Toprak Saha – Aylık retro futbol e-mecmuası
  • Zat-ı Muhteremler
  • An-ı Şahaneler
  • Yad-ı Hafta
  • Fi Maçı
  • Kadim Takımlar
  • Cemiyet Haberleri
  • Malumat Saha
YAD-I HAFTA

Hollanda Her Zaman Turuncu Değildir

Ali Emre Mazlumoğlu · Mayıs 2017

IMG_20170324_230713LOGOLU

Koca bir toplum hızla değişirken, futbol da buna ayak uydurmuştu. Johan Cruyff, önüne çıkan her şeyi alt üst eden, o durdurulamaz değişim fırtınasının tam orta yerinde felsefesini tüm dünyaya tanıtmaya hazırlanıyordu.

“Çarşamba günü cenaze kaldırıcılar greve çıktı. Şimdi ölünecek zaman değil.”

1968’in Mayıs ayında, Paris’teki kalabalık greve şahit olan görgü tanıklarından biri böyle tarif etmişti o günleri. 1960’ların ilk yarısında Berkeley Üniversitesi ve Londra Ekonomi Okulu’nda boy gösteren öğrenci hareketleri 1968’e gelindiğinde Fransa’yı tamamen sarmıştı. Toplumdaki merkezi, katı yapıyı eleştiren öğrenciler başta Sorbonne Üniversitesi olmak üzere ülke genelinde özgürlük ve insan hakları taleplerini bütün dünyadan duyulacak bir şekilde yükseltiyorlardı. Peşlerine toplumun birçok kesiminden farklı topluluklar da eklenince Mayıs ayında tam 9 Milyon işçi greve gitti. Ülke çapında kontrol neredeyse tamamen işçi ve öğrencilerin eline geçmişti. Hatta futbolcular dahi direnişin cephelerinde yer alıyorlardı. 22 Mayıs’ta Fransa Futbol Federasyonu’nun merkezini işgal edip binaya kızıl bir bayrak ve üzerinde “Futbolcular için futbol” yazan bir tabela asmışlardı.

İkinci Dünya Savaşı’nda Özgür Fransa Kuvvetleri’nin öncülüğünü yapmış muzaffer komutan ve Cumhurbaşkanı de Gaulle tabii ki bu yaşananlara izin veremezdi. Tıpkı Cezayir savaşında olduğu gibi “düşman” gene “vatan aleyhinde” ayaklanmıştı. Bunun üzerine Paris Emniyet Müdürü’ne eylemlere karşı gereken her türlü gücü kullanma emri verildi. Emirler arasında göstericileri dağıtmak için kullanılan göz yaşartıcı gaz bombalarının içine Vietnam’da kullanılanlar gibi CS gazı karıştırmak da vardı. Daha sonra müthiş bir polis zoru hükümet tarafından teşvik edildi. Bu koşullarda gidilen seçimlerden de Gaulle mutlak bir zaferle çıktı. Fransa’da 68 Mayıs hareketi bastırılmıştı.

Benzer protestolar, Avrupa’nın birçok yerinde hemen hemen aynı tarihlerde gerçekleşti. Hollanda da Avrupa’nın bu değişim fırtınasına katılan ülkelerden biriydi. Ancak orada yaşananlar ülke tarihinin karakterinin bir yansıması olarak çok daha naifti.

Avrupa’da yükselen hareketleri, siyasi olarak bozguna uğratmak için şiddete başvurulurken Amsterdam’da John Lennon ve yeni eşi Yoko Ono, umut aşılayan bembeyaz bir yatağın içine girmişlerdi. Yatağın başının dayalı olduğu pencerenin üstünde “Hair peace” ve “Bed Peace” yazıyordu. Etraflarında her gün saatlerce barışı konuşmak için davet ettikleri onlarca gazeteci vardı. İkili Avrupa çapında yükselen değişimin derinden gelen sesine bu yöntemle katkı vermeye çalışıyorlardı. Bir gazetecinin sorusu üzerine Lennon şöyle konuşmuştu: “Amsterdam birçok şeyin gençlikle yaşandığı bir yer… Gençlik daha barışçıl düşüncelere sahip ve eğer onlar üzerinde en ufak bir etkimiz varsa, barışçıl bir yönde olmasını isteriz.”

Amsterdam’daki değişim gerçekten de Lennon’ın tarif ettiği şekilde gelişiyordu. Aslında buradaki devrim siyasi olmaktan daha çok kültüreldi. O yılların öncesinde Hollanda gerçekten yaşlı kıtanın en geri kalmış ülkelerinden biriydi. 1950’lerde Hollanda’ya gelen Albert Camus, başkenti nefret edilecek kadar iç karartıcı bulduğunu söylemişti. Aynı iç karatıcı tablo futbol söz konusu olduğunda da kendini gösteriyordu. Zira Avrupa’nın iyi futbol oynayan ülkelerine farklı skorlarla yenilmekten kurtulamıyor, oynadıkları futbol pek de eğlenceli bulunmuyordu. Her şey sanki sonsuza uzayan, içinden çıkılması imkânsız loş bir tünele benziyordu. Ancak tünelin ucunda ateş böcekleri sessiz sedasız güçlerini birleştirmeye başlamıştı.

1960’ların başından beri televizyonların, müzik gruplarının, ordu içindeki bazı sol hareketlerin yükselmesiyle değişim, kendisini ortaya çıkaracak niteliği yavaş yavaş biriktirmeye başladı. Değişen, gelişen fikirler artık ülkenin ortalama düşünsel hacmi içerisinde zapt edilebilir bir durumda değildi. Tüm şehirdeki bisikletlerin ücretsiz olmasını teklif eden Beyaz Bisiklet Planı değişimin aktörlerini içinde barındıracak Provoların da doğuşuna zemin hazırlamıştı. Artık ilk zamanlarda derinden duyulan değişim sesleri, herkesin kafasının içerisine sızacak kadar Hollanda’nın iç karatıcı atmosferini parçalamaya başlamıştı.

cruyff 4

Diğer her şey gibi futbol da değişiyor

Toplumun her yerine nüfuz eden bu hareketlilik futbolda da kendini gösteriyordu. Değişimin mekânı Ajax, öncüsü Rinus Michels’ti. Takımın başına ilk geldiği yıl Ajax’ı küme düşmekten kurtaran, ertesi yıl da şampiyon yapan bu adam bir yandan da kulüp yapısı içerisinde modernleşmeye ve gelişmeye yönelik adımları teşvik ediyordu. O dönemin hücum hattında yer alan önemli oyunculardan Sjaak Swart o güne kadar hiç görmedikleri bir antrenman sistemi uygulamaya başladıklarını belirtmişti:

“O zamanlardaki antrenörlerin çoğunun yaptırdığı tek şey oyuncuları her gün on kilometre koşturmaktı. Michels’le her salı ormanda bir miktar koşardık ama bunlar yalnızca iki kilometrelik, ayrıca topla yapılan koşulardı. Sezon başında bir hafta çok yoğun antrenman yapardık; günde beş ayrı seans. Askeri kamp gibiydi!”

Michels’in dönüşümü başlatan asıl adımları ise saha dışında gerçekleşiyordu. Şampiyon oldukları sezonun sonunda kulüp başkanı Jaap van Praag’ı oyuncularına garanti para verme konusunda sıkıştırmış ve ikna etmeyi başararak, Ajax’ın ve oyuncuların profesyonelleşme sürecini başlatmıştı. O güne kadar oyuncular gündüz kendi işlerinde çalışıyor, akşamları yorgun argın antrenmanlara geliyor ve gece yarılarına kadar çalışmaları sürdürüyorlardı. O oyunculardan biri de, Hollanda futbolu denilince neredeyse onunla eş anlamlı olarak kullanılan Total Futbol terimini, kariyeriyle birlikte geliştirecek olan ve o sıralar gündüzleri Sport World dergisinin matbaasında çalışan Johan Cruyff’tu.

Cruyff, Ajax kulübüne komşu olan bir mahallede doğmuştu. Onun doğumundan iki yıl önce dünya tarihinin en acımasız savaşı son bulmuş, Avrupa’nın birçok yerinde olduğu gibi Amsterdam’daki Yahudiler, Holokost nedeniyle savaşın bedelini en ağır ödeyen toplulukları arasında yer almıştı. Bu bölgede yaşayan Yahudi sayısı savaş boyunca dramatik bir şekilde azalmıştı. Hatta Berlin’de bile soykırımdan kurtulan Yahudi oranı Amsterdam’dakinden fazlaydı. Şehirde yaşanan bu zulme karşı 1941’de başlatılan işçi grevi bastırılınca savunmasız kalan Yahudi nüfusu, savaş öncesi 80 binken savaş sonrası yalnızca 5 bine düşmüştü.

Yahudi mahallesinde yer alan Ajax da savaştan payına düşeni almıştı. Takımın başındaki İngiliz teknik direktör Jack Reynolds savaşı Almanların bir esir kampında geçirmiş, 1920’lerin çok sevilen oyuncusu Eddy Hamel, Auschwitz’de can vermişti. O karanlık dönemlerde bütün şehri ağır bir hüzne boğan o acı dolu yıllar, aslında hiçbir organik bağı bulunmasa da Ajax taraftarlarının kendilerini Yahudi gibi görmelerine ve onları savunmalarına neden olan etkenlerden biri oldu. Bu sahiplenme bir bakıma, Ajax’ın 1960’ların ikinci yarısındaki o muazzam değişim momentumunda yer edinmesine ve futboldaki öncüsü olmasına yol açmıştı.

Cruyff, 10 yaşında kulüp çatısı altına ilk adımını attığında böyle bir atmosfer hakimdi. 12 yaşında babası öldüğünde, annesi Nel, eşiyle birlikte işlettiği manavı kapatmak zorunda kaldı ve kulübün temizlik bölümünde iş buldu. Kulüp bahçıvanı olan Henk’le evlendi. Böylece Cruyff için Ajax, bütün hayatını dört bir yandan saran ve adeta babası öldükten sonraki yaşamının inşa edilmesini sağlayan bir yuva haline geldi. Kaderi, onu küçük yaşta böylesi duygusal bir ilişkiyle kulübe bağlarken, birkaç yıl içinde orada yaşanan değişimin de öncüsü haline getirecekti.

ajax-emre

Hollanda’da dönemin en başarılı iki takımı olan Feyenoord ve Ajax’ın futbolcuları…

Bilinçli Düzensizlik

1966 yılında, 26 yıl önce ülkelerini işgal eden Nazilere karşı tepkisi asla dinmeyen Hollandalılar için infial etkisi yaratan bir haber duyuruldu. Hollanda Prensesi Beatrix, Wehrmacht’ta askerlik yapmış olan Alman bir aristokratla evlenme kararı almıştı. Bütün tepkilere rağmen düğün 10 Mart’ta gerçekleşti ancak Provolar, Beatrix ve Claus evlilik yeminlerini ederken düğünde bir protestoya imza attı ve sis bombalarıyla ortalığı beyaza boyadı. Değişimin fitili o anda, bir evlilik töreninde ateşlenmişti ve geri döndürmek mümkün olmayacaktı.

Aynı yıl 7 Aralık’ta ise Amsterdam Olimpiyat Stadı’nda Ajax, Bill Shankly’nin Liverpool’unu konuk etmişti. 1966 Dünya Kupası’nı kazanan İngilizler son derece mağrurdu ve gerçekten de Liverpool o yıl önüne geleni ezip geçiyordu. O gün bir şeylerin farklı olacağı daha maçın başında anlaşılmıştı. Ev sahibi takım her zamanki uçuk mavi forma yerine baştan aşağı beyazlar içinde sahaya çıktı.

Maçın devre arasına çok kısa bir süre kala hakem düdüğünü çaldı. Sjaak Swart, ilk yarının bittiğini sandı ve hızla soyunma odasına doğru koşmaya başladı, o anda arkasından biri bağırdı: “Ne yapıyorsun? Maç hala devam ediyor.” Swart afallaşmış biçimde geri döndü, tekrar oyuna dahil oldu ve taç çizgisine yakın yerde topu aldı. Kanattan topu hızla sürdü ve ortasını yaptı. O orta Liverpool fileleriyle buluşan dördüncü golün asisti oldu. Maç bittiğinde skorboard’la uğraşan görevli o gün epey yorulmuştu: 5-1. Mart ayında Provolar sayesinde adını dünyaya duyuran Hollandalılar, bu kez yılın son ayında Ajax sayesinde, hem de daha gürültülü biçimde yeniden gündeme oturdular. Fitili ateşlenen devrim futbolu da sarmıştı.

Ajax yavaş yavaş Avrupa futbolunun zirvesine çıkarken iki önemli değişim, tarihin akışına yön veriyordu. Birincisi saha içinde yaşandı. Michels ve Cruyff’un önderliğinde, ismine total futbol denilen yeni bir anlayış sergileniyordu. Eskisi gibi oyuncuların sabitlendiği mevkiler yoktu, futbol sahasının alanını esnetmeye yönelik kurgulanan bu oyunu The Guardian yazarı Richard Williams’ın şöyle özetliyor: “Her oyuncu sahanın her yerinde görülebilirdi. Bu rakip takımlar için oyuncuları saha içinde yakalamak ve etkisizleştirmek adına çok zor bir durum teşkil ediyordu.”

Football’s Greatest International Teams serisinin, 1974 Hollanda Milli Takımı’nı konu alan bölümünde Cruyff bu oyun için bir diğer önemli kısma dikkat çekiyor: “Ajax için o zamanlar en iyi şeylerden biri topun sadece ayağımızda olduğu bölümler değil, olmadığı bölümlerdi. Topu çok kısa bir süre içerisinde geri kazanıyorduk. Eğer topun ayağınızda olduğu bir oyun istiyorsanız, hızla geri kazanmak zorundasınız.”

Top ayağındayken, birlikte hücum edip, sahanın her bölümünü kendi futbol anlayışları çerçevesinde en verimli biçimde kullanan ve top rakipteyken korkunç bir baskıyla hızla geri kazanan total futbol anlayışını David Winner, futbol adına en önemli kitaplardan biri olarak tanımlanabilecek ve Hollanda futbolunu, ülkenin tarihsel, sosyolojik ve politik arka planı zemininde analiz ettiği kitabında şöyle tanımlıyor:

“Total futbol yeni bir esnek alan teorisi üzerine inşa edildi. Cornelis Lely 19. yy’da setler kurarak ve yeni buhar teknolojisinden faydalanarak denizden muazzam büyüklükte bir toprak kazanma ve Hollanda’nın fiziksel boyutlarını değiştirme fikrini nasıl oluşturmuş ve uygulamışsa, Rinus Michels ve Johan Cruyff yeni nesil futbolcuların kapasitesinden faydalanarak futbol sahasının boyutlarını değiştirdi. Total futbol her şeyden önce futbol sahasının boyutlarının esnek olduğu ve o sahada oynayan takım tarafından değiştirilebileceği fikri üzerinde kurulmuş kavramsal bir devrimdi.”

Bu yeni anlayış 1965-1973 yılları arasında Ajax’ı tam altı kez yerel ligin zirvesine taşımıştı. 1971-1973 yılları arasında ise art arda üç kez Avrupa Kupası’nı kazanmayı başararak futbol tarihini değiştirecek bir devrim yapmayı başarmışlardı.

Değişimin diğer ayağı ise saha dışındaydı. Odağında ise şu soru vardı: “Neden her şey bu şekilde organize edilmiş?” O dönem boyunca başta Cruyff olmak üzere, Ajaxlı futbolcular bu soruyu sormaktan hiç vazgeçmediler. Hâlâ Amsterdam Üniversitesi’nde Kamu siyaseti profesörü olan Maarten Hajer onları devrimci futbolcular olarak tanımlıyor: “Bu olağanüstü karizmatik adamlar devrimci futbolculardı: van Hanegem, Cruyff, Ruud Krol, Wim Suurbier gibi insanlar. Rinus Michels hiç şüphesiz otoriter bir figürdü ama o bile bu insanları tam anlamıyla kontrol edemiyordu. Her şeyi Cruyff yürütüyordu. Aksi istikametteki fikirleri o kadar parlaktı ki insanlar onun peşinden gidiyordu.”

Gazeteci Hubet Smeets, Cruyff’un 50. yaş günü için yayınladığı yazısında bu görüşü daha da ileriye götürmüştü: “Johan Cryuff kendisinin bir sanatçı olduğunu anlayan ve sporun sanatsal yönünü kolektifleştirmeye ehil ve hevesli olan ilk kişiydi. O düzene gerçekten başkaldırıyordu, hem de sonuna kadar. Hollanda futbolunun hiyerarşisini alt üst etmişti. Kulüp yönetiminin konumunu alt üst etmişti.”

Gerçekten de Cruyff bu aksi fikirlerini her alanda pratiğe döküyordu. Takımın yaptığı Adidas sponsorluğuna karşı geliyordu, yurt dışı seyahatlerde bütün oyunculara sigorta yapılmasını istiyordu, aldıkları ücretlerin artmasını savunuyordu. Futbolu bıraktığında parasızlık nedeniyle bir fırıncıya gidip “Ben Cruyff, bana ekmek versene” demek istemiyordu. Onun istediği bu değişimin futbolu ne kadar iyi yönde etkilediği sorusu bambaşka bir tartışmayı açabilir ancak onun yaptığı şey değişimin kendisiydi. İyiydi ya da kötüydü ama o futbolun kurallarını ve hiyerarşisini ısrarcı ve idealist tavrıyla alt üst etmeyi başarmıştı.

1971’de Michels’in ayrılığından sonra, kulübün yapısı daha da radikalleşti. Yeni teknik direktör Kovacs, total futbolun başarılı gidişatını sürdürürken 1960’lı yılların şehre kazandırdığı özgürlük havasını da çok seviyordu. Aynı havayı modern futbolun belki de bir daha hiçbir zaman göremeyeceği biçimde takıma uygulamaya başladı. Kadroyu oyuncular kuruyordu, taktiklerin belli bir bölümünü futbolcular belirliyor, hazırlık maçlarındaki rakipleri yine onlar seçiyordu. Belki de en önemlisi ve gelecekte Ajax’ın kaderini belirleyecek kaptanlık seçimlerini de yine oyuncular yapıyordu. Ajax, sahadaki futbol anlayışıyla kolektif bir bütün halinde var olurken, saha dışındaki yöntemlerle giderek bireyler halinde özgürleşiyordu. Diyalektik felsefenin zıtların birliği kuralını deneysel olarak kanıtlayacak bir yer varsa orası Ajax’tı. Kolektivitenin içindeki özgür parçalar halindeydiler. Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında 1974 Dünya Kupası’nda Hollanda Milli Takımını tanımlamak için herkesin onlara taktığı “otomatik portakal” ismine karşı Brezilyalı bir gazetecinin ortaya attığı “bilinçli düzensizlik” tanımını öne çıkarmıştı. Düzensizliğin bilinçli bir uyumu! De Telegraaf gazetesi yazarı Jaap de Groot’un o günlere ilişkin yorumu her şeyi daha anlaşılır kılıyor: “Özgür ruhların, özgür ruhlu takımların zamanıydı ama Beatles ve Stones gibi rock grupların iyi müzik yapmak için sahip oldukları disiplin gibi onların da iyi futbol oynamak için disiplinleri vardı.”

Cruyff önderliğinde yaratılan ve takımın tamamına sirayet eden bu özgürlük ortamı kısa bir süre sonra kendi önderlerinin takımdan ayrılmasına yol açtı. 1973-1974 sezonu başlarken, takım kaptanlarını belirlemek için yine seçime gidildi. Sonuç afallatıcıydı. Kaptan, 12 oy alan Piet Kaizer olmuştu. Cruyff umursamamış gibi yaptı ama hemen üst kata çıkıp telefonu çevirdi: “Hemen Barcelona’yı arayın, takımdan ayrılıyorum.” Birçok futbol tarihçisine göre yarattığı yeni futbol sitili ve özgürlük havasıyla zirveye tırmanan Ajax, o gün çöktü.

cruyff 1

Farklı renkle zafere

Ajax eski kimliğinden uzaklaşırken bu kez ünü Avrupa’yı aşıp dünya çapına varacak olan Hollanda Milli Takımı, podyuma çıkıyordu. Teknik Direktör Michels, kaptan Cruyff’tu. 1960’lı yıllarda Hollanda’da gerçekleştirdikleri devrimi şimdi dünyaya sunma zamanıydı. Her şey planlandığı gibi gitti. Turnuva başında pek şans verilmeyen Hollandalılar, her maçtan sonra çok konuşuluyor, sahadaki oyun izleyenleri adeta büyülüyordu. Turnuvaya gelen kalabalık gazeteciler gurubu Hollandalı oyuncuların peşinden koşar olmuştu. O zamanlar turnuva iki gruplu biçimde oynanıyordu. İlk gruptan zorlanmadan çıkan Hollanda ikinci grupta Arjantin, Brezilya ve Doğu Almanya ile eşleşti. 8 gol attı, hiç yemedi. Dünya devlerini harika bir futbolla perişan etti. Özellikle 4-0 aldıkları Arjantin maçı, bütün dünyada Hollanda’nın en iyi top oynayan takım olarak kabul edilmesini sağladı. Kadronun en önemli parçalarından Ruud Krol o günler için şöyle diyecekti: “Futbol sanat değildir ama iyi futbolda sanatsal bir yan vardır.”

Portakallar, finalde Cruyff’un klasik, rüzgârı arkasına alan bir yelkenli gibi durdurulamaz ve herkesin kalbini ağzına getirecek kadar estetik driplingiyle penaltı kazanıp, erkenden öne geçtiler ama 90 dakika bittiğinde Almanya’ya kaybettiler, hem de çok rahat oynadıkları bir maçı. Geriye dönülüp bakıldığında herkes rehaveti işaret etse de onlar o yaz oynadıkları futbolla bütün dünyanın sevgisini kazanmayı başarmışlardı. Sanki yeşil sahalarda daha önce kimsenin görmediği ve herkesi şaşkına uğratan yepyeni bir icadı tanıtmışlardı. Herkesin gözünde en iyi takım onlardı. O kadro, Hollanda’daki muhteşem değişimi, futbolda gerçekleştirmiş, bu oyunu hiç görülmediği kadar dönüştürmüş ve dünyaya tanıtmıştı.

Cruyff, devrimi yeni kulübü Barcelona’ya da taşıdı. Hem futbolcuyken hem de teknik direktörken Ajax ve Barcelona’da yaptıkları onu sonsuza taşımayı başardı. Ölümünden sonra Pep Guardiola, Donald McRea’ye verdiği röportajda Cruyff’un futbol için ne ifade ettiğini anlatıyor: “Yeni bir şey yaratmak zor bir şeydir. Ancak inşa ettiğin şeye herkesin peşinden sürüklenmesini sağlamak? İşte bu harikadır. Şimdi birçok insan ‘Oh Pep, ne menajer ama!’ diyor. Fakat Cruyff en iyisiydi hem de açık ara… Cruyff olmasaydı burada olamazdım.”

Cruyff teknik direktörlük döneminde Katalanları 2 kez La Liga şampiyonu yaptı, bir kez de Avrupa Kupası kazandırdı. Ama çok daha önemlisi kendi futbol felsefesinin en büyük ve tabii dünyanın en iyi mezunlarını verecek okulunun oluşmasına katkı verdi: La Masia’nın.

2010 yılında Hollanda sürpriz bir şekilde üçüncü kez Dünya Kupası finaline yükseldi. Rakibi turnuvanın favorisi İspanya’ydı. Ancak maç kadar konuşulan bir başka şey vardı: Cruyff finalde İspanya’yı destekleyeceğini açıklamıştı. Kimi kızdı, kimi de hak verdi. Ama Cruyff kendisine gelen tepkilerle hiç ilgilenmedi. Final maçını izlerken onun kalbinden geçen tek bir şey vardı. 1960’larda kendi ülkesinde başlattığı ve verili düzeni yerle bir eden, daha sonra Barcelona’ya taşıdığı ve İspanya Milli Takımı’nı da oluşturan o özgür ruhun yaşamaya devam etmesiydi. Gerçek Hollanda, her zaman turuncu formayla sahaya çıkmıyordu. O gün kupaya uzanırken lacivert giymişti!

PaylaşShare on Facebook0Share on Google+0Share on LinkedIn0Email this to someonePin on Pinterest0Share on Tumblr0Print this page
46. SayıAjaxBarcelonade GaulleJohan Cruyffjohan Cruyff Özel SayısıJohn LennonProvolarRinus Michels
Share Tweet
aliemre@topraksaha.ne'

Ali Emre Mazlumoğlu

Eski Sayılardan

  • YAD-I HAFTA

    Il Monumento

    Şubat 2019
  • YAD-I HAFTA

    Büyük Lider

    Şubat 2019
  • YAD-I HAFTA

    Kazım’ın Trabzon’u

    Ağustos 2017

REKLAM

REKLAM

ESKİ SAYILAR

TAKVİM-İ MAZİ

TAKVİM-İ MAZİ

@topraksaha_net

  • topraksaha_net İyi ki doğdun! t.co/9PrxLaR5bL Tarih: 20 Saat önce via Twitter Web Client Cevap - Retweet - Favori
  • #DünyaKedilerGünü t.co/e26NtYPULy Tarih: 1 Gün önce via Twitter Web Client Cevap - Retweet - Favori
  • RT @BolognaFC1909en: Big Beppe-gol, he knew where the net was! ⚽️ Happy Birthday to #Signori who turns 51 today! #WeAreOne 🔴🔵 https://t.… Tarih: 2 Gün önce via Twitter Web Client Cevap - Retweet - Favori

Twitter'da @topraksaha_net Takip Et.

  • Anasayfa
  • İletişim

Toprak Saha © 2017. Tüm Hakları Saklıdır.