-Bir Batu ANADOLU yazısı-
Futbol yıllar içerisinde bir endüstri olarak anılmaya başladıkça, farklı alanlarda bu spora dahil olan kişi sayısı oldukça arttı. Yeşil sahalarda emek sadece sahada top peşinde koşmakla olmaz dedik ve futboldaki emeğin gizli ve belki de pek bilindik kahramanlarını anmak istedik.
Hans-Wilhelm Müller-Wohlfahrt
“Ayhan gidiyor”, “Servet’ten kötü haber”, “Gökhan’a ameliyat” gibi ifadelerin özneleri futbolcular ise gizli öznesi ise yıllardır hayatımızda yer alan bir doktordur: Hans-Wilhelm Müller-Wohlfahrt. 1942 doğumlu Alman doktorun, 33 yaşında Hertha Berlin’de başladığı spor hekimliği kariyeri 1977’de yeni bir yola girer. Franz Beckenbauer ve Paul Breitner gibi isimlerin de desteğiyle Bayern Münih’e geçer. O dönemden sonra da tam 18 yıl boyunca Bayern Münih kulübünün en önemli isimlerinden biri olur. Hiç yaşlanmayan yüzü ile maç esnasında sık sık kameranın objektifine yakalanan ünlü doktoru, Rinus Michels’i dahi tanıyamayan Türk spikerler nedeniyle geç tanımışızdır. Yine de Wohlfahrt’ın cismine değil, ismine daha çok aşinayız. Bunun nedeni her yaz bıçak altına yatmak için onu seçen Türk futbolcuların yarattığı sağlık turizmi patlamasıdır. Gerçi haksız sayılmazlar; yıllar içerisinde sadece futbolcular değil, Usain Bolt, Bono gibi spor ve müzik dünyasından isimler de onu tercih ederler. Wohlfahrt’ın tedavi biçimi oldukça tartışmalıdır. Kendisi de hayatı boyunca yaptığı iğne sayısının bir milyondan fazla olduğunu dile getirir! Elli kez enjeksiyon uyguladığı futbolculardan tutun da şifalı ürünler ve yasak maddelerden oluşturduğu tedavi çeşitleri nedeniyle bazı kişilerce Frankenstein ya da Mengele olarak adlandırılır. Yine de ne Bayern ne de Alman Milli Takımı kendisinden vazgeçemez. Ta ki geçtiğimiz ay Porto maçından sonra Guardiola tarafından hedef gösterilmesinden dolayı Bayern’den ayrılana dek. Bugün 73 yaşındaki ihtiyar delikanlının yolu buralara düşer de ünlülerin doktoru olur mu bilmiyoruz. En azından futbolcularımız uçak parasından tasarruf ederler.
Kenneth Wolstenholme
Futbol spikerliği denildiğinde ülkemizde akla gelen duayen, şüphesiz ki Halit Kıvanç’tır. Halit abimizi büyük kılan şey sadece işine olan bağlılığı değil; yıllar içerisinde Türk ve dünya futbolunun en önemli anlarına tanıklık etmiş olmasıdır. Onun İngiliz versiyonu Kenneth Wolstenholme ise sıklıkla 1966 Dünya Kupası finali ile hatırlansa da arkasında yine dev bir tarih yer alır. 1920’de Lancashire’da doğan Wolstenholme, gençliğinde fanatik bir Bolton Wanderers taraftarıdır. Bu sevgisi onu, spor gazeteciliğine yönlendirir. Manchester’da kriket mücadelelerini takip ederken kariyeri 2. Dünya Savaşı ile sekteye uğrar. Bir yana bıraktığı kaleminin yerini savaş uçakları almıştır. 1945’te madalya sahibi bir pilot olarak savaşı arkasında bırakır ve şans odur ki eski mesleğine yeniden kavuşur. Fakat bir farkla; devir televizyon devridir. Radyodan maç anlatmaya başlayan Wolstenholme, zamanla bir televizyon figürüne dönüşmeye başlar. İngiltere lig maçları ile başlayan kariyeri, zamanla Avrupa Kupası maçları ile zenginleşir. 1960’ta Şampiyon Kulüpler Kupası finalini anlatırken 1964-1971 yılları arasında tüm Federasyon Kupası finallerinde onun sunumu vardır. Tabii bu arada 1966 finalini de atlamamak lazım! İngiltere, Batı Almanya’yı 4-2 ile safdışı bırakırken, onun sözleri de tarihe geçer: “Artık bitti sanırım. Hayır… Hurst geliyor… İnsanlar sahada, maç bitti sanıyorlar. Evet, şimdi! Dördüncü gol!” Bu final dışında toplam beş Dünya Kupası anlatan Wolstenholme, 1971’de BBC’den ayrılsa da kariyerini 1990’lara kadar sürdürür. EA Sports’un World Cup 98 oyununda yer alan klasik takımlar modunda, yine onun sesi vardır. Wolstenholme, futbol spilkerliğinde ‘not alma’ ve ‘yayına hazırlanma’ gibi konularda öncüdür. Asla kalemsiz ve deftersiz gezmez, anlatımını zenginleştirir. 1960’larda, tüm lig maçlarının aynı gün oynandığı dönemlerde maçı anlatıp uçakla stüdyoya dönmesi ile meşhurdur. İşine o kadar bağlıdır ki kızını kaybettiği gün bile televizyona çıkmaktan geri kalmaz. Kendisi de 2002 yılında hayatını kaybeder.
Atakan Yılmaz
Türk futbol tutkunları; Amigo Orhan, Karıncaezmez Şevki gibi amigoları iyi hatırlasalar da diğer amigolar genellikle sadece kendi takımlarının taraftarlarınca hatırlanırlar. Yılmaz Çolpan ya da nam-ı diğer Atakan Yılmaz da biraz bu sınıfa girenlerden. 1960’lı yıllarda taşra kulüplerinin bir bir birleşerek orta kulüpler kurmaya başladığı –ya da zorlandığı diyelim!- dönemde Samsunspor kurulunca, doğal olarak bir taraftar sıkıntısı açığa çıkar. O dönem devam eden 19 Mayıs-Fener Gençlik takımları arasındaki rekabetten ise bir tribün dostluğu doğacaktır. “Bunlar Samsunlu’ysa lazdır” genellemesinden ötürü ismini Lazigolar koyan bu grubun başında ise Yılmaz Çolpan vardır. Parasızlıktan dolayı ilkokuldan sonra eğitimine devam edemeyen ve bir kunduracıda çalışan bu adam, kendisini tribünde yeniden var eder. Lazigolar zamanla Atakanlar’a dönüşürler. Samsunspor’un birinci lige çıkış yolunda o ve ekibi, deplasmanlar dahil her maçta ‘sinema izler gibi maç izleyen’ taraftarları ayaklandırırlar. Bir üst lig mücadelesinde Eskişehirspor’un Samsunspor’u geçişi, en büyük talihsizliği olur belki de. Tüm Türkiye, Amigo Orhan’ı tanırken, Yılmaz gölgede kalır. Üstüne üstlük bir de Eskişehirspor, Orhan’ı yüceltirken Yılmaz’a Samsun’da pek göz açtırılmaz. O da 1973’te Almanya’nın yolunu tutar, Samsun’a pek geri dönmez. Biraz da buruktur. Takıma, başkanlara, taraftara, futbolculara… Kaderi Samsun’un ilk amigosu Şişe Naci gibi unutulmak olsa da Yılmaz’ın emeği yabana atılır cinsten değildir elbette… Yıllar sonra da olsa taraftarlar onu hatırlayacaklar ve ödüllendireceklerdir.
Gerard Meijer
Konu futbol olunca oyuncuların, teknik direktörlerin, başkanların ve taraftarların borusu fazlasıyla öter. “Peki ya fizyoterapistler?” diye sorsam, büyük ihtimal 1-2 saniyeliğine afallarsanız. Biraz daha ileri gideyim ve bir takımın elçisi olarak seçilen bir fizyoterapistten söz edeyim. Düşünün ki 1959’da bir kulübün kapısından içeri girmiş ve 50 yıl emek harcamış olsun. Bahsettiğim kişi Feyenood’un sadece fizyoterapisti değil; doktoru, futbolcularının dostu, taraftarlarının sevgilisi Gerard Meijer. 1935’te doğan ve çocukluğu İkinci Dünya Savaşı esnasında ailesi için Alman gemilerinden yiyecek çalmakla geçen Meijer’in spora olan merakı, kendisi gibi bir fizyoterapist olan babası sayesinde gelişir. Futbol, tenis, beyzbol gibi sporlara ilgi duyarken kendisini boksörlere masaj yaparken bulur. Henüz 24 yaşındayken Feyenoord kulübüne girer. Henüz profesyonellik yoktur; bir odası ve çantası dışında pek bir kazancı da olmaz. Fakat yokluklar, bir bakıma onu olduğundan daha önemli biri haline getirir. Futbolcuları motive eden, doktorun haftada bir uğradığı kulüpte tüm sağlık sorunlarını çözen kişi olur. 1970’lere geldiğinde tüm bu emekler başarı ile taçlanmaya başlar. Ersnt Happel’in önderliğinde kazanılan Avrupa ve Kıtalararası şampiyonlukları, zamanla onun küçük odasını tarihe tanıklık eden bir müze haline getirir. Bu müze sadece başarılara değil, 80’li yıllarda kulübün yaşadığı iflasa da tanıklık eder. Her şey değişir, bir tek Meijer’in valığı baki kalır. Coen Mouljin, Ruud Gullit, Johan Cruyff, Pierre van Hooijdonk gibi futbolcular geçip giderken o da 50 yıllık hizmetinde sadece bir hafta kadar bir süre, işinden uzak kalacaktır. 2009 yılında emekliliğini ilan ettiğinde De Kuip Stadyumu’nun bir tribününe adı verilmiştir bile. Her ne kadar 80’ini devirmiş olsa da futbolcuların Gerard Amca’sı gençliğinin sırrını şöyle açıklar: “50 yıl boyunca genç futbolcuların dinlediği müzikleri dinledim. Bu sizi genç hissettirir.”
Hakkı Yeten
Listemizdeki son ismi bizim için çok tanıdık: Baba Hakkı ya da Hakkı Yeten. Beşiktaş denince akla gelen iki isimden biri odur, diğeri de Süleyman Seba’dır. Hakkı’yı Baba yapan şey nedir peki? Tabii ki siyah beyazlı takım için ortaya koyduğu emektir. Bir emeği değerli kılan her şey onun bünyesinde toplanır. Babasını 1. Dünya Savaşı’nda kaybetmesi üzerine asker olmaya karar verse de 1930’ların başında futbola yönelir. Beşiktaş formasını 17 yıl taşır. İstanbul Futbol Ligi’ni sekiz kere kazanır. Fenerbahçe ve Arsenal gibi kulüplerden gelen transfer tekliflerini reddeder. Sonra formayı asar, eşortmanları giyer. Bir kez İstanbul Futbol Ligi’ni kazanır. Eşortmanları çıkarır, takım elbisesini giyer. İki kez lig şampiyonu olur. Kulübe resmi olarak 37 yıl hizmet etmekle kalmaz, aynı zamanda onursal başkandır. Ama hepsinden öte; İslam Çupi’nin dediği gibi o Beşiktaş’tır. Sadece futbol adamı değil hukukçudur. Bu kimliğiyle kulübünün uğradığını düşündüğü haksızlıklara karşı da tek başına mücadele etmeye çalışır. İnsan zaman zaman bu kadar otorite fazla mıdır diye düşünmüyor değil. Ama son kertede Beşiktaş’a ‘hakkıyla’ ve ‘yettiğince’ hizmet edenler düşünüldüğünde akla ilk onun isminin gelmesi de şaşırtıcı değil. Hele ki taraftarı ‘çıldırtan’ başkanları gördükçe…