-Bir Batu ANADOLU yazısı-
Bir takımı iyi yapan şey, sadece oynadığı futbol mudur yoksa başarıları mıdır? Bana göre bu sorunun cevabı, o takımın bıraktığı mirastır. 1930’larda harika bir takım, futbol tarihine unutulmaz bir miras bırakırken Mozart’ın müziğinden esintiler taşır.
Son yıllarda hepimizin hayatında deneyimlediği bir gerçek var: Kelimelerin anlamlarının büyütülmesi, hemen her yerde yerli yersiz kullanılması. Tek bir filmini izlediğimiz bir yönetmeni dahi, onun filmini ise başyapıt ilan etmemiz sadece birkaç saniyemizi alıyor. Benzer şekilde güzel bir golünü gördüğümüz bir futbolcu, anında “müthiş oyuncu” unvanına kavuşabiliyor. Değerlerin, aslında ne kadar değer taşıdıklarına ilişkin yargılarımızın değiştiği bir gerçek. Burada unutulan şey, aslında o değerlerin ne kadar kalıcı olabileceğinin tek göstergesinin, zaman oluşu. Bizler tarihsel sürecin sadece bir parçası olduğumuzu unutuyor ve kendi kısa hayatımızda yaşadığımız her deneyimi, dünyanın merkezine oturtuyoruz.
Mesela hiç düşündünüz mü, neden hala Mozart dinleriz? Aradan geçen 350 yıla rağmen bir bestenin ona ait olduğunu nasıl anlarız? Bu bilinirliğin temelinde, biraz da ondan esinlenen diğer besteciler vardır. Mozart’ın besteleri, sonraki çağlara miras kalır ve esin kaynağı olmaya devam eder. 35 yıllık hayatına onlarca başyapıt sığdırmış bu müzik adamı, ortaya koyduğu yenilikler ile kendisinden sonraki bestecilere yeni kapılar aralar. Onun sırrı, kelimelerle açıklandığı zaman basit ama hayal etmesi zor yeteneklerdir: Bir müziği duyduğu anda beynine kazıması, birçok tarzda müziğe yatkın olması ve farklı kültürlere açıklığı… Çoğunlukla doğuştan geldiğine inanılan ama müthiş bir disiplinle sürdürülen yeteneklerdir bunlar. Mozart’ın ‘harika çocuk’ olmasının nedeni de budur. ‘Harika’ kelimesi, günümüzün aksine burada tam da yerine oturan bir sıfattır.
Mozart’ın futboldaki karşılığı da 1930’larda zirveye çıkan, ‘harika bir takım’dır. Aynı ülkenin vatandaşı olmalarının yanı sıra yetenekler açısından birbirlerine benzerler. Avusturya futbolunun öyküsü, 19. yüzyıla dayanır. İlk dönemlerde İngiliz takımlarına karşı aldığı mağlubiyetlere rağmen Viyana 11’i, kendini geliştirecek yeniliklere açık bir konumdadır. Alınan farklı mağlubiyetlerden ders çıkarmayı başarırlar. Bunlar arasında, 1905’te Rangers ile oynadıkları maç milat olur. İskoçlar’ın kısa paslara dayalı futbolunu hemen benimserler. Tabii bu disiplini oturtacak bir adam gereklidir. Nasıl ki Leopold Mozart; oğlunu daha doğumundan itibaren disiplin altına alır, bu takımı disipline edecek isim ise Hugo Meisl’dır.
Meisl, bu görevde aslında tek başına değildir. Eski bir sporcu olan ve sonradan gazeteciliğe başlayan kardeşi Willy Meisl, futbol üzerine yazıları ile abisini derinden etkiler. Bir diğer önemli isim de İngiliz futbolcu ve teknik direktör Jimmy Hogan’dır. Hogan, kısa pas sistemini oturtmasında Meisl’a yardım ederken bir bakıma Avusturya futbolunun taktiksel yapısını kuran isimdir. Hugo’ya ise birbirinden asla kopmayacak ve birbirlerinin sonraki 2-3 hamlesini bilecek oyunculardan oluşan bir takım kurmak düşer. O da merkezi Viyana olan bir futbol sisteminin altına imzasını atarak aynı şehirde, aynı takımlarda oynayan futbolculardan oluşan bir takımı oluşturmaya başlar.
Meisl’ın attığı tohumlar, on yıl içerisinde yeşermeye başlar. O güne kadar kanatlar üzerinden oynanan futbolu merkeze çeker ve uzun pasların yerini kısa paslara, sert oyunun yerini ise estetiğe bırakır. Kalede Arsenal’in radarına giren Hiden, orta üçlüde ise rakibin uzun toplarını imha etmekte uzmanlaşan Simistik ve takımın kaptanı, fiziksel gücü yüksek Nausch, takımın bel kemiğini oluşturur. Fakat asıl fark yaratan oyuncu kağıttan bir adamdır. Zayıf görüntüsüne karşın teknik ve çalım becerisi ile harikalar yaratan bu adamın ismi Matthias Sindelar’dır. Sindelar’ı, “futbolun Mozart’ı” yapacak şey, Meisl ve Hogan’ın taktik dehalarında yatar. Günümüzde ‘false nine’ ya da Türkçe ‘ters 9’ olarak bilinen sisteminin ilk uygulamalarının birinin kahramanıdır Sindelar. 2-3-5, yani WM sisteminde merkez forvette oynadığı gibi orta sahaya gömülerek de rakibin kafasını karıştırır. Tam da bu dönemde Avusturya, 14 maçlık yenilmezlik serisine imza atar. Bu seride Almanya 5-0 ve 6-0, Macaristan 8-2 gibi skorlarla geçilir. 1932’de kaybedilen 4-3’lük İngiltere maçı ile bu seri sonlansa da Meisl, en azından pas oyununun sınırlılıklarını görür ve Sindelar’a daha fazla önem atfetmesi gerektiğini anlar. Harika Takım aynı yıl İtalya’yı 2-1 mağlup ederek Orta Avrupa Kupası’nı kazanır. Hedef artık Dünya Kupası’dır.
Hücum hattına Josef Bican gibi bir skorerin katılmasıyla takım daha bir iddialıdır. Hemen kupadan önce ev sahibi İtalya’yı bu sefer 4-2 ile geçerler. Turnuva ise düşünüldüğünden daha zorludur. Fransa’yı uzatmalarda Bican’ın attığı golle mağlup ederler. Sonraki turda Macaristan’ın yıldızı Sarosi de onlara dur diyemez. Yarı finaldeki rakip ise önceki yıllarda devirdikleri İtalya’dır. Fakat kısa paslara dayalı oyun, belki de en önemli engelle karşılaşacaktır. San Siro’nun çimlerine düşen yağmur taneleri, sahayı ağırlaştırmıştır. İtalya’nın atletizmi, Harika Takım’ın estetiğine karşı daha ağır basar. Buna 10. dakikada İtalya’nın atacağı tartışmalı bir gol de eklenir. Meazza’nın kaleci Hiden’e yaptığı faul, İsveçli hakem Ivan Eklind tarafından görmezden gelinir ve boşta kalan topu Guaita kale içine bırakır. Maçın geri kalanı İtalya kalecisi Gianpiero Combi’nin cansiperane kurtarışları ile geçerken Pozzo’nun prensi Luis Monti, Sindelar’a göz açtırmaz. Harika Takım’ın Dünya Kupası hayalleri sona erer. Sonuç dördüncülüktür ama Sindelar ve Bican gibi oyuncular için 1938, uzak bir hedef değildir. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda fırtına gibi esen takımı finalde yine Azzuriler beklemektedir. Uzatmalarda Frossi’nin golü ile İtalya bir kez daha rakibinin kupa hayallerini sona erdirir. Hedef hala 1938’dir ama birkaç yıldır kendisini gösteren faşizmin gölgesi, artık her şeyi karanlıkta bırakacaktır.
Öne Hugo Meisl, 1937’de kalp krizi sonucu hayatını kaybeder. Takım yine de kupa için hazırlanmaya devam eder. Bu sefer de 1938’in Mart ayında Almanya, Avusturya’yı ilhak edecektir. Harika Takım’ın oyuncularından artık Almanya için oynamaları istenmektedir. Elbette bu istek, kibar bir tehditten başka bir şey değildir. Oyuncuların bir kısmı bu duruma karşı koyamazlar. Sindelar ise Almanya için oynamayı reddeder. 1938 Dünya Kupası’nda Almanya henüz ilk turda elenir. Bir işgal ile dünyanın dengesi bozulurken takım kimyasının bozulması sadece küçük bir bedeldir. 23 Ocak 1939’da ise Harika Takım için perde iner. Matthias Sindelar, eşi Camilla Castagnola ile evinde ölü bulunur. Ölüm nedeni karbon monoksit zehirlenmesidir. Bu ölüm, birçok komplo teorisini beraberinde getirir. Kimilerine göre Naziler tarafından öldürülmüştür, kimilerine göre ise zaten bir Yahudi olmasından dolayı takıma alınmamıştır. Sindelar’ın yaşadığı evde havalandırma sorununun olduğu ise birkaç aydan beri bilinen bir gerçektir. Öyle ya da böyle futbol, en önemli virtüözlerinden birini kaybeder.
Sindelar, Mozart’tan sadece bir yıl fazla yaşar. İkisinin de ölümü şüphelidir. Fakat ikisi de gelecek nesillere önemli bir miras bırakır. Mozart nasıl tüm zamanların en iyi bestecilerinden biriyse Sindelar da en iyi futbolcularındandır. 1999’da Avusturya tarihinin en iyi sporcusu seçilirken, Meisl’ın taktiği önce 1950’lerin Macaristan’ını sonra ise 1970’lerin Avusturya’sını, Hollanda’sını ve Barcelona’sını derinden etikler. Bugün iki pas gördüğümüzde, değerini şişirerek Total Futbol olarak adlandırdığımız tarzın aslında on yıllar boyunca verilen bir emekten geçtiğini gösteren bir masaldır Harika Takım’ın tarihi. Hiç akıldan çıkmamasını diliyorum.