Dünya Kupası’nın hazırlık aşamasını da kupanın bir parçası olarak görmek gerekir. Kadroya alınmayan futbolcular, protestolar ya da kamp hikayeleri, en az tarihe geçen goller kadar mühimdir. 1930’dan bu yana kupa arifesinde yaşananlar bu yazıda.
Bana göre bir futbolsever, Dünya Kupası’na bakışıyla ölçülür. “Türkiye bu sene de yok. Yine iğrenç bir kupa bizi bekliyor” gibi saçma cümleleri sarf eden insan, futbolsever falan olamaz. Dünya Kupası bir bayram, bir festivaldir. Sadece oynanan futbol, atılan goller, sahneye çıkan yıldızlar değil; kupa öncesinde yaşananlar da kalın bir kitaba konu olacak cinsten mevzulardır. Gelin Dünya Kupası’nın ‘hazırlık’ tarihine gidelim ve turnuva öncesi yaşanan enteresan olaylara bir göz atalım.
İsyan 60 Yıl Önce Başlamıştı
Yugoslavya, 1990’ların başında Hırvatistan’da patlak veren isyanlar sonucunda dağılmaktan kurtulamamıştı. Sırp ve Hırvatlar, Balkanların iki huysuz kardeşi misali yıllarca didişip, kavga edip durdu. Bu futbola da yansımıştı. Hem de ilk Dünya Kupası olan 1930’da. Yugoslav Futbol Federasyonu’nun merkezi, Zagreb’den Belgrad’a taşındığında tarihler 1929’u gösteriyordu. 1919 yılında ‘Jugoslavenski Nogometni Savez’ adıyla Zagreb’de kurulan federasyon, Sırpların tahakkümü sonucu Belgrad’a alınmış, üstüne üstlük 16 Mart 1930’da Sırpça ismi olan ‘Fudbalski Savez Jugoslavije’ ile faaliyete devam etmişti. İkisi de ‘Yugosalvya Futbol Federasyonu’ manasını taşıyordu ama ayrı dillerde! Bu son hamle, bardağı taşıran son damla oldu. Uruguay’da yapılacak turnuvayı protesto eden Hırvat asıllı futbolcular, Yugoslav Milli Takımı’nda oynamayı reddetti. Zaten Yugoslavya da 17 kişilik kadronun 16 futbolcusunu Sırp kökenli isimlerden seçerek, fikir ve zikir denklemini tamamlamıştı. 16 Sırp topçunun arasındaki tek yabancı (!) ise babası Alman, annesi Çekoslovak olan Ivan Bek olmuştu.
Zorla Güzellik Olmaz
Uruguay’dan sonra Avrupa’ya taşınan Dünya Kupası, biraz kirlenmiş de olsa savaş çığlıkları arasında devam etmişti. 1934’te İtalya’nın yıldızları Meazza, Orsi ve Monti kadar Mussolini de ön planda olmuştu. Azzuriler şampiyonluğa ulaşsa da oynadığı futbolla ağızlarda hoş bir tat bırakan Hugo Meisl’ın Avusturya’sı, belki de kupa tarihinin ilk ‘Gönüllerin Şampiyonu’ olarak akıllara kazındı. ‘Wunderteam’ lakabıyla anılan Avusturya, İtalya’ya 1-0 yenilip yarı finalde elense de oynanan futbol, ileriki kupalar için umutlarını filizlendirmek için yeterliydi. Tarih 12 Mart 1938. Nazi Ordusu, sabah saatlerinde Avusturya sınırını geçiyor ve ülkeyi Alman topraklarına katmak için ilk hamleyi yapıyordu. Her diktatör gibi yeşile pek tahammülü olmayan Hitler, Avusturya’nın umutlarının yeşermesine izin vermiyordu. O yaz oynanan Dünya Kupası’nda tam yedi Avusturyalı oyuncu, “Avusturya’nın İlhakı” nedeniyle Alman Milli Takımı formasını giydi. Bunların arasında 1934’teki Wunderteam kadrosunda olan Rudolf Raftl ve Willibald Schmaus da yer alıyordu. Neyse ki bu güçlendirme (!) çalışmaları bir işe yaramadı ve Almanya daha ilk turda kupaya veda etti. Fakat kupanın sonunda ‘iyiler’ kazanmıyordu. Kupa Pozzo’nun ellerinde ikinci defa yükselirken; Mussolini de ‘Mumbly’ misali kıs kıs gülüyordu.
O Kupa Düzenlenecek!
Şili, 22 Mayıs 1960’da 9.5’le sarsıldı. Richter ölçeği ile ölçülmüş en büyük depremdi bu. Milyonlarca insanı etkileyen doğa olayı, Şili ve Büyük Okyanus’a kıyısı olan ülkelerdeki hayatı felç etmişti. Şili’nin iki sene sonra düzenleyeceği Dünya Kupası da, hayatın her alanında olduğu gibi Şiili’nin elini kolunu bağlamıştı. Organizasyonun başka bir ülkeye devredilmesi an meselesiyken, kararlı bir ses yükseldi. Bu, Şili’nin Dünya Kupası komitesindeki temsilcisi Carlos Dittborn’du. “Her şeye sahibiz. Dünya Kupası’nı yarın düzenleyebiliriz” diyen Arjantin temsilcisi Raúl Colombo’ya atıfta bulunarak; “Hiçbir şeyimiz yok. Ama her şeyimiz olacak” diyen ve kupayı Arjantin’den alan Dittborn, depreme de kafa tutmasını bildi. Ne olursa olsun Şili’nin bu kupayı düzenleyeceğini belirtti ve Mayıs 62’ye kadar eksiklerin giderileceğini taahhüt etti. Nitekim dediğini yaptı Dittborn. Hatta daha sonraları elzem hale gelecek olan Dünya Kupası Resmi Şarkısı bile vardı Şili’nin: “El Rock del Mundial”. 30 Mayıs 1962’de kupanın başlama vuruşu yapılırken; 28 Nisan 1960’da hayatını kaybeden Dittborn, gururla eserini izliyordu.
Bir Küçücük Aslancık Varmış
60’lı yıllar, futbola para illetinin girmeye başladığı zamanlardır. Avrupa’nın ABD’si İngiltere de, kapitalizm çarkını döndürmekten geri kalmaz. 1966 Dünya Kupası’na hazırlık yapan ülke, salt futbola dayalı bir kupa sunma peşinde değildi. Reg Hoye adlı tasarımcının kapısı çalındı ve bir Dünya Kupası maskotu istendi. Oğlu Leo Hoye’dan ilhamı alan Reg Hoye, tişörtünde Yüce Britanya bayrağı bulunan ve degajımsı bir vuruşla top tepen aslancığı yaratıverdi. Bu aslanın ismi de Willie oldu. İlk maskot, ‘World Cup Willie’ olarak raflardaki yerini aldı ve hediyelik eşya satışlarından epey gelir sağlandı. Lonnie Donegan’ın seslendirdiği kupanın resmi şarkısı bile ona adanmıştı. Dahası, maskot mefhumu bir geleneğe dönüştü. Juanito, Tip ve Tap ve Naranjito gibi çoğu çocuklara hitap eden tasarımlar, Dünya Kupası’nın renklerinden oldular. 90’ların başında babamın Selimpaşa’dan hediye aldığı İtalya 90 maskotu Ciao’yu üstünden taşıyan tişört ve terlikler de, bendenizin içindeki Dünya Kupası ateşini yakan ilk kıvılcımlardandı…
‘Top’lu Hücum, ‘Top’lu Savunma
Futbol, 1970’lerde evrilmeye başlamıştı. Zagallo’nun Brezilya’sının oynadığı pasa dayalı tempolu futbolu, Michels’in Hollanda’sının ‘Total Futbol’u takip etti. Artık hücumcu-savunmacı anlayışında değişiklikler vardı. Yeni anlayış: ‘Toplu hücum, toplu savunma’ydı. Sistem değişir de top değişmez mi? 50’lerde ve 60’larda alışılagelmiş kahverengi meşin yuvarlak, artık sahalardan çekilmeye başlamıştı. 1970 Dünya Kupası’ndan iki yıl önce üretilen ve 1968 Avrupa Şampiyonası’nda da kullanılan Adidas marka toplar, televizyon izleyicisini de düşünüyordu. Siyah-beyaz renkleriyle televizyonda seçilmesi daha kolay olan toplara verilen isim de iletişim ile ilgili olmalıydı. Telstar Uydusu’ndan ufak bir kopya çeken yetkililer, ‘televizyon’ çağrışımı yapmasını da göz önünde bulundurarak, son model topa: ‘Telstar’ adını verdi. Telstar, 1970 Dünya Kupası’nın resmi topu olmakla kalmadı. Kupa tarihinin ilk resmi topu olarak da tarihe geçti. 1970’deki birkaç maç, eski turuncu ve kahverengi toplarla oynansa da Telstar, finalde sahadaydı. 1974 Almanya’da ise vazgeçilmez olmuştu. Azteca, Fevernova, Teamgeist’lar ise daha sonra kupa hayranlarının hayatında yer edindi. Benim favorim mi? 78 ve 82’de kullanılan Tango en afili olanıydı sanki…
Bana Dünya Kupası’nın resmini yapabilir misin?
1970 Finali’nin ardından Jules Rimet Kupası, ebediyen Brezilya’nın olmuştu. Artık yeni bir kupaya ve yeni bir tasarıma ihtiyaç vardı. 5 Nisan 1971’de yapılan seçimle, yedi ülke ve 53 tasarım arasından sıyrılan Silvio Gazzaniga’nın tasarladığı kupa, turnuvanın yeni kupası olarak kabul edildi. Gazzaniga, kupanın tasarımıyla ilgili “Futbolcuların yerküreyi altından desteklemesi ve oyunu kazanma anının kıyaslanamaz duygusu” açıklamasını yapmıştı. Daha sonra UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupa’yı da tasarlayan İtalyan heykeltıraş, Eduardo Galeano’ya kupaya beğendiremese de en azından benim gibi yaratıcılığına hayran insanlar mevcut.
Kızları da Alın Artık Kamplara
Rock’n Roll’un hard rocka dönüşmeye başladığı 70’li yıllarda, insanlar özgürleşmenin tadını çıkartıyordu. Dünya Kupası da bu özgürlükten nasibini almıştı. Saçları, kolyeleri ve portakal rengi formalarıyla Led Zeppelin üyelerinden farksız duran Hollanda Milli Takımı, çoğu otoriteye göre cinslik (!) peşindeydi. O güne kadar erkek liselerini aratmayan ‘hazırlık kampı’ anlayışına yeni bir soluk getirmek isteyen Rinus Michels; futbolcularını, eşleriyle beraber Almanya’ya götürdü. Onlara göre bu da bir disiplin uygulamasıydı. 1974 yazında oynadıkları yaratıcı futbolla, izleyenleri mest eden Hollanda, Beckenbauer ve saz ekibine mağlup olduğunda ise Brezilya maçı sonrasında eşleriyle yaptıkları havuz partisi yüzlerine çarpılacaktı.
Yedin Bizi Cruyff!
1978 Dünya Kupası, çoğu futbolseverin gözünden kaçırdığı ya da görmek istemediği bir kupadır. Videla’nın diktası altında oynanan kupa, öncesi ve sonrasıyla sıkça muhabbetlere konu olur. Konunun birinci maddesi de Cruyff’tur. 74’ün finalisti Hollanda’nın göz bebeği, kaptanı ‘Sarı Fare’, 1978 Dünya Kupası’nda takımını 14’süz bırakır. Bunun nedeninin Videla rejimini protesto etmek amaçlı olduğu da yıllarca konuşulur. Ama gerçek öyle değildir. Cruyff yıllar sonra, aldığı tehdit telefonları nedeniyle eşinin 1978 Dünya Kupası vetosunu kıramamış ve kariyerinin ikinci Dünya Kupası’na katılmamıştır. Cruyff, maçlara bile korumalarla gittiğini, okula giden çocuklarını düşünmek zorunda olduğunu belirtir. Hoş, bu da gayet geçerli bir sebeptir ya neyse…
“Deniz Gören Bir Şato Lütfen”
1982 Dünya Kupası öncesinde rakipler kadar kafa kurcalayan mesele de konaklamaydı. ETA’nın faaliyetleri, İspanya denince akla ilk gelenler listesini epey değiştirmişti. Birçok takım, İspanya’nın komşuları olan Portekiz ve Fransa’da hazırlandı kupaya. Bu takımlardan biri de favori Brezilya’ydı. Tele Santana’nın ekibi, Portekiz’in sahil kasabası Cascais yakınlarındaki Fortaleza do Guincho adlı oteli seçmişti. Şatomsu otel, İngilizlerin o soğuk şatoları gibi kayalık üstünde ve yakınında yöresinde bina olmayan, görkemli bir konaklama yeriydi. Denize sıfır otelde Türk gazetecilere, ‘En çok Sovyetler’den korkuyorum’ diyen Tele Santana, ne kadar büyük bir futbol dehası olduğunu belli ederken; ‘Ya Rossi’nin gol atacağı tutarsa?’ alternatifini aklının ucundan bile geçirmiyordu…
Zemin Yine Sallanıyor
1986 Dünya Kupası’ndan mükellef Kolombiya, 1982 Kasım’ında ekonomik durumunun kötü olduğunu öne sürerek ev sahipliğinden çekilmişti. FIFA, 1970’de oynanan futbola saygısından mıdır bilinmez, Meksika’ya bir Dünya Kupası ev sahipliği daha armağan etti. Meksika, bu yolda o kadar kararlıydı ki kupadan sekiz ay evvel yaşanan deprem felaketi bu azmi yerinden oynatmadı. Kupa, tıpkı 1962’deki gibi depreme rağmen düzenlendi. Azteca Stadı, Maradona’nın ayak sesleriyle birçok kez daha sallanacaktı.
Şu Andan İtibaren Takım Dışısın!
İtalya 90, değişen futbol düzeninin etkisiyle, ‘Kalecilerin Kupası’ olarak da bilinir. Preud’homme, Zenga, Pat Bonner, Luis Gabelo Conejo ve Goycochea, kupaya damga vuran kalecilerden sadece birkaçıydı. 80’li yıllarda yaptığı akrobatik kurtarışlar ve ‘topu oyuna sokan kaleci’ olarak futbola yön veren efsane bir üç direk sanatçısı ise disiplin meraklısı hocasına takılacaktı. 1988 Avrupa Şampiyonası sonrasında SSCB sınırlarından çıkarak Sevilla’ya imza atan Dasaev, ülkesi dışında top oynayan ilk Sovyet futbolcu olur. ‘Demir Perde’ lakaplı kaleci tarihe geçmiştir geçmesine ama Sovyet disiplinden de uzaklaşmıştır. Zaten kendisi de ilk zamanlarında bunu hisseder. “Antrenman sonrası özel çalışmalar yoktu ve çok boş zamanımız oluyordu” diyen Dasaev’in bu durumu, efsane antrenör Valeriy Lobanovski’yi pek hoşnut etmez. Lobanovski, İtalya’ya Dasaev’siz gideceğini sık sık dillendirse de, belki baskıdan belki de ona bir ders vermek için efsane kaleciyi takıma dâhil eder. Grubun ilk maçında ilk 11’deki yerini alan Dasaev, Lacatus’un iki golüne engel olamaz. Bu maç, 80’lerin unutulmaz kalecisinin milli takımdaki son maçı olacaktır.
Adını Pele Ansın Emi!
1994 Dünya Kupası, özellikle benim jenerasyonumun ilk göz ağrısıdır. Büyüklerimiz pek beğenmese de, uyumayı pek sevmeyen beni ve akranlarımı büyüleyen takımlar, gecelerimizi şenlendirmişti bu kupada. Asprilla’lı, Valderrama’lı Kolombiya da bu takımlardan biriydi. Elemelerde Arjantin’i 5-0’la bozguna uğratan ve grup lideri olarak kupaya gelen Kolombiya, futbolseverlerde büyük bir heyecan yaratmıştı. Hatta futbolun, dünya üzerindeki tek (!) bilirkişisi Pele, Kolombiya’yı şampiyonluk favorileri arasında ilk sıraya yerleştirdi. Kolombiya, grup sonuncusu olarak ilk turda elenirken; anmak istemediğimiz iğrenç olayla da yasa boğulacaktı.
Arkadaş Arkadaşın…
90’lı yıllarla beraber futbola olan ilgiyi arttırma çabalarını en yüksek doza çıkaran ABD, arka arkaya üçüncü katılımı olan Fransa 98 öncesi ‘kaptan’ şoku yaşadı. 1996 yılında antrenör Steve Sampson tarafından ‘Ömür boyu kaptan’ ilan edilen orta saha oyuncusu John Harkes, 1998 Dünya Kupası öncesinde kadro dışı bırakılmıştı. Üstelik antrenör de hala Steve Sampson’ken. Sampson, durumu ‘liderlik sorunu’ olarak belirtse de, bu cevap kimseyi tatmin etmedi. Bakla, yıllar sonra Sampson’un ağzından çıkacaktı. Takım arkadaşı Eric Wynalda’nın eşiyle ‘Aşk-ı Memnu’lara dalan Harkes, kesiği yemişti hocasından. Takımlarından beklediklerini alamayan ABD basını, olayın gerçek yüzünü zamanında öğrenseydi , ‘yasak aşk’ haberini ezeli rakip ebedi dost İngilizlere bırakır mıydı sizce?