-Bir Çağdaş KÜÇÜK yazısı-
15 Mart 1992 tarihinde oynanan Galatasaray – Werder Bremen maçı olağanüstü bir kar yağışı altında, olağanüstü koşullarda ve olağanüstü bir pozisyonla 0-0 sonuçlandı ve futbolseverler açısından adeta unutulmazlar arasına girdi.
Yayıklar; değil büyükbaş hayvanı, iki tavuğu bile yetiştirmeye izin vermeyen sıklıkta çam ağaçları içinde, göğü dumanlı Kaz Dağları arasında kalmış şirin mi şirin bir köy. Şöyle ekilecek bir avuç toprağın bile olmadığı bu dağ başında tek geçim kaynağı ise ormancılık ve arıcılık. Ormancı Burhan diyecek de “Köylüler! Şu bölgedeki kuruyan ağaçları kesiverelim, kabuğunu da soyalım…” bunlar da yevmiye ile çalışacak da karınları doyacak.
İnsanların nisan ayına kadar kardan burnunu dışarı çıkaramadığı zorlu kış günlerinde kadınlar, Yunan göçmeni Hasanaki lakaplı seyyar sinemacı Hasan’ın köy meydanında izlettiği ve sonunda hep “NOS” yazan filmleri hayal edip evde işlenirlerken; erkekler ise Sıkı’nın bir çuval para döküp yaptırdığı düzenek sayesinde köydeki tek televizyonun, tek radyonun ve tek telefonun çalıştığı kahvede vakit öldürürler.
Çayı demledi mi tüpü anında kapatan, o yokken kahveye bakıversinler diye yanında çalıştırdığı bütün adamları “Vay! Sen Bakkal Ferit ile ortak mısın… Koca tüp gene dibini bulmuş!” diye haftasında kovan; sadece ajanslarda, filmlerde, bir de maç yayınlarında televizyonu açan; cimriliği ile meşhur kahveci İbrahim’in lakabıdır Sıkı. Kahvede televizyonun kapalı olduğu o büyük zaman diliminde ise Vahit yetişir köyün erkeklerinin imdadına. Aklı biraz kıt olsa da bu delinin en büyük özelliği, televizyonda maç izlerken atılacak olan golleri pozisyonun hemen evvelinde bilmesidir. Bunun yanında tüm takımları ve futbolcuları ezberine alan Vahit, pilleri hep boş olan Sıkı’nın radyosunu hiç aratmaz. Bu fukaranın hayattaki en büyük zaafı ise baldır. Bir petek bal uğruna kör kuyulara gözü kapalı iner Vahit.
İşte gene mart ayının nadir güneşli günlerinden birinde Vahit, kahvede bir masa etrafına topladığı köylüleri, futbolun heyecanı ile büyülüyordu:
– Şimdi top Erhan’da, Erhan topu sağ tarafta İsmail’e verdi, İsmail uzun oynadı, top şimdi Rotariu’da, Rotariu… Rotariu… Kosecki’ye doğru bir ara pas! Ancak Tahir giriyor araya… Top şimdi Serdar’da… Serdar, Yüksel’e bıraktı…
Vahit’in ses tonu birden şiddetlendi!
– Mikrofonlarımız Konya’da!
Vahit’in ses tonu şimdi coşku doludur…
– Evet sayın dinleyiciler, karşılaşmanın henüz yedinci dakikasında, Oğuz’un ortasına yerden düzgün bir vuruş yapan Gerson’un golüyle Fenerbahçe deplasmanda bir sıfır öne geçiyor! Dakika yedi, Konyaspor sıfır Fenerbahçe bir.
O esnada alkışlayanlar, kucaklaşanlar…
– İstanbul’dayız!
Vahit, her bağlantıda ses tonunu değiştirmekteydi:
– Fuat… Fuat’tan Nowak’a, Nowak topu Araszkiewicz ile buluşturuyor, Ogün’ün müdahalesi ve faul! Zafer şimdi topun başında… Karşılaşmanın onuncu dakikası içindeyiz.
Koyu Beşiktaşlı Deveci Nafiz sabırsızdır:
-Vahit, bağlan bakalım artık Aydın’a…
Vahit, yüzünü Nafiz’den taraf çevirmeden:
-Hooop! Önce çay gelsin! Kaç saattir dilimiz damağımız kurudu. Takipteyim, senin çay daha içilmedi Nafiz Efendi! Denemesi bedava, Sıkı’nın radyo pilsiz çalışır mı?
-Tamam, uzattın!
Deveci Nafiz Ocağa doğru döndü ve sanki tüm kahveye çay söylermişçesine: “Sıkı emmi, Vahit’e benden çay!”
Vahit’in keyfi yerine geldi: “Aydın’da Abidin Aydoğdu bizlerle!”
-Evet sevgili dinleyenler… Aydın’da tam bir bahar havası, seyirciler coşku içinde, gerçek bir futbol atmosferi var diyebiliriz burada… Beşiktaş şimdi sol kanattan Kadir ile atak geliştirme çabası içinde, topu Mehmet’e verdi, Mehmet, Mehmet, Zejer ile verkaç yapıyor, Rıza sağ kanatta boşta, top şimdi Rıza’da… Rıza… Rıza… Ortaaaa… Feyyazzzzz… ve top ağlardaaaa… Karşılaşmanın 19. dakikasında Feyyaz’ın kafa vuruşuyla Beşiktaş Aydınspor karşısında bir sıfır öne geçiyor. Gol Feyyaz!
“Golll…” bağırışları esnasında Sıkı, çayı Vahit’in önüne bıraktı, boşları topladı. Çayı gelen Vahit, birden oturduğu yerden doğruldu, yüzüne anlamsız bir şekil verdi ve tekdüze bir ses tonuyla: “Şimdi reklamlar!”
Çıkan homurtular arasında Vahit, umursamaz bir tavırla şekerleri bardağa atıp çayı karıştırmaya başladı : “Vallahi köylüler hiç kusura bakmayın, dilimiz damağımız birbirine yapıştı. Hayvan terli. Bana biraz müsaade.” Kaşığı bardaktan çıkarmadan işaret parmağı ile sabitleyen Vahit, çayı bir güzel höpürdetti.
O esnada Sıkı, elinden düşmeyen tespihi ile pencereden dışarıyı seyreden yakın arkadaşı Hacı Arif’in masasına çay bırakıp karşısına oturdu.
-Hayırdır? Biz çay söylemedik, bonkörlüğü kim kaybetmiş ola ki sen buldun Sıkı Efendi?
-Yeni çay demlenecek, döküleceklerden koydum. Çöpte kedi köpek içesiye…
Çayı karıştırdıktan sonra müthiş bir çeviklikle köpüğü kaşığı ile alıp yere fırlatan Hacı Arif, sanki köpüklü kahve içer gibi büyük bir gürültüyle çayı höpürdettikten sonra masaya yaslandı; yüzünde düşünceli bir ifade ile karşı tepelere dalıp gitti.
-Hayırdır Hacı Arif… Bu surat?
-Havaya canım sıkıldı yahu… Kaletepe kararttı baksana… Gör bak, yarına nasıl kar var.
Köyün kuzey yönüne doğru bakan Sıkı:
-Ne karı Hacı, görmüyor musun havayı! Bırak Allah’ını seversen, kar faslı bitti artık. Tamam, kapandı o defter.
Hacı Arif kendinden çok emin bir tavırla:
-Sıkı, bu güneşe aldanma! Kaletepe tarafı bulutlandı mı bil ki kar geliyor, gece görürsün bak. Benden söylemesi.
– Deme yahu! Yarına da maç var, elektrik de gitti mi bizim bu fukaralar mahvolur!
Suratına, iğrenmiş gibi bir hal veren Hacı Arif:
-Ne maçı bu gene?
Sıkı’nın yüzünde kaygı:
-Yahu Galatasay’ın maçı, gâvur takımı ile oynanacak.
-Bitmedi kör olasıca maçınız!
Sıkı, çay ocağında duran genç çırağı yanına çağırdıktan sonra: “Git hemen Ferit abine, iki tane koca pillerden kap gel. İbrahim emmim radyoya katacak, dersin.”
İki dakika sonra eli boş dönüp gelen çırak: “Bakkal Ferit abim: Sıkı’ya söyle, eşeğe atlasın, şehirde bulursa bana da bir düzine alsın gelsin, diyor.”
Suratı değişen Sıkı: “Yahu bir bakkal dükkânında hiç mi bir şey bulunmaz. Bu nasıl adam yahu! Bu herif ne işe yarar Hacı? Söyle bana Allah’ını seversen! Fıttırmamak elde değil.”
-Daha ben dün oğlanı gönderdim tuz alsın diye, “Burayı Mekke’nin toptancısı mı sanmış, bir sor bakalım Hacı’ya demiş, deyyus.”
Sıkı tepesi iyice atmış bir biçimde çırağa: “Git bakkal iblisine de ki, İbrahim emmim senin dükkânda ne satılıyormuş çok merak ediyor, ona bakkalda olan bir şeyi gönderecekmişsin… Aynen bunları söyle!”
İki dakika sonra çırak elinde bir paketle geri döndü. Paketi açan Sıkı ile Hacı Arif birbirine bakakaldı.
Paketin içinde, üzerinde tek tük taneleriyle, kurutulmuş koca bir mısır koçanı vardı!
Üst üste tüttürülen sigaralar, masadan hiç eksilmeyen çaylar, yanan çam odunun sobadan çıkan mis gibi kokusu ve Vahit’i ağzı açık dinleyen insanlarıyla Sıkı’nın kahvesi tıpkı bir panayır yerini andırıyordu.
Vahit kendinden geçmişti bir kere… Bir o stattan bir diğerine bağlanıyor, penaltı haberleri ve ofsayt sonrası iptal edilen gollerle adeta dinleyenlerin hissiyatı ile oynuyordu. İlerleyen dakikalarda kelimeleri yuvarlamaya başlamasından artık yorulduğu anlaşılmıştı ki Vahit birden burnunu tıkadı! Köylüler o an adeta buz kesti. Ne oluyordu! Çaktırmadan birbirini dürtenler, “Vah garibim vah!” diye dizini dövenler, korku dolu gözlerle hızlıca dudaklarını kıpırdatarak “Fas fas fas…” diye dua eden Hacı Arif ve diğerleri… Ne olmuştu şimdi bu deliye… Derken, Vahit burnu eliyle tıkalı vaziyette sunuma tekrar başladı:
-Lytovchenko, yanında Aleinikov’a bırakıyor, Aleinikov… Zavarov boşta ama araya Giannini giriyor. Top şimdi İtalyanlarda, Ancelotti… De Napoli… Uzun gönderiyor ancak Vialli’den önce Bezsonov müdahale ediyor ve taç!
İlk dişi yedi yaşında çıktığı için köy tarihine geçen ve babadan kalma “Ecevit” lakabını kaybedip nur topu gibi lakap edinen, koyu Galatasaraylı Diş Bülent dayanamadı: “Vahit… Kurban olduğum… Hele bir bizimkileri bitirelim, sonra gâvurlara döneriz.”
Vahit tek bir noktaya odaklanmış, hiç kimseyi duyduğu yoktu. Anlatımına devam ediyordu.
Sıkı, Hacı Arif’e yaklaşıp: “Hacı, şeytanlandı galiba bu gene seninkisi!” demeye kalmadı, Vahit’in gözünün biri seğirmeye başladı.
Hacı Arif: “ Deveci Nafiz! Diş Bülent! Hadi oğlum bitirin şu şamatayı artık, bırakın garibi.”
Vahit o esnada birden ayağa kalktı, maç anlatımına devam ediyordu. Ağzından kahvedeki hiç kimsenin duymadığı futbolcu isimleri sıralanıp gidiyordu. Bakışları hala tek noktaya odaklanmış vaziyette, bir iki sandalye devirip, dinleyenlerin şaşkın bakışları arasında kahveden çekti gitti.
Vahit’in arkasından bakakalan köylüler de artık yavaştan kahveden ayrılmaya başlamışlardı. Diş Bülent, Hacı Arif ile Sıkı’nın yanına oturdu. Hacı Arif sakalını sıvazlayarak:
– Çok yüklenmeyin Bülent, gariptir… Tadında bırakın evladım.
– Bu mu garip? Sen garip görmemişsin Hacı. Büyük çamın kovuğundaki bal peteğini koca ayının elinden almış adam bu Vahit! İşte Deveci Nafiz şahidim, kendi gözümüzle gördük. Garipmiş! Şeytan gibi! Esas sen, ben garip.
-Bana bak, burnunu niye tıkadı bu çatlak?
-Hacı sen de hiçbir şey bilmiyorsun. Dış ülkelerde maç anlatılırken herifin sesi telefondaki gibi çıkıyormuş, ondan o da sesini ona benzetmek için yapıyor o numarayı.
– Vay soytarı… Onu bırak da, sana bir şey soracağım. Bu kadar topçuyu nasıl ezberine alıyor bu fukara?
Sıkı:
– Ya o golleri nasıl biliyor Bülent?
Bülent elini masaya işaret parmağının ucuyla tıklatarak:
-İşte, Allah şahit… Daha bir kere şaştığını görmedim. Üç beş saniye evvelinde hemen söyler, hiç şaşmaz. Yemin olsun bak!
Sıkı düşünceli bir tavırla:
-Dedesi bunun Çanakkale harbi görmüş adam. Rahmetli köye sağlam dönmüştü ama hal ve hareketinden belliydi ki aklının yarısı da orada kalmıştı. O vakit çocuktuk, bize başından geçenleri anlatırken uçan evliyalardan falan da bahsederdi. Sakın bunlar dededen toruna erenlere karışmış olmasın Hacı Arif?
O esnada Hacı Arif, “fas fas fas fas” dudaklarını acele acele kıpırdatmaya başladı. Tespih çekişi hızlandı.
Bülent suratını ekşitip:
-Yahu bırakın şu boş lakırdıyı! Ne hocası ne evliyası! Domuzluğundan bununki. Zora geldi mi kaçmak için yaptığı numara, başka bir şey değil. –Arkasına doğru gerinerek- Evet Sıkı Efendi, söyle bakalım ne olacak yarın maç. Skor tahmini alalım.
– Alman’ın işi sağlamdır Bülent oğlum. Herifler izbandut gibi… Biz zor gol atarız bunlara.
-Sen onu geç. Kosecki’nin yarına en az iki golü var. Hoca, Erhan Önal’ı oynatmasın yeter. Biz her türlü galibiz.
-Onlarda Bode var, Allofs var… Tutulur gibi değil. Orta saha desen Eilts diye bir oğlan var, sanki bütün topu o oynuyor, Almanlarda başka oynayan yok! Hep mi top onun ayağında olur!
-Mami hakkından gelir onun, sen hiç merak etme Sıkı. Adım attırmaz alimallah, çiğ çiğ yer onu! -Ellerini hızlı hızlı birbirine çarpıp, büyük bir coşkuyla sesini yükselterek- Alman kebabı var yarına Almannn… Çıtır çıtır yiyeceğiz onları, çıtır çıtır!
-Kosecki ilk maçta çok iyiydi Bülent yavrum, aynı şekilde devam ederse gene olabilir ama o defansta Borowka’yı falan zor geçer bizim golcüler. Adam sanki defans yapmak için doğmuş.
Hacı Arif, hadi Bülent neyse de Sıkı’nın yabancı futbolcular hakkındaki birikimine ağzı açık kalmıştı:
-Ulan! Dedenizin, atanızın adını sorsam bilmezsiniz. Utanmaz, arlanmazlar…
Bülent:
-Hacı, akşam namazın arkasından bizim için dua et bakalım. Şu maçı alalım, söz bak, yemin olsun, sana en güzelinden bir seccade.
-Höst! Boş lafa karnımız tok yavrum. Esas siz yarını düşünün, -camdan dışarıyı gösterip- zibil gibi kar geliyor.
-Ne karı yahu?
-Elektrik gitti mi buralarda bağırışırsınız.
Sıkı:
-Hacı böyle diyor ama bana göre de kar mar yok, -duvardaki saate baktı- dur bakalım bir hava durumu alalım televizyondan, ajans bitmek üzeredir.
Televizyonu açtılar, Sıkı nasıl olduysa birer çay daha aldı geldi. Bülent, Hacı’nın lafına itimat etmese de o esnada kahveye garip bir sessizlik çöktü. Hep birlikte hava durumunu izlediler. Ardından Sıkı televizyonu kapatmak üzere ayağa kalktı. Bülent ile göz göze geldiler. Bülent’in yüzü kireç gibi bembeyazdı. Çayı içmeden kahveden ayrıldı. Hacı Arif ile Sıkı arkasından bakakaldılar.
Gece itibariyle, Kuzey Ege ve Marmara yoğun kar yağışı altındaydı.
Gece indiren kar, yalancı bahardan sonra köyü özüne döndürmüştü sanki. İlçeye ve tüm diğer köylere yollar tamamen kapanmış, Sıkı’nın telefon sessizliğe bürünmüştü. Tek teselli, elektriklerin hala kesilmemiş olmasıydı. Karın etkisiyle güneşin pelteye çevirdiği bu köy halkı birden canlanmış, sebebini bilmedikleri bir coşkuya gark olmuşlardı. Bunda kuşkusuz bugünkü Galatasaray – Werder Bremen maçının da etkisi vardı ama aslında Yayıklar’ın tabiatı zaten böyleydi. Unutulup kalmış bu cennet köşede onlarda karamsarlığa hiç ama hiç yer yoktu. Çünkü her şeye bir çare bulunurdu…
Yayıklar, boş vermişliğin hüküm sürdüğü ama en zorlu anlarda büyük bir ciddiyetle çözüm için çabalayan insanların diyarıydı. “Yarın” gülerek yaşanacak günlerin ilkinin adıydı.
O an için Sıkı’nın kahve, öbek öbek insanların masalarda toplanıp sadece maç konuştuğu, aslında ülkenin herhangi bir kahvesinden farksızdı. İskambil ya da dama oynamak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Yorumlar, oyuncu değerlendirmeleri, skor tahminleri… Dünyadan bihaber ve umarsızca yaşayan bu insanların, bu kadar bilgiyi nasıl elde ettikleri ve unutmadıkları da koca bir sır gibi görünse de bu durum aslında sadece tutkuyla açıklanabilirdi. Meşin yuvarlağın sihrine kapılanların tutkusu!
Maç saatine yakın köylüler televizyon karşısına dizdikleri sandalyelerde yerini aldı. Vahit’in yeri her zamanki gibi en önde, televizyonun tam karşısındaydı. Karla kaplı zemin tedirginlik yaratsa da bu durum onlara futbolu farklı bir açıdan konuşma, daha fazla tartışma olanağı sunmuştu. Sandalyeler sıralandıktan sonra Bülent ayağa kalktı, yüksek sesle:
– Bir saniye köylüler, bir dakika… Diyeceğim var… İddiam odur ki şu tur geçilsin, bugünkü içtiğiniz bütün çaylar benden! Hadi bakalım!
Alkış ve ıslık kıyamet gibiydi.
Bu aslında, insanların içten içe duyduğu ama birbirleri arasında bahsin bile açılmadığı elektrik kesintisine dair korkunun bastırılma çabasıydı.
Bir tek; Hacı Arif ve yanından hiç ayırmadığı iki adamıyla Kırkyalan Hüsnü, cam kenarında olan biteni seyre dalmışlardı. Hacı Arif’in bir gözü de dışarıdaydı. Oğlunu kahveye doğru gelirken gördü, elini ağzına götürmeden bıçak gibi keskin bir ıslık öttürdü. Herkes ona döndü:
-Madem Diş Bülent böyle bir yiğitlik gösterdi, ben de derim ki inşallah elenirsiniz de şu şamatanız biter. Kafam şişti yahu sabahtan beri! Eğer Galatasaray yenilsin, benden bütün kahveye fıstığı irmiğinden bol bir koca tepsi helva!
Hacı Arif’i yuhalayanlar, kahkaha atanlar, sitem edenler…
O esnada kahvenin kapısı büyük bir gürültüyle açıldı! Tüm köylü şaşkınlıkla kapıya doğru döndü. İçeriye, yüzünde utangaç bir tebessüm, koca bir tepsi ile Hacı Arif’in oğlu girdi. Herkes Hacı Arif’e döndü. Yüzünde hınzır bir gülücük: “Hacı Arif size kıyabilir mi dümbükler! İnşallah maç gönlünüze göre sona erer. Yiyin bakalım, afiyet olsun!”
Esas alkış o an koptu! Hacı Arif’e sarılanlar, elini öpenler, tezahüratlar… Dakikasında, bir koca tepsi helva mideye iniverdi.
Cennet bir yerin değil, Yayıklar’a sık sık uğrayan zaman diliminin adıydı.
Ve nihayet karşılaşma başladı… Yoğun kar yağışı sebebiyle top bile belli olmuyor, saha çizgileri seçilemiyordu. Şöyle ağız tadıyla pozisyonlara heyecanlanmaya bile olanak yoktu. Köylünün tadı kaçmıştı… Dakikalar ilerledikçe maçın gidişatına göre yorumlar şekil buluyordu artık. Herkes birer futbol âlimiydi. Analizler yeri göğü doldurmuştu. Bir gol yetiyordu ve daha maçın henüz başında, o gelmeyen gol sebebiyle gün yüzü görmemiş küfürler kahvenin camlarını titretiyordu. İçinden dua edenler, sigarayı ucu ucuna ekleyenler, süratle çekilen tespihler… Hacı Arif bile uzaktan maça kaptırmıştı kendini. Bir tek Vahit sakindi. Konsantre olmuş vaziyette, pür dikkat, kıpırdamaksızın maçı seyrediyordu. Çok belli etmeseler de köy halkının bir gözü ondaydı. Pozisyonlar olgunlaşmaya başladığında ondan gelecek tepkiye hiç olmadığı kadar açtı Yayıklar’ın futbol hastaları. Bir gol! Sadece bir gol… Tüm günlerine ve yarınlarına nasıl da anlam katacaktı!
O esnada kahveye elli yaşlarında, futbol ile pek alakası olmayan, askerliğini Bursa’da yaptığı için Bursaspor’a sempati duyan Cacık Veysel girdi. Zamanında köyden dışarıya hayatında ilk kez askerlik sebebiyle çıkan Veysel, Bursa’da girdiği lokantada garsonun önerisiyle adını ilk kez duyduğu Beyti Kebabı’nı beklerken, başka bir garson “Önden bir cacık vereyim aslanım ben sana.” demiş ama getirmeyi unutmuş. Az sonra gelen Beyti Kebabı’nı bir güzel silip süpüren Veysel, “Aman! Param boşa gitmesin!” korkusuyla garsona: “Cacık bana yetti, Beyti gelmese de olur.” demiş. İşte o gün bugündür Cacık lakabını taşıyan, iskambil ve dama hastası Veysel, kahvedekilerin halini görünce daha kapıda, geldiğine geleceğine bin pişman oldu. Gene de şansını denemek istedi. Birkaç kişiye oyun oynamak için sokulsa da terslendi. Maçla alakası olmayan Kırkyalan ve ekibini de ikna edemedi. Keyfi iyice kaçmıştı. Kahvede oyun oynamadan geçen her bir dakika kayıptı onun için. Maç esnasında çay servisi olmadığından, gitti kendine bir çay koydu. Boş masalardan birine oturdu. İki hafta öncenin buruşmuş gazetelerine göz attı. İskambil destesini alıp fal baktı. Vakit geçmiyordu… En sonunda gitti o da sandalyesini izleyenlerin yanına çekti. Artık yapacak bir şey yoktu, çaresiz maçı seyre daldı. Beş on dakika kadar sonra yanındaki gence sokulup:
– Yavrum, hani bizim Ali Nail yok mu bugün?
– Ne Ali Nail’i dayı?
– Ali Nail diyorum yahu… Defansta Ersel de yok… Hoca hep ecnebileri mi oynatmış yoksa?
-Dayı, sen neden bahsediyorsun?
– Oğlum, bizim Bursapor’dan bahsediyorum, yeşil beyaz formalı olan!
-Ne Bursa’sı dayı! Galatasaray – Werder Bremen maçı bu!
– Allah belanızı versin! Ben de bizim Bursa’nın maçı diye bakıyorum sabahtan beri!
Sinirden aniden kalkıp oturduğu sandalyeyi devirdi. “Yavaş!”, “Sakin!”, “Çüşşş!”, “Heyecan yok!”, “Vites düş!” sesleri arasında yalpalayarak tekrar az önce oturduğu masaya geri döndü. Vakit gene geçmiyordu, çıldıracak gibiydi. Kendisiyle dama oynamaya başladı, birkaç hamle sonra yenildi. Ağzını doldura doldura kendine sövdü. Tekrar maçı izleyenlere döndü. Gözüne en arkada oturan Yangın Ömer’i kestirdi. Yıllar önce bütün parasını bacanağına kaptıran Ömer, herif parayla ortadan kaybolunca bunalıma girmiş ve kendini köy meydanında yakmaya kalkmıştı. Son anda Deli Vahit tarafından, bir petek bal karşılığı, üzerine atlamak suretiyle kurtarılan Ömer, olayın ardından bu lakabı almıştı. Yangın Ömer, bu travmanın üstüne ayrıca tuhaf da bir huy edinmişti. Arkadan habersizce dokunulduğunda aniden irkilip ana avrat düz gidiyordu. Sıkıntıdan artık gözü dönen Veysel arkadan sessizce Yangın Ömer’e sokuldu. Zaten maçın heyecanından kendinden geçen Yangın’ın kulağına kıvırdığı gazete kâğıdını gizlice sokuverdi. O an camları titretircesine “Ananı avradını!” diye bağırıp bir adam boyu havaya fırlayan Yangın, etrafındaki iki üç kişiyi de yere devirdi. “Yapmayın şunu!”, “Hoooop!”, “Düzgün dur!”,”Höst!”,”Şamata etmeyin!” lafları arasında kendine gelip hareketi yapanı yakalamak için arkasını döndüğünde, Veysel çoktan kahveden sıvışmıştı bile. Yangın artık kapıdan, koşarak uzaklaşmakta olan Veysel’e bildiği ne kadar özlü söz varsa hepsini sıraladı ve boyun damarları patlar vaziyette, kıpkırmızı suratla yerine döndü.
Kahvede olan biten her detayı yakalama peşindeki Kırkyalan, yağan tipiye bakıp, adamlarına döndü: “Üç gün artık yollar açılmaz, mübarek durmak bilmiyor.” dedi. Herifler de yağan kara bakıp üç kez kafa salladı. Televizyona daldılar. Ekrana Werder Bremen teknik direktörü Otto Rehagel geldi. Bir kurdu andıran çelik gibi bakışlarıyla soğukkanlı bir biçimde müsabakayı takip ediyordu. Spiker onunla ilgili kısa bilgiler verdikten sonra Kırkyalan adamlarına döndü: “Bu benim Almanya’daki kayınço anlattı, bu herifin büyük biraderi Alman’ın en büyük kumarcısıymış ve de havadaki uçan kuşa borcu varmış. Adamda hovardalık desen de o biçim… İşte bu fukara da ne yapsın, o domuzun borcunu kapatabilmek için kış kıyamet demeden hala çalışıp durur. Hâlbuki emekliliği hani oldu geleli…” Bir de arkasından ıslık sallayan Kırkyalan Hüsnü’yü adamları, sorgusuz sualsiz tekrar üç kez kafa sallayarak onayladılar.
Maçta ise Galatasaray ilk yarı boyunca büyük bir mücadele örneği gösteriyor, daha baskın olan taraf olsa da normal bir oyun sergilemenin mümkün olmadığı çamura dönen sahada sonuç verici ataklar geliştiremiyordu. Daha maçın başında neredeyse oyun doldur boşalta dönmüştü. Gol atma zorunluluğu olmayan Werder Bremen oyuncuları ise kendinden emin bir biçimde kolaylıkla topu kaleden uzak tutmayı başarıyordu.
Elektriklerin her an kesilme ihtimali, umut vaat etmeyen oyun ve gelmeyen gol sinirleri zaten germişken bir de oyun dışına çıkan her top sonrası araya giren reklamlar kahvedekilerin sinirlerinin boşalmasına vesile oluyordu. “Hay ben senin gibi X deterjanının… Bize kül yetiyor yavrum, kalsın!”, “Almayacağız kardeşim geç… Maça dön!”, ”Bizde var, istemez!”, ”X’inin Allah belasını versin, bir maç izletmediniz!”, ”Bizde var, memnun değiliz, maça geç.” şeklindeki sitemler arasında ilk yarı, hakemin düdüğüyle son buldu.
Başlarına çok büyük felaket gelmiş de bunun nasıl olduğunu ve nasıl çözüleceğini düşünmek istemeden önce rahatlamaya çalışan insanlar gibi kahvedeki herkes ayrı bir köşeye dağıldı. Camın kenarında büzüşüp yağan kara dalıp gidenler, sanki günlerce hiç içmemiş gibi sigaralarını derin derin içine çekenler, oturdukları yerden tanelerini atlamaktan korkar gibi dikkatle eğilip tespihlerini çekenler, ellerini koca göbeğinde kavuşturup uyuklayan Hacı Arif, yüklükten soba için istediği koca odun parçasını “Ne yapacağız bunu?” diye soran çırağa, sinirle kendi açtığı ağzını gösterip “Nah! Buraya koy yavrum!” diyen Sıkı İbrahim, sanki her gün atması gereken yalan sayısına ulaşamayacakmış korkusuyla eğilip sessizce iki adamına sürekli sallayan Kırkyalan Hüsnü, ince bir dal parçasıyla kulağını kurcalayan Deveci Nafiz, boş tepsideki irmik kırıntılarını parmaklarıyla sıyıran Deli Vahit, maçın sorumluluğu kendi üzerindeymiş gibi heyecanla mücadele hakkında etrafındakilere analizler yapan Diş Bülent ve diğerleri… Hepsi o an için, hayatta futbol dışındaki her şeyin anlamsızlığını örtme uğraşı içine girmiş gibiydiler sanki. Tıpkı aynı maç için memleketin bambaşka bir yerinde bir araya gelen insanlar gibi…
İkinci yarı, ilk yarıdan farksızdı. Galatasaraylı oyuncular malum hava şartlarından dolayı müsait arkadaşı ile yapabilirlerse bir iki pas yapıyor ve topu ceza sahasına doğru şişiriyorlardı. Top olur da o bölgede kendilerinde kalırsa kahvede heyecan kasırgasıyla beraber büyük bir gürültü kopuyor ama esasen gol üretmesi mümkün olmayan cılız atak, Almanlar tarafından kolayca savuşturuluveriyordu. Artık dakikalar ilerledikçe sinirler iyice gerilmeye başlamıştı. Oyuncu değişiklikleri de kâr etmiyor, kahvede bağırış, çağırış, küfür eksik olmuyordu. Futbolla alakası olmayan Kırkyalan Hüsnü, adamları ve Hacı Arif bile maçın heyecanına kapılıvermişlerdi. Aynı ilk yarıda olduğu gibi sadece Vahit oturduğu yerde ekrana kilitlenip kalmıştı. Sakinliğini aynen koruyor, olan bitene hiçbir tepki vermiyordu. Aslında bu durum izleyenleri ona karşı gizliden gizliye öfkelendiriyordu. “Gol geldi, gol!” lafı ağızdan çıkmadığı için sanki atılamayan golün sebebi Deli Vahitti! Bir iki defa enseye şaplak yediği oldu, “Hadi oğlum Vahit, uyuma!”, “Vahit, yok mu haber!”, “Gol nerede oğlumuz!”, “Vahit gol gelsin yavrum, nazlanma!“, “Vahit golü söyle, sana benden bir petek bal!”, “Vahit kaynanan ölsün, gol nerede!” Maçın son on dakikası içinde artık oyun iyice çığırından çıkmıştı. Diş Bülent’in “Yemin olsun, içim dışım degaj oldu!” dediği kadar vardı. Top artık sürekli kaleci Hayrettin tarafından degajla şişiriliyordu. Oyun iyice doldur boşalta dönmüştü ki normal süre sona erdi ve uzatma dakikaları başladı. Kahvedekiler aklını oynatacaktı! Geçen iki dakikanın ardından artık hakem bitiş düdüğünü çalmak üzereydi. Ve o an geldi, çattı…
Werder Bremenli futbolcuların uzaklaştırdığı top Kosecki’nin önüne düştü, o bitmeyen enerjisiyle topu kontrol edip ceza sahasına gönderdi. Kahvedekiler için bu pozisyon, uçurumdan aşağıya düşmek üzereyken son anda kendilerine uzanan bir dost eli gibiydi. Vahit hariç kahvedeki herkes ayağa kalktı! Ortalanan top rakip tarafından uzaklaştırıldı ama ceza sahası içinde gayet müsait durumdaki Hamza’nın önüne düştü. Artık uzanan dost eli onları yukarıya doğru çekmeye başlamıştı! Hamza topu altıpas içindeki Taner’e ortaladı, Taner topu kafayla bomboş durumdaki Rotariu’ya indirdi ve…
Elektrikler gitti!
Zamanın zaten yavaş aktığı Yayıklar’da zaman durdu, hayat durdu! İnsanlar adeta nefes almayı unuttu. Sessizliğin gürültüsü olur mu? Olur! Sıkı’nın kahvede sessizliğin gürültüsü vardı o an… Yayıklar’ın futbol hastaları, yaşanan şok ile kesilen elektriğe tepki verecek durumda değillerdi artık. Akılları yerinden uçup gitmişti… Ve işte o sessizliği Vahit’in hapşırığı bozdu. O an kahvedeki herkes Vahit’e döndü. Vahit de köylülere… Göz göze geldiler. Kötü beslenmeden dolayı zaten bakımsız olan Vahit’in yüzü kaşık kadar kalmıştı. Hastalıklı insanlar gibi ağzından kesik kesik nefes almaya uğraşıyordu. Uzamış gitmiş kaşlarının örttüğü çakır gözleri fal taşı gibi açılmış, korku doluydu. Sessizliği bu sefer Sıkı İbrahim bozdu. Çölde günlerce susuz kalmış da su isteyen insanlar gibi muhtaç, ezik bir ses tonuyla: “Vahit, söyle evladım. Gol mü?” Vahit’te tepki yoktu. Bülent bu sefer dile geldi. Karşısındakini ürkütmek istemeyen naif bir ses tonuyla: “Söyle Vahit’im, gol geldi mi?” Vahit’in yüzünde çaresizlik vardı. Sağ gözü birden seğirmeye başladı. Kapana kısılmış gibiydi. Kahvedekiler yavaş yavaş Vahit’in etrafında toplanmaya başladılar. Vahit başını omuzları içine çekti, oturduğu sandalyede küçücük kalmış, top olmuştu. Herkes pür dikkat ağzından çıkacak gol haberine odaklanmıştı. Vahit yutkundu. Sanki bir şey söylemeye hazırlanıyordu. Herkes umutlandı. Ve o an kahvede birdenbire büyük bir gürültü koptu. Yıkılan soba, yere düşen soba boruları, devrilen masa –sandalyeler ve duman… Kıyamet yerine dönen kahvede ne olduğunu anlayamayan köylüler, kendilerine gelip de camları tuzla buz olmuş pencereden dışarı baktıklarında, üzerlerinden kamyon gibi geçip giden Vahit, camdan fırlayıp çoktan o tipi altında adeta bir tazı gibi Kaletepe yamaçlarında soluğu almıştı bile.
15 Mart 1992 tarihinde oynanan Galatasaray – Werder Bremen maçı olağanüstü bir kar yağışı altında, olağanüstü koşullarda ve olağanüstü bir pozisyonla 0-0 sonuçlandı ve futbolseverler açısından adeta unutulmazlar arasına girdi. Bu maç ile Avrupa’ya veda eden Galatasaray büyük bir kırılma yaşadı ve Türkiye 1. Ligi’nde verdiği şampiyonluk yarışından da koptu. Sezonu ancak üçüncü sırada bitirebildi. Ligin sona ermesiyle, başta teknik direktör Mustafa Denizli olmak üzere birçok oyuncu takımdan ayrıldı. Maç öncesi “Bu turu geçen kupaya uzanır.” diyen Otto Rehagel haklı çıkmış ve Werder Bremen o yıl Kupa Galipleri Kupası’nı kazanmıştı.
Yayıklar’a gelince… Kapalı yollar, kesik telefon ve gelmeyen elektrik sebebiyle maçın sonucunu ancak iki gün sonra öğrenebildiler. Golün gelmediğini bilen ve bunu söylediğinde kahvedekilerin onu çiğ çiğ yiyeceğini düşünüp kurtuluşu kaçmakta bulan Vahit’i ise köylüler birkaç gün sonra Kaletepe’nin zirvesinde, bir ağacın kovuğunda, kucağında koca bir petek bal ile arıların arasında uyurken buldular.
-NOS-
15 Mart 1992 tarihinde oynanan Galatasaray-Werder Bremen maçını izlemek için tıklayın.