha zor. Başakşehir’in politikası, maddi durumu falan farklı. Gençlerbirliği, yetiştirip satmak üzerine bir sistem kurmuştu. Kadro devamlılığı yoktu. Bence ilk beşte yer alamayışın sebebi bu. Ama bizden sonra Ersun Yanal’la iyi işlere imza attılar. O kadro bizden de iyiydi.
Ertesi sezon da Yılmaz Vural’la çalıştınız. Yılmaz Vural tecrübenizden neler kaldı aklınızda?
Yılmaz Hoca’yla çalışmak hem zevkli hem de sıkıntılıdır. Eğer takım iyi gidiyorsa hayatınızın en zevkli sezonunu geçirirsiniz; çok rahattır. Ama işler kötü gidince zorlaşmaya başlar. Baskı altına girer, tavırları değişir. Biliyorsun örnekleri bile var, oyuncu dövmeye kadar giden!
İşler sizin için iyi giderken, bir anda 2. Lig’e, Konyaspor’a gittiniz ve yavaş yavaş göz önünden çekildiniz. Konya’ya transferinizin sebebi neydi?
Kendi isteğimle gittim Konya’ya. Gençlerbirliği ile iki yıllık sözleşme imzalamıştım aslında. Konya hocası da Sadi Tekelioğlu’ydu. Çok ısrar etti ve imza attım Konya’ya. Bir de gençliğin verdiği tecrübesizlikle verdiğim ani bir karar olarak görüyorum o transferi. Hasan (Sönmez) vardı o zaman. O da gençti, onunla birlikte oynuyorduk. İkimiz de sözleşme imzaladık ve bize “Sizinle devam edeceğiz” dendi. 10 gün sonra Antep’ten Metin Akçevre’yi aldılar. Öyle olunca ben de ayrılmak istedim. Metin Ağabey tecrübeli, onu tercih edecekler diye düşündüm.
İlhan Cavcav’a söyledim, o da “Burada kimin oynayacağı belli olmaz. Kim iyiyse o çıkar sahaya. Seni aldığımda, gelir gelmez oynamaya başladın, yine iyi olursan sen oynarsın” dedi ve ayrılmamı istemedi. Ama gençliğin verdiği heyecanla Konyaspor’a imza attım. Ama Gençlerbirliği ile hiç aram kötü olmadı. Bu sene başında Hacettepe’de çalıştım. Yine Gençlerbirliği’nin kapısından girmek ayrı bir heyecan veriyor. Gençlerbirliği’nin bendeki yeri çok farklıdır. Bugün hatırlanıyorsam Gençlerbirliği sayesindedir.
Yani, bugün baktığınızda hata olarak görüyorsunuz ayrılma kararınızı?
Tabii, hep zirvede kalmak zordur derler ama alta düştüğün zaman yukarıya çıkma daha zordur. Alttan gelenlerin sayısı daha fazla çünkü. Değirmen taşı gibi futbol; birileri senin yerine gelir, kendini kabul ettirir, sen de şansını kaybetmiş olur öğütülürsün…
Hep söylüyorum, benim en büyük hatam Gençlerbirliği’nden ayrılmaktı. Savaşmayı, mücadeleyi deneseydim farklı bir yerde olabilirdim. 1.Lig’de hep göz önündesiniz ama 2.Lig yaşlı 1.Lig topçularının olduğu yer gibiydi. Pek izlenmiyordu. Televizyon yayını da çok yoktu. Doğru bir tercih değildi neticede.
Konyaspor sonrası tek senelik kulüpler dönemi başlıyor kariyerinizde…
Konya’ya gittiğimde 24 yaşımdaydım. Dört sene kaldım orada. 28 olunca, baktım ki bir daha 1. Lig’e dönmem çok zor, hayatımı sürdürebilmek için profesyonelliğin gerektirdiği kontratlara imza attım. Erzurum’da Cemal Polat paralarımızı ödemedi için oradan ayrıldım. Kadromuz fena değildi ama ekonomik karşılık olmayınca dağıldı takım. Oradan Ankaraspor, Diyarbakırspor yaptım… Emeklilik yaklaşıyor, memlekete yaklaşalım dedim İstanbul’a geldim; Eyüp’te oynadım, Sarıyer sonra… Kartal’da şampiyonluk yaşadım ve Bank Asya’ya çıktık. Sonra da 34’ünde bıraktım işte.
Antrenörlük kararını nasıl verdiniz?
Hep düşünüyordum ama belgem yoktu. Federasyon da beş sene kaleci antrenörlüğü için kurs açmadı. Sonra açar açmaz hemen belgemi aldım. 2011-2012 sezonunda başladım.
Yeni kariyerinizde işler nasıl gidiyor?
Çok seviyorum kaleci antrenörlüğünü. Şu an Ankara’da Adliyespor’da çalışıyorum. Eşim ve çocuklarım Edirne’de, orada da kendi yağımda kavrulacak kadar gelirim var ama ben yine de bu işi yapmak için ailemden uzak kalmayı göze alabiliyorum. Burada eski Ankaragücü kalecisi Adnan Erkan’la birlikte çalışıyoruz. Evet, çok büyük para yok ama bu işin içinde olmak istiyorum. İnşallah iyi yerlere de gelirim. Tabii bizimle bitmiyor bu iş. Türkiye’de birilerini tanımak, birilerini devreye sokmanız lazım. Zor!