– Bir Batu ANADOLU yazısı –
Bir futbol maçı, yirmi iki oyuncunun doksan dakika boyunca bir topun peşinde koştuğu ve sonunda kolektif hafızanın kazandığı bir aktivitedir. Özellikle de oynandığı mekanla bütünleşen maçların hikayesi her gün yeniden yazılır.
Otobüs kısa bir mola için durdu. Paris’in batı banliyösünde yer alan Bolougne’a varmıştık. Bulunduğumuz bölge birçok insan için pek bir şey ifade etmiyordu. Eyfel Kulesi, Şanzelize ya da Lüksemburg bahçeleri biraz daha uzaktaydı ama futbolseverler için önemli bir mabetin hemen yanında durmuştuk. 1897’de açılan ve 1972’de yenilenen Parc des Princes Stadyumu tüm sadeliğiyle karşımızdaydı. Tüm sadeliğiyle diyorum çünkü 1997’de hizmete giren Stade de France, ihtişam kelimesini ele geçirmişti. Buna karşın Stade de France her ne kadar ihtişama ve Fransa’nın Dünya Kupası zaferine sahne olsa da Parc des Princes futbol tarihinin en önemli anlarına tanıklık etmişti.
Tek başıma bir banka oturup stadyumu izlemeye koyuldum. Bir yandan da kitaplarda okuduğum ya da teknolojinin nimetlerinden faydalanıp internet üzerinden görüntülerini bulabildiğim Parc des Princes’ta oynanan tarihi maçları düşünmeye başladım. Gözümün önüne 1984 Avrupa Şampiyonası finali ve 1981 Avrupa Kupası Finali geldi. O sırada banka doğru yavaşça büyüyen bir karaltı gördüm. O karaltı önce bir insana dönüştü daha sonra ise kendini banka bıraktı. Orta yaşlı, kıvırcık saçlı ve sert yüz hatları olan bir adamdı. Kendisini incelediğimi anlamış olacak ki gülerek bana döndü ve “Çok önemli bir maçı atladın genç adam.” dedi. Şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Sanki düşüncelerimi okumuş ve bunu da gayet sıradan bir şeymiş gibi yapmıştı. Konuşmaya devam etti: “Ama hatırlamaman doğal. 1956 yılı oldukça gerilerde kaldı değil mi?” O an futbol sevgim, yaşadığım anın garipliğine baskın çıktı ve kafamda şimşekler çaktı. 1956’da ilk kez düzenlenen Avrupa Kupası’nın finali burada oynanmıştı. Kupayı kazanan takım Real Madrid’di ama rakibi bugün pek de hatırlanmayan bir ekipti: Stade de Reims. Real Madrid’in beş kupa üst üste kazanarak oluşturduğu hegemonyanın kıvılcımı ilk burada parlamıştı parlamasına da Reims’in o beş yıl içinde iki kez final oynadığı, rüzgara yazılmış gibi buharlaşıp uçmuştu.
“Aslında hikayenin başlangıcı 1950’lerin başlarına dayanıyor.” dedi parlayan gözlerle. “İngiliz takımları her zaman olduğu gibi hazırlık maçlarını kazandıkça kendilerini dünyanın en iyisi ilan ediyorlardı. Bizim L’Equipe gazetesinin editörü Gabriel Hanot da ‘O zaman bir turnuva düzenlensin ve gerçekten kim en iyiymiş görelim’ diyordu. İşin komik tarafı bu fikir UEFA tarafından kabul edildiğinde İngiliz ekibi Chelsea’nin turnuvaya katılmaktan vazgeçmesi oldu. Yerel ligleri olumsuz etkileniyormuş!” O kahkahalarla gülerken aklımdan onlarca soru geçiyordu. En çok da karşımdaki yabancının olayları yaşıyormuş gibi anlatması dikkatimi çekmişti. Tam bir futbol delisi olmalıydı. “Peki ya Reims?” diye sordum. “Reims’i bu kadar iyi yapan neydi?” Sözlerimden alınmış gibi bir bakış attı ama bütün içtenliğiyle anlatmaya devam etti: “Öncelikle birbirini çok iyi tanıyan bir ekipti. Taktik anlayışı yoktu çünkü bütün takım taktiğin bir parçasıydı. Hızlı koşular ve kısa paslarla bir keyif futbolu oynuyorlardı. Bazı teknik direktörler sadece savaşmaktan ve mücadele etmekten söz ederler. Bizim koç ise futboldan aldıkları keyfe yoğunlaşmalarını isterdi.” Koçtan bahsedince Reims’in o dönemki hocasının adını sormak istedim ama bunu sezmiş gibi sözlerini aceleyle sürdürdü: “Jacquet, Jonquet, Hidalgo, Kopa gibi yıldızlar da yok değildi tabi. Yine de Real’in Di Stefano, Rial ve Gento’sunu düşünürsen bir mucizenin eşiğinden döndüğümüz de ortada!”
O dönemin Real Madrid’inin kadrosu ve Bernabeu’nun başkanlığındaki atılımları hep bilinen şeylerdi ama Fransa’nın küçük bir kentinin yaptığı futbol devrimi unutulmuştu. Öyle bir devrim ki Milli Takımı 1958’de Dünya üçüncülüğüne taşıyacaktı.
Düşüncelerimi okumuş gibi “Devrim o gün başladı aslında.” dedi. “Otuz sekiz bin taraftar kupanın ülkede kalması umuduyla tribünleri doldurmuşlardı. İlk on dakika tam bir fırtına gibiydi ve fırtınanın adı Gento değil Kopa’ydı. Real Madrid daha maçtan önce Kopa’yla gelecek sezon için anlaşmıştı ama sanırım ondan böyle bir performans beklemiyorlardı. Altınca dakikada kullandığı serbest vuruşu kaleye değil Leblond’un kafasına nişanlamış, top da bu kısa moladan sonra ağlarla buluşmuştu. Beyazlar bu pozisyonda topun çizgiyi geçmediğini iddia ederlerken Templin de ikinci kez ağları sarsmıştı. İki dakika sonrasında Kopa belki de maçı koparacak golü kaçırdığında işlerin tersine döneceğini pek düşünmemiştim. Ama mucizenin kapısını açan adam “Sarı Ok” Di Stefano oldu ve bizi yıkan oku kafayla Hector Rial gönderdi.”
“İkinci yarıda sahneye tekrar Kopa çıktı. Bir zamanlar hocası ona “topu sürmezsen seni kadro dışı bırakırım” demişti. Topu o kadar iyi taşıyordu faulle durdurulmaması imkansızdı. Tabi faulün golle sonuçlanması da! Bu sefer de Hidalgo’ya adrese teslim pas gönderdi. Ama ikinci mucize dalgasını atlatamadık. Önce Marquitos sahneye çıktı. Kariyerinde sadece üç golü bulunan genç savunma oyuncusu bunlardan birini bizim kaleye gönderme talihsizliğinde bulundu. Bitime on dakika kala ise hava şartları artık bizim için olumsuzdu. Yıldırım karşı takıma geçmişti ve adı Gento’ydu. Uruguay’dan gelen Arjantinli Rial son sözü söyledi. Templin’in direkten dönen topu bir mucizenin daha gerçekleşmeyeceğini bize gösterdi.
Sustu ve bakışlarını yere indirdi. “Peki ya sonra?” dedim. Gülerek “Kopa Real Madrid’in yolunu tuttu ama giderken neden gittiğini bile bilmiyordu. Di Stefano ve Rial dururken gidişi ona anlamsız gelmişti. Herkes takımın bundan sonra aynı seviyeye çıkamayacağını düşünüyordu ama Kopa’nın yerini dolduracak genç oyuncuyu bulmuştuk. Just Fontaine desem yeterli olur sanırım. 1959’da bir kez daha Real’le yüzleşme şansını yakaladık ama tekrar kazandılar. Sonrası başka bir hikaye genç adam!”
Otobüsün hareket etme zamanı gelmişti. Gizemli yabancı Reims’e uğrayıp uğramayacağımı sordu. Bilmediğimi söyledim. “Reims’in en önemli özelliği nedir bilir misin?” diye sordu. Yüzyıllar boyunca Fransa krallarının taç giyme törenlerine ev sahipliği yaptı. Bizim takımımız da bu geleneği sürdürdü ama tek farkla. İki finalden de döndüğümüzde hepimiz taçsız krallardık!”
Arkasını döndü ve gözden uzaklaştı. Adını sormadığımı fark ettim. Merak ve şaşkınlığın birleşimi beni mantıktan koparmıştı. Sanki bir süre havada kalmıştım ama şahitlerim yoktu. Akşam otele geçtiğimde ilk işim Stade de Reims tarihini araştırmak oldu. Takım fotoğrafı karşımadaydı. Kopa, Hidalgo ve diğerleri. Sağ uçtaysa kıvırcık saçlı ve sert yüz hatlarına rağmen gülümseyen o adam vardı. Bugün beni gerçeklikten koparan ama şimdi siyah beyaz bir fotoğrafın içinde yer alan adam. Onun adı Albert Batteux’ydu. Stade de Reims’in teknik direktörü. Ya da taçsız kralı…