Yugoslavya’nın bölünmesi, yaşamın tüm alanlarına sıçrayan bir hastalık gibiydi. Futbol da bundan nasibini almıştı. Karşınızda Yugoslavya ile beraber parçalanan takım Kızılyıldız ve aşırı acıklı hikayesi…
Kararım ani olmuştu. Televizyon başında yatarken “Yetti gari!” dedim ve doğruldum. “Hanım, baltam nerede?” sorusunu soran Gerçek Kesit karakteri misali, “Getirin şu bilgisayarı!” dedim. Hedef, göz bebeğimiz olan futbol oyununda eski takımları yaratmaktı. Meşakkatli bir yola girdiğimin farkında değildim. Velhasıl takımlar yaratılmaya başlanmıştı. Ön çalışma gayet titiz ilerliyordu. Kadrolar, oyuncuların numaraları, mevkiler bir bir not edildi. Dizilişler için ise takımların maçlarını bulup, gözlemci edasıyla tek tek izliyordum. Evet, WM’ler, liberolar, 3-5-2’ler havada uçuşacaktı ama onun da bir adabı vardı… 50’lerin Real Madrid’iyle başlayan efsane takımlar inşası, 90’ların Barselona’sı ile 17 takıma ulaşmıştı. Fakat kontenjan açık vermişti. Son takım kim olmalıydı?
Benim Kızılyıldız’la tanışmam ‘Gelişim Spor’ sayesindedir. ‘Ne alaka?’ demeyin. 1989-1990 sezonunda UEFA Kupası’nda Galatasaray’ın rakibi olan Yugolar, dergide uzun uzadıya tanıtılıyordu. Takımın yıldızı, Dragan (Piksi) Stojkovic olarak gösterilmişti; ‘bu oyuncuya dikkat!’ uyarısıyla. Fakat bu takımı, ‘tek yıldız’ üzerine kurulmuş bir sisteme oturtmak imkânsızdı. Savicevic, Prosinecki ve Pancev gibi muhteşem futbol sanatkârları, Kızılyıldız’ı Avrupa’nın tepesine taşıyacak kalibredeydiler. Ama beklenen olmamıştı o sene; en azından Avrupa’da… Üçüncü turda Köln’e elenen takım, buna rağmen Yugoslavya şampiyonu olmaya başarmıştı. Takım içi denge iyice oturmuş ve takip eden sezonda Avrupa’da başarı elzem hale gelmişti. Hedef, Şampiyon Kulüpler Kupası!
90’ların başı, Tito’nun ölümüyle uçurumun kenarında dans eden Yugoslavya’nın dağılma sinyallerini verdiği yıllardır. Bağımsızlık ilanları an meselesidir. Fakat milliyetçi yapısıyla tanınan Kızılyıldız takımı, bütün bu bölünmeye yeşil sahalardan meydan okur. ‘Çetnik Takımı’ olarak bilinen kırmızı-beyazlılarda, Yugoslav coğrafyasının her toprağından isimler vardır. Kaleci Stojanovic, orta sahanın katarı Jugovic ve sağ kanattan yaptığı koşularla rakiplerinin başını döndüren Binic, Sırp kökenliyken; sol bek Marovic ve yıldız 10 numara Savicevic Karadağ, sağ bek Sabanadzovic Bosna, stoper Najdoski ve gol makinesi Pancev Makedon, orta sahada metronom vazifesi gören Prosinecki de Hırvat asıllıdır. Sol ayağıyla Çin Seddi’nde dahi boşluklar açabilecek olan Mihajlovic, Hırvat kökenli Sırp, takımın tek yabancı kontenjanındaki ismi Belodedici ise Sırp asıllı Romen’dir. Hülasa, ‘bir takım Tito’nun vasiyetiyle kurulsa, anca bu kadar etnik karışım olur!’ dedirtecek cinste bir ekip çıkar yeşil sahalara…
Son takım belli olmuştu. Normalde bir-iki maçla geçirdiğim sistem belirleme seanslarını daha da geniş tuttum ve takımın ilk turdaki Grasshopers maçından başladım kupaya giden yolunu izlemeye. Daha ilk saniyelerde bile ‘bu takımı nasıl unuttum!’ diye kendi kendime sitem etmeye devam ediyordum. İsviçre şampiyonundan sonra sırasıyla Glasgow Rangers, Dynamo Dresden ve Bayern Münih geçilerek, finalde Marsilya’nın karşısına çıkıyorlar. İzlediğim maçlar, yeşil saha ustalarına saygımı sonsuz kat daha arttırıyor. Nasıl arttırmasın! Belodedici dikkat çekmeyecek gibi değil. Kusursuz bir libero. Zamanlaması ve topla oyuna dahil olması, “tek günahı Baresi’yle aynı dönemde oynamasıymış” dedirtiyor. Oyuna devamlı dahil olan bekler Marovic ve Sabanadzovic de ‘modern bek’ mefhumuna tuğla koyan isimler. Orta saha ve hücum hattı, uğruna destanlar yazılacak cinsten. Sahada basmadık yer bırakmayan Jugovic, takımın baskı kurmasında baş aktör. Maestro rolü Prosinecki’de. Ünal Karaman misali bir tempoya sahip sarışın genç, adali gösterisini neredeyse her maç en tepede tutuyor. Fakat zamanı geldiğinde de Oğuz Çetin misali bir pas mühendisine dönüşmeyi biliyordu ‘Zuti’ (Sarı) lakaplı 7 numara. Galsgow ve Dresden ağlarına gönderdiği frikikler de kaymaklı ekmek kadayıfı niyetine ağızda müthiş bir tat bırakmaya yetiyor da artıyor. Takımın 10 numarası Savicevic, Cruyff’un 90’lı yıllarda vücut bulmuş hali. Süper driplingleri ve kalecileri etkisiz hale getiren şutları mest ediyor. Sol kanatta harikalar yaratan Mihajlovic ise ceza sahası dışından ‘rus ruleti’ misali sırayla tehlike yaratabilecek oyunculara sahip Kızılyıldız’ın en önemli silahlarından. Sol ayağıyla deveye hendek atlatabilecek olan solak genç, attığı uzun toplarla, usta bitirici Pancev’e giden yolda kargo görevi görenlerden. Pancev apayrı bir forvet. Orta sahadan aldığı toplara yaptığı tek vuruşlarla kalecileri avlayan 9 numara, ‘kaleciyi tek ayak üstünde yakalama’ işini çözmüş. Çılgın deparlarıyla rakibi zorlayan ve Pancev’in huyunu suyunu bilen Binic’i de unutmamak lazım…
Finale kadar bir nefeste gelmiştim. İzlenen maçlar, yeteri kadar futbola doyurmuştu ama buradan dönmek olmaz! Finali izlemeye koyuluyorum. Şu ana kadar izlediğim sekiz maç içerisinde en sıkıcı maç olsa da ‘final olmasına’ veriyorum bunu. Rakip de en az Bayern kadar güçlü bir Marsilya neticede! Amoros, Waddle, Papin ve eski dost Stojkovic, mavi-beyaz formayla arz-ı endam ediyor. Golsüz biten 120 dakika, ardından penaltıları izletiyor. Duran top ustaları birliği Kızılyıdız, firesiz sonlandırıyor bu gergin seansı. Marsilya da fena değil ama unutulmaz sağ bek Amoros’un hatası kupaya mal oluyor ve Kızılyıldız, heybetli kupaya uzanıyor. Ne olduysa da bundan sonra oluyor…
Mayıs ayında kazanılan zaferden yaklaşık iki ay sonra savaş patlak veriyor. Aralık 1991’de Colo Colo’yu 3-0’la yenen Kızılyıldız, Kıtalararası Kupayı da müzeye taşısa da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Takım, yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Takımın metronomu Prosinecki, Real Madrid’e atıyor kapağı. Daha sonra ‘seyyah oldum bu âlemde’ sloganıyla takım turlarına başlayan ‘Zuti’, 1998’de Hırvatistan Milli Takımı ile Dünya Kupası gösterisinin başrollerinden oluyor. Marovic, Binic, Stojanovic ve Sabanadzovic de Prosinecki’yi takip ediyor. Diğer yıldızlar ise bir sene daha dayanıyor bu futbola müsait olmayan zemine. Şampiyonlar Ligi’ne prova niteliği taşıyan 91-92 Şampiyon Kulüpler Kupası sezonunda, sekizli gruplara kadar rahat gelen Prosinecki’siz Kızılyıldız, Sampdoria’yı geçemiyor. Ülkede husule gelen olaylar nedeniyle maçlarını yurt dışındaki sahalarda oynayan kırmızı-beyazlılar, ilk dörde kalmayı başarıyor her şeye rağmen. Bu sezon sonunda parçalanma devam ediyor; Yugoslavya’nın aynası mahiyetinde…
Savicevic Milan’a gidiyor ve büyüleyici yeteneğini Çizme’de sunuyor futbolseverlere. Jugovic ve Mihajlovic ise Sampdoria’yı seçiyor yeni kariyerleri için. Adriyatik’in diğer kıyısında kurtuluşu arayan yıldızlarımızdan bir diğeri olan Pancev ise İnter ile ‘Yılın Transferi’ni gerekleştiriyor. Milan ve Sampdoria’yı seçenler, hizmete uzun yıllar devam etse de; yılın transferi Pancev, asrın hayal kırıklıklarından birisi olarak futbol tarihine adını yazdırıyor. Yugoslavya’nın kralı, Çingeneler Zamanı’nın Perhan’ı misali İtalya’da perişan oluyor. Bir daha da beli doğrulmuyor zaten. İkinci göç dalgasında bizi ilgilendiren bir hikâye daha var. Diğer üç isimden farklı olarak İspanya’da kariyerini devam ettiren Makedon stoper Najdoski, 1994-1995’te Denizlispor forması ile Yugoslavya’nın dağılışını izliyor. Evet, Yugoslavya dağılıyor. Teker teker bağımsızlıklarını ilan eden devletler ve yaşanan savaş, hayatın her alanını, zengin-fakir her insanı derinden etkiliyor…
Biraz hüzünlü olsa da hazırlıklar tamamlanmıştı. Daha önce oluşturulan takımlardan Saint Etienne, Notthingham Forest, Dinamo Kiev ya da Anderlecht de eski günlerini arayanlardandı. Ama onlar kendi hatalarına, değişen dünya düzenine veya Bosman zatına yenik düşmüştü. En azından üst seviyede birkaç sezon kalmayı başarmışlardı. Kızılyıldız ise savaşa mağlup olmuştu. Hem de Avrupa’nın zirvesine çıktığı sene. Bu çöküş bu kadar erken olmamalıydı!