Eskişehirspor’un başarıdan başarıya koştuğu yıllarda, başrollerden biri de ona aitti… Takımın kurulmasından transferlere, antrenör seçiminden finans işlerine kadar birçok önemli saha dışı mevzularda kulübün ilk akla gelen ismi Aydın Begiter’le, Eskişehirspor’u, transfer hikayelerini ve o günlerden bu günlere değişen futbolu konuştuk…
Futbolun Anadolu’ya taşınması ve bunun sonuçlarından biri olan Eskişehirspor’un kuruluşu ile başlayalım…
Bizim üniversitenin takımı olan Akademi takımı, İzmir’deki Üniversitelerarası Şampiyona’da başarılı bir futbol oynamıştı. Doktor Burhanettin (Türker) adında, TFF temsilcisi bir beyefendi, “Bu takım çok başarılı. İkinci Lig kurulacak, siz niye müracaat etmiyorsunuz?” diyor ve olayı Orhan Şeref Apak’a iletiyor. Ankara’dan da bu doğrultuda bir bilgi gelince, Aziz Bolel önderliğinde Eskişehir’de toplandık. Üç takımın birleşmesi şartı konuldu. Akademi Gençlik, İdmanyurdu ve Esnafspor birleşerek Eskişehirspor’u kurduk.
Pek kolay olmamış ama. Kuruluş safhasında finans sorunu yaşanmış…
Kurulma aşamasında destek verebilecek olanlardan para toplanması için yine Aziz Bey’in başında olduğu bir ekip tura çıktı… Akşam geldiler, 157 bin lira para toplayabilmişler, Aziz Bey’in morali bozuldu. O gece elindeki dosyaları, “Şehirde takım besleyecek hava göremedim” diyerek Nafiz Yazıcıoğlu’na emanet etti. Nafiz beni aradı, “Öyle saçma şey olmaz!” dedim ve ertesi gün Aziz Bey’e gittim, “Biz bir şey vermeden insanlardan para istiyoruz, önce kurucular olarak biz bir şeyler verelim, istenilen rakam olmazsa insanlardan isteyelim.” dedim. Yalçın Kılıçoğlu da benim çok yakın arkadaşımdı, ona açtım konuyu… Yalçın da “Aziz Bey ne verirse iki katını veririm!” diyerek desteğini belirtti. O akşam kurucu arkadaşları topladık ve bu kararımızı açıkladık. Ben bir not defteri aldım ve paraları yazmaya başladım. Sağlam para Aziz Bey’de diye de onu sona bıraktık… Aziz Ağabey’e geldik, “10 bin lira” demez mi! Ben üsteledikçe “Sonra veririz” diyor ama ilk başta bir ateşleme lazım. 10 bin liranın altına Yalçın Kılıçoğlu adına 20 bin lira yazdım. 85 bin civarında bir para topladık kendi aramızda ve 175 bin liraya takımı kurduk. Kamuran’a beşbin, Fethi ve Nihat’a 12’şer bin vermiştik; taksitle tabii! Takımın başına da Galip Hoca’yı (Türkkan) getirecektik ama aylık iki bin lira isteyince olmadı. Biz de 750 lira isteyen Abdullah Matay ile anlaştık; hem antrenör hem de oyuncuydu.
Sonra da 2. Lig macerası başladı. Lige girerken ses getirecek bir takım olacağınızı düşünmüş müydünüz?
2. Lig, o zamanlar ikişer grupta oynanırdı. Gruplarını ilk dörtte bitiren takımlar da bilahare play-off oynuyordu. Aslında Bursaspor, Mersin İdmanyurdu ve Altınordu gibi bizden daha tecrübeli ve paralı takımlar vardı ama ligde iyi sonuçlar alarak play-off’a kalmayı başardık. Bu arada şehirde de bir kenetlenme oldu ve seyircinin bu coşkusu bizi umutlandırdı. Play-off’ta en enteresan maç, favori Bursaspor’u deplasmanda 3-1 yendiğimiz maçtı. Enteresan olma sebebi ise beşbin Eskişehirlinin stadyumda olmasıydı. Baya da hadiseler olmuştu. Bursalılar, inşaatlardan aldıkları taşları bizimkilerin olduğu yere rastgele atmaya başladı, epey yaralı vardı ama galibiyet nedeniyle kimsenin umurunda olmamıştı. Hatta hiç unutmam, o zaman şimdiki Bursa yolu yok, Ahir Dağı vardı. Orada kamyoncuların durduğu bir yerde bizim taraftar mola vermiş dönüşte. Adamın birinin alnından akan kanlar, yemeğine damlıyor ama bir yanda da “Es Es!” diye bağırmaya devam ediyordu. Bu maç bizi ateşledi ve bitime bir hafta kala Mersin İdmanyurdu’nu deplasmanda yenerek 1. Lig’e çıkmayı başardık. Mersin’e özel uçakla gitmiştik. Dönüşte büyük bir konvoy vardı. Uçaktan görünümü çok enteresandı; insan seli gibiydi. Tepebaşı’ndan Orduevi’nde bir buçuk saatte gitmiştik. Bir de Azizi Bolel, takım 1.Lig’e çıkınca başkanlığı bırakmıştı. Uçakta Murat İnce’yi başkan yaptık!
2. Lig için ne gibi çalışmalar yaptınız? Bugün lige çıkan takımlar kadroyu ve teknik ekibi değiştirmekle işe başlıyor…
1. Lig’e çıktık ama nasıl çıktığımızı biz de farkında değildik. Kurulduktan dokuz ay sonra bunu başaran çok az takım vardır dünyada. İlk amacımız asansör takım olmamaktı. Ligde yaşama planı yaptık anlayacağınız. Her mevkiye aşağı yukarı 13-14 tane eleman aldık ve Cihat Arman’ı da antrenör olarak getirdik. O sene de ligde tutunduk zaten. Seyircide müthiş bir coşku vardı. Bunu görünce, başa güreşen bir takım yaratmamız gerektiğini düşündük.
Ve Gegiç dönemi başladı…
Gegiç, o sene Fenerbahçe’den kovulmuştu. Hâlbuki adam, Yugoslavya’da Avrupa finali oynamayı başarmıştı Partizan ile ama Fenerbahçe’de sabredilmedi. Onun da çok ağrına gitmiş. “Bir oturup konuşalım” dedik ve Yalçın’ın İstanbul’daki yazıhanesine götürdük… Gayet mütevazı bir şekilde, “Para mühim değil, benim kendimi kanıtlamam lazım. Bana para vereceğinize kadroyu takviye edin.” dedi. O arada zaten dört-beş oyuncu belirlemiştik.
Sadece antrenörlerle değil, futbolcularla ilgili de çok fazla transfer maceranız olmuş…
Koko Burhan (İpek) transferi geliyor ilk olarak aklıma (66-67). Yugoslavya’dan Türkiye’ye geldiğinde Beşiktaş ile antrenmanlara çıkıyordu. Ben de bizim Süreyya’yı (Özkefe) izlemek için Beşiktaş antrenmanına gitmiştim. Burhan da idman bitiminde Necmi’ye (Mutlu) şut atıyordu; oradan aklımda kaldı. Bir ay sonra da Fenerbahçe antrenmanına gittiğimde gördüm Koko’yu. Orada da kaleciye şut atmaya devam ediyor! Fenerbahçe’ye transfer olmuştu ama henüz Türk vatandaşı değildi; iltica etmiş görünüyordu. Hemen transfer görüşmesi için dönemin Fenerbahçe yöneticisi Kadir Has’la görüşmeye gittim. O dönemde Şenol Birol’u da satmaya çalışıyordu Fenerbahçe… Sağ olsun Kadir Ağabey, bekleyen birçok yönetici varken ilk görüşme için beni çağırdı. İzmirli menajer Sabri Özok da Karşıyaka adına oradaydı; meşhur purosuyla bekliyordu… Neyse, Kadir Ağabey’le konuştuk, “Hangisini istiyorsun yeğenim?” dedi Adanalı şivesiyle. Burhan’ı istediğimi duyunca çok şaşırdı. “En iyi adamı sana vereyim diye seni önden aldım, nereden çıktı bu Burhan!” dedi. Bir yandan da Şenol’u övmeye devam ediyor; “Bu adam topa çok iyi vuruyor,” falan… “Ağabey, o adam bize göre fazla iyi vuruyor, sen bize şu Burhan’ı ver!” dedim. Aldım Burhan’ı çıktım. Şenol, Karşıyaka’ya gitti ama kayboldu. Burhan ise milli takıma kadar yükseldi.
İlerleyen yıllarda da bu ‘gözlemci yönetici’ anlayışınız devam etti değil mi?
Tabii. 1968 yazında kaleci transferinden ilk tercihimiz, Galatasaray’a giden Nihat’tı (Akbay), ikincisi ise Mümin (Özkasap). Nihat’ı bizim Eskişehirli havacı subaylar, Ordu Milli Takımı’nın İstanbul seyahatinde uçağın takviye için Ankara’ya inmesiyle birlikte Eskişehir’e kaçırdılar. Transferi hallediyoruz derken, sabah Nihat kayıp! Meğer babası çok etkiliymiş Nihat’ın üzerinde. Gelmezsen hakkımı helal etmem falan deyince, Nihat gitmiş. Biz de hemen B planını harekete geçirdik ve İzmir’den Mümin’i aldık.
Aynı gece Ankara’ya gittik, diğer oyuncuları kaçırmayalım diye… Vahap (Özbayer) ve Nuri (Toygün) vardı takviye listemizde. Vahap için Şekerspor ile daha evvelden anlaşmıştık ama Nuri bize bir cilve yaptı ve o gece Galatasaray, Nuri’yi kaçırarak, Ali Sami Yen Stadı’nın karşısındaki King Otel’e yerleştirdi. Telefona falan bağlamıyorlar! Biz de Nuri’nin eşini aldık, geldik. “Nuri, Galatasaray’a giderse eğer zaten gözü dışarıda…” dedik. Karısı telefonu açınca mecburen bağladılar. Kadın, Nuri’ye “Eğer dönmezsen İstanbul’u başına yıkacağım!” falan dedi. Ben de telefonu aldım, “Sabah yürüyüş yapacağım diye çık, buraya gel.”dedim. Sonra da İstanbul’da olan Yalçın’ı aradım Nuri’yi aldırması için. Böylece onu da transfer etmiş olduk. Ama Hacettepeliler bize çok çektirdi. Nuri’yi almak için iki gece yöneticilerle içtik!
Bir de Eskişehirli olup başka kulüplerde top koşturan isimleri katıyorsunuz daha sonra kadronuza…
Süreyya’yı Beşiktaş’tan, Küçük Burhan (Tözer) ve Faik’i (Şentaşlar) Gençlerbirliği’nden, Sarı Doğan’ı (Tepeçalı) Ankaragücü’nden aldık. Hepsi Eskişehir’de büyümüş ama farklı şehirlerde top oynayan çocuklardı. Bir tek arada Ender (Konca) istisnaydı.
Ender, ilk senemizde Kasımpaşa’da bize karşı oynamıştı. Hatta o zaman sol bek oynuyordu. Benim de aklımda kalmıştı performansıyla. Daha sonra İstanbulspor’a gitti. İstanbulspor’un başında, dönemin ünlü armatörlerinden Ali Sohtorik vardı. Yazıhanesine gittik ve 65 bin lira teklif ettik Ender için ama “Yok oğlum, satmam!” dedi. Çıktım Murat Bey’i (İnce) aradım, “Murat Bey, vermediler. Bir 10 bin daha gönderin, ücreti arttıralım.”dedim. Biraz itiraz etti ama muhakkak almamız gerektiğini söyleyip ikna ettim. Ertesi gün 70 binle gittim Ali Sohtorik’in karşısına yine kovdu, 80’le gittim bir daha kovdu, ertesi gün 90’la gittim bir daha… Sonra da hafta sonu araya girdi ve görüşmeler durdu. Ben kafaya koydum ya, gittim Sohtorik’in Ada’daki evini buldum. Beni bir kez daha görünce, “Sen ne bela bir adamsın, kaç kere kovdum seni!” dedi. “Başkanımızdan selam getirdim, 100 bin lira veriyoruz. İyi para, verin de alalım şu çocuğu.” dedim. “Senden kurtulayım da n’olursa olsun. Git, hayrını gör!” dedi ve Ender’i de aldık. En büyük parayı da Ender’e verdik böylece.
Bu kadar planlı bir şekilde takımı kurdunuz ve birçok başarı da elde ettiniz ama şampiyon olamadınız. Siz neye bağlıyorsunuz bunu?
Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve Başbakanlık Kupası’nı kazandık ama bir türlü ligi alamadık. O zamanlar televizyon bu kadar yaygın değildi. Çok hakem oyunlarına kurban gittik. Hakemler ve gözlemcileri aynı şehirden geliyordu. Yazdıkları raporlarda hakem hatalarından hiç bahsedilmiyordu.
Bir kez Şekerspor’dan son dakikada yediğimiz golle kaçırdık şampiyonluğu, bir de Göztepe’ye 1-0 yenildiğimiz maç var o sezon (68-69). O maç apayrı bir hikâyeydi zaten. Necdet (Yıldırım) kanser olmuş, sol bekte onun yerine oynattığımız Abdurrahman’ı (Temel) Genç Milli Takım’a çağırdılar, maç için de izin vermediler. Sol beksiz çıktık Göztepe karşısına, bir takımda üç tane sol bek çıkma ki! Ayhan’ı (Aşut) sol beke koyduk, onun yerine Kamil’i (Bayrak) çektik. Ama sol bekle çıksaydık Göztepe’ye yenilmezdik.
O dönemde “Ümit Milli Takım gereksizdir!” minvalinde açıklamalarınız yansımış gazetelere. Bu olay üzerine mi yapmıştınız bu açıklamayı?
Tabii! Cuma günü Ankara’ya gittim Orhan Şeref ile görüşmek için. Ama hatasını bildiği için telefonlarla çıkmadı. Beden Terbiyesi Genel Müdürü, koyu bir Galatasaraylı olan Ulvi Yenal’dı o zaman. Federasyon da oraya bağlı olunca Orhan Şeref, ondan çekiniyordu. Hakemler de federasyon da Galatasaray’ın şampiyon olmasını istiyordu.
Neyse, Orhan Şeref ile görüşmek için yakın arkadaşım olan Mehmet Emin Karamehmet’i araya soktum. Dilimi tutmam şartıyla kabul etti ve Orhan Şeref’in yanına gittik. Orhan Şeref’i aradı, tabii benim yanında olduğumu bilmediği için kabul etti ve evine gittik. Kapıyı bir açtı, beni görünce bir durdu. “Ağabey, milli maç çarşamba günü, benim maç pazar günü. Maçtan sonra üç gün var. Ben Abdurrahman’ı uçakla göndereceğim İstanbul’daki kampa, söz veriyorum.”dedim. Bu sefer de “Kimseye izin vermedik, ya sakatlanırsa?” gibi bahaneler sundu. Ben de, “Ağabey, milli takım için sol bek mi yok? Bütün Türkiye elinizin altında, benim bir sol bekim kanserden dolayı vefat etmiş, bir de bu çocuk var.” dedim. Yine kem küm edince dayanamadım, “Ya ağabey kalk gidelim ya! Bir de bu adama Anadolu futbolunun imparatoru derler. Neyin imparatoru ya, kurduğun takımın başarısını engelliyorsun, yazıklar olsun sana!” dedim, vurdum kapıyı çıktım. Karamehmet de “Hani konuşmayacağım diye söz vermiştin!” diyor bir yandan…
Bir de 1970-1971 sezonunda kendi evinizde oynadığınız Galatasaray maçı var. Hakem Nejat Şener’in kararları nedeniyle sahaya giren seyircilerin olduğu maç…
Maç boyunca da kasıtlı kararlar vermişti. Son olarak; Doğan kafayı vuracak, Galatasaray sol beki Aydın, voleybol oynar gibi elle müdahale etti ama Nejat Şener denen sahtekâr penaltı çalmadı. Bunun üzerine de seyirciler sahaya indi. Orada da şampiyonluğumuz öyle gitti. Şimdiki gibi ‘oynat Uğur’cuğumlar olsaydı, bu kadar kolay harcayamazlardı bizi. Şampiyon olamasak da Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda Galatasaray’ı yenerek hıncımızı almıştık ama.
70’lerin ortasına kadar bu jenerasyon ile önemli işlere imza attı Eskişehirspor fakat daha sonra düşüş başladı. Nedeni neydi?
1975’e kadar o kadroyla bir yerlere geldik. Bu arada Yenal’ların falan oynadığı genç takımımız da Türkiye şampiyonu olmuştu. Aşılama yapmak gerekiyordu; Sarı Metin’i (Parlaroğlu) aldım oradan, Ahmet’i (Karaçöl) aldık sonra… 75’ten sonra işimi İstanbul’a taşıdığım için Eskişehirspor’dan ayrılıp federasyona geçtim. O takım 80’e kadar götürdü ama benim ayrıldığım sene, efsane kadronun büyük bölümünü yönetim gönderdi ve genç oyuncuları kadroya aşılayamadılar. O çocuklar efsane kadro ile yeterince oynasaydı, devamlılık sağlanırdı diye düşünüyorum. 80’lerin başında da talihsiz bir şekilde küme düştük zaten.
80’li yıllarda başkan olarak döndünüz daha sonra…
Dönemin bakanı başkan olmam için baskı yapmıştı. Ben de dayanamadım ve başkan oldum. İlk dönemde parasal sıkıntımız yoktu. Hasılat paylaşımının %60’ı kazanan takıma kalıyordu. Hangi sahada oynarsan oyna bu böyleydi. Üç büyükleri İstanbul’da yenip, bir de bütçenin %60’ını alınca, kadroyu dağıtmıyorduk. Antrenör olarak da Gegiç’ten sonra Abdullah Matay’la çalıştık, bu arada ben teknik kadroda da yer almıştım. Hatta antrenör olarak kendimi belirlemiş ve maça dahi çıkmıştım takımın başında.
Nasıl olmuştu bu ‘antrenör-yönetici’ modeli?
O zamanlar milli takımlarda görev yaptığınızda otomatikman kulüplerde takım çalıştırabiliyordun. Ben de dışarıya para vermemek için kendi kendime mukavele yaptım. İşveren Aydın Begiter, teknik direktör Aydın Begiter diye… Abdullah Matay antrenör ben de teknik direktör olarak sahaya çıkıyordum. Bizden sonra Kaloperovic’i getirdiler.
Tekrar başkanlığınıza dönelim. İlk zamanlardaki oyuncu yetiştiren takım olma hüviyetiniz için çalışmalar yapmış mıydınız başkan seçildiğinizde?
Evet, tekrar oyuncu yetiştiren takım olmamız gerektiğini biliyorduk ama bahsettiğim hasılat dağıtım şekli o zamanlar değişmişti. Ev sahipleri hasılatın büyük bölümünü almaktaydı. Böyle olunca da maddi sıkıntılar ortaya çıkıyor tabii. Bir de o sene bir kural getirdiler; “Futbolcunun ilk kontratında yazan miktarın beş katını veren, iki sene sonra kulübüne sormadan futbolcuyu alabiliyordu.” Mesela Nejat (Barut), Nedim (Demirbilek), Fuat (Yaman) ve Mücahit’i (Yalçıntaş) getirmiştim. 1987-1988 sezonunun son maçından sonra otelde bir baktım, ellerinde bavullar… “Nereye ulan!” dedim, “Ağabey, biz Konyaspor’a transfer olduk.” dediler. O maddeyi kasten büyük kulüpler istedi. Hatta Sakaryaspor’u o maddeyle çökerttiler. Aykut, Oğuz ve Turan’ı o maddeyle aldı Fenerbahçe. Ertesi sene de Galatasaray ısrar etti, Tanju ve Savaş’ı aldı Samsun’dan…
Bu dönemde sizin de Yugoslavya’da getirdiğiniz futbolcular var değil mi?
Yugoslavya’dan getirdim ama hepsi Türk asıllı çocuklardı. Sonra Bosna’da savaşanlar dahi vardı. Bir tek Zalad Yugosav’dı. Türk asıllı beş çocuk vardı. Onları da bir gecede Türk yaptım. İkiden fazla yabancı oynatılmıyordu o zaman.
Nasıl oldu?
Nüfus Genel Müdürlüğü’nden bir arkadaşım vardı, alkolü de severdi. Onunla içerken, Galatasaray’ın Kovacevic’i Türk yapacağını ağzından kaçırdı. Ben de, “Kararnamenin altına bizim çocukları da ilave ettirsene.” dedim. Sonra Başbakanlığa gittik, Kararnameler Dairesi’ne… Girdik oraya ve kararnamenin altına bizim çocukların ismini ekledim. Çıkarken de orada görevli olan bir kadına yakalandık! “Nasıl girersiniz buraya!” diye çıkıştı kadın, ben de “Bir arkadaşı arıyorduk, yanlış oldu.” dedim ve kaçtık oradan. Sonra da karar çıktı ve çocuklar Türk oldu. Sonra o topçularla Başbakanlık Kupası’nı kazandık. Türkiye Kupası’nı da alacaktık ama Gençlerbirliği oyun yaptı orada.
Tekrar kuruluş dönemine dönelim… Okuduklarımız ve dinlediklerimize göre şehir o kadar bütünleşmiş ki kadınlar da gayet takımla ilgilenir olmuş. Hatta eşinizin de içinde olduğu bir grup formalara bayrak dikme işine dahi girişmiş…
Üç bayan maçlara hep gelirdi. Tahta sıralar buz tuttuğunda dahi bu üç hanım, battaniyelerini serer ve maçlarını izlerlerdi. Bu hanımlardan birisi benim hanımım, birisi Nafiz’in hanımı, diğeri de ‘Deli’ Feriha diye bir ablamızdı. Evden çok orada görüşürdük hatta benim hanım bir gün “Eve biraz daha fazla gel de çocuklar kapıda seni görünce yabancı sanıp bağırmasınlar.” derdi.
O takımdan bir tek Ender Konca’yı elinizde tutmadınız. Bunun nedeni neydi?
Ender’i isteyerek verdik. Bir Türk topçusunun orada olması gurur vericiydi; üstelik bir de Anadolu’dan oraya transfer olması büyük olaydı. Doğan Pürsün, Frankfurt’ta Tercüman’ın Avrupa Müdürü’ydü ve benim de arkadaşımdı. Türkiye’nin Batı Almanya ile oynadığı ve Ender’in Vogts’u perişan ettiği maçtan sonra beni aradı ve Eintracht Frankfurt’un Ender’i almak istediğini söyledi. Celal Ağabey (Kölpük) o zaman başkandı, para olursa Celal Ağabey için her şey mümkündü! Konuştuk, anlaştık… Hatta Ender’i izledikleri maçta Ender dökülüyordu, Halil (Güngördü) ise döktürüyor! Maçtan sonra Frankfurt’lu yönetici ile otelde oturduk, Celal Ağabey’e “Kaç para isteyelim?” diye sordum. O da “200 bin mark yeter.” dedi. Doğan da “300 de 300!” diyince 300 bin istedik. Bu arada Alman yönetici de “Ben yanlış adamı izledim galiba. Bizim uzun boyluyu (Halil) almamı gerekiyor ama teknik ekip Ender’i rapor etti.” dedi. Ama 300’ü de kabul etti. Pazarlıksız kabul edince şaşırdık, şaşkınlığımız anlaşılmasın diye hemen şampanya söylemiştim. Ender, antrenmanı seven, dayanıklı bir oyuncuydu. Almanya’da da başarılı oldu zaten. Biz de Halil’i aldığımız için Ender’i elden çıkarabilirdik, çıkardık da…
Halil Güngördü’nün transfer hikâyesi nasıldı?
Halil’i iki sene evvel alacaktık. Yalçın’la birlikte Zonguldak’a gittik. O zaman Karadeniz Ereğlisi’nden gidiliyor ama yol berbat; virajlar falan… Büyük eziyetlerle gittik, ‘67’ diye bir otele yerleştik. Yalçın bana döndü, “Usta, büyü kazık attın bana. Bedava Pele var deseler bir daha buraya gelmem!” dedi. Öbür gün Belediye Başkanı ile görüşmeye gittik ama allem etti kallem etti vermedi. Ben de “İki sene sonra sözleşmesi bitecek, o zaman görüşürüz!” dedim ve iki sene sonra sözleşmesinin bitmesine bir hafta kala Halil’i kaçırdım.
Belediye Başkanı devamlı beni arıyor. “Transfer yapmamız lazım, Halil’in parasını yatırın, planlarımız var bizim de.” minvalinde konuşuyordu. “Sen iki sene evvelden cezalısın, son güne kadar bekle!” dedim ve hakikaten son gün yatırdık Halil’in parasını.
Bir de Orhan Çıkrıkçı transferi var galiba bol maceralı…
Yugoslavya dönüşünde Çorlu’dan geçiyoruz… Köftesi meşhur bir yerde durduk, yemek yedik. Bilge vardı yönetimde, Çorlu’nun en iyi oyuncusu Erdal’ı (İşkar) duymuş, “Ağabey, sen hızını alamadın, gel şu Erdal’ı da alalım.” dedi, ben de kabul ettim. Çağırdık çocuğu, geldi ve teklifimizi kabul etti; yani köfte yerken Erdal’ı aldık! Sonra başkanla görüştük, paranın dışında bir şart koydu: Çorluspor ile özel bir maç oynayacağız. Gittik, maç başladı, sol tarafta bir oğlan var; nasıl kuvvetli depar atıyor! Tekniği yok ama çok mücadeleci. Çorlu başkanına döndüm, “Başkan, bu çocuğu not al, iki sene sonra bende.” dedim. Başkan da “Ya ağabey bırak ya, burada bir köyden aldık Erdal’ın yerini doldurması için aldık ama bundan topçu olmaz!” “Tamam, sen topçu olmaz diyorsun ama ben iki sene sonra alacağım. Böylece bana söz vermiş oluyorsun.” dedim.
İki senede Orhan bir çıkış yaptı, inanılmaz! Son senesindeki son maçında Orhan’ı almaya bir gittik, altı-yedi kulüp var. Silahla geleni bile vardı! Başkana, “Çocuk bizim, söz verdin!” dedim ama o da silahlılardan korkuyor. Bu arada inzibatlar gözüm çarptı, “Bunlar ne?” diye sordum. Meğer Ömer diye bir topçuları varmış, asker kaçağı… Onu almaya gelmişler. Orhan’ı da askeri araca bindirdim Ömer’le birlikte, şubeye yolladım! Silahlı adamlar, askerin elinden alamadı tabii Orhan’ı. İki saat sonra belediyenin encümen salonunda buluştuk ve Orhan’la anlaştık. Antrenmanların başlamasına 20 gün vardı, Orhan’ı başka bir yere götürme teklifinde bulundum, diğer kulüplere gitmesin diye. Ama “Başkanım, benim adım Orhan Çıkrıkçı. Ben köye gideceğim, köyde dinleneceğim. Beni o köyden alacak adam anasının karnından doğmadı! Sen merak etme.” dedi. Tamam dedim ama ikna olmadım. Fakat Orhan, hakikaten o adamları köye sokmamış! 1 Temmuz’da geldi, antrenmanlara başladı.
Sizin 60’lı ve 70’li yıllarda gazetelerde sık sık yer almanız ve Amigo Orhan’ın ön plana çıkarılması, Eskişehirspor’u sempatik göstermek adına yapılmış PR çalışmaları mıydı?
Basınla iyi geçinirdik. Büyük maçlarda buraya gelirlerdi, Namık Sevinç, Necmi Tanyolaç ve Halit Kıvanç Milliyet’teydi. Onlarla sık sık buluşurduk. Hatta hiç unutmam onlar İstanbul’dan geldiğinde Bahçeli Şeref’e götürürdük, biz gittiğimizde ise balıkçılarda ağırlarlardı. Bir gün yine balıkçıdan çıkıyoruz, bir hesap tartışması oldu. Şükrü Gülesin beni kastederek “Bırakın, Tatar ödesin! Bizi köfteciye götürüyor ama o her geldiğinde balıkçıya gidiyoruz!” demişti. Biz onu yabancılara da çok yaptık. Kuralar çekilir çekilmez takımlara mektup yazar, havaalanından itibaren karşılamak istediğimizi belirtirdik. Biz bunu yapınca, onlar da bizi yurtdışında ağırlıyordu böylece deplasmanları ucuza getiriyorduk. Bütün takımlara yutturduk bunu. Bir tek Twente kanmadı! Kendileri geldiler, kendileri döndüler.
Avrupa macerasına gelmişken… Fuar Şehirleri Kupası’na genelde İzmir takımları katılırken, 1970-1971’deki son organizasyonda Eskişehirspor, bir fuar şehri olmamasına rağmen yer almayı başarmış. Onun bir hikâyesi var mıydı?
Federasyonda çalıştığım dönemde bir takım evraklara ulaşmıştım. Fuar Şehirleri Kupası diye bir organizasyon var. Altay 12. oluyor, biz 2. oluyoruz ama Altay gidiyor kupaya! Bir yazı gözüme çarptı: “Artık Fuar şehirleri olması mühim değil. Liglerinde şampiyonluğa oynamış ve kaybetmiş ikinci ve üçüncü sırada yer alan takımların katıldığı, UEFA Kupası adında bir turnuva tertiplemek istiyoruz. Bize bu derecede takımları teklif edin” diyor. Ama Orhan Ağabey İzmir’de iyi ağırlandığı için hep İzmir takımlarını yazıyor. Ben aldım bu yazıyı Orhan Ağbey’e gittim, “Ağabey, bize yazık değil mi! Bu yazıya göre kupa bizim hakkımız.” dedim. “Aydın, başıma iş çıkarma!” dedi. Ben de gazetelere beyanat vermekle tehdit edince, “İkinizi de yazıyorum.” dedi ve Altay ile Eskişehirpsor’u önerdi UEFA’ya.
Kağıdın kopyasını aldım, Eskişehir’e geldim ve Celal Ağabey’e durumu anlattım. O da ilk başta umutsuzdu ama onlara sadece hazırlık yapmaları gerektiğini söyleyip bütün masrafı cebinden ödedim ve kabarık bir dosyayla Zürih’e gittim. UEFA Genel Sekreteri ile yaptığım görüşme de olumlu geçti; Lüksemburg’daki toplantıya davet edildik. Bu arada Celal Ağabey hala karamsar… Ben de onu umutlandırmak için, “Ağabey, takımı bu kupaya sokacağım , bir de İspanyol takımı çekip geleceğim.” diyorum…
Toplantıya gittik, yemek esnasında bir yerlerden ses geliyor! Adam Türkçe, “Ağabey, bizim işimiz tamam! Eskişehir’i de alacaklardı ama engelledim” dedi. Ben işkillendim! Altay, yedi lisan bilen bir adam göndermiş, bende de İngilizce var ama resmi olarak iyi değil. Lobi yapmam da lazım. Hemen Fikret’i aradım, “Hemen bir tercüman bul, sabaha burada olsun!” dedim. Saat 1’de Enver diye bir çocuk geldi. Eski bir pilotmuş, kaza yapmış. Bu yüzden de iki eli protezdi. Çocuk otele geldi, kalacak yer istiyor ama bizde de o zaman para yok, yurtdışına kısıtlı miktarda çıkartabiliyorsun. Kredi kartı falan da yok! “Enver kardeş, benden sana zarar gelmez. Benim yanımda yatacaksın. Benim yatak kocaman!” Enver’le beraber yattık o gece.
Öbür gün toplantı başladı. Hatta Stanley Rous yönetiyordu toplantıyı. Neyse takımlar belli oluyor ama bilgisayara yeni yeni geçilmiş, noktalı harfler görülmüyor ekranda! Ben bayağı üzüldüm. Sonra Enver gördü, “7. Grup’tayız!” dedi. Biz varız ama Altay yok. Bunun üzerine Altay temsilcisi itiraz etti ama Gustav Wiederkehr, kibarca reddetti. Böylece kupaya katılma hakkını kazandık. Sonra kura çektik, bir asıldım: Sevilla!
Uğraşınıza da değmiş! Muhteşem bir Sevilla zaferi kazanılıyor sonrasında…
Eğer televizyon bu kadar yaygın olsaydı, Eskişehir’deki maç futbol dersi olarak okullarda gösterilirdi. İlk maçı 1-0 kaybetmişiz, rövanşta da dakika 80 olmuş 1-0 gerideyiz. İçimden “Tam Anadolu takımıyız. İlk kez katılıyoruz, ilk turda elendik.” gibisinden söyleniyorum. Ender berbat oynuyor, Fethi’yi de santrhafları vardı, bir yapıştı; bitirdi Fethi’yi. Gegiç’e de Ender’i oyundan çıkart diyorum ama Ender’e tapıyor adam değiştirmiyor. Benim de amacım, Halil’i oyuna almak. Çünkü Halil, kanatlardan santrfor bölgesine koşular yapardı, bu koşular da Fethi’yi rahatlatırdı. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Halil oyuna girince, Fethi üç gol attı ve turu geçtik. Max Merkel diye çok mühim bir antrenörleri vardı. Maçtan sonra seyirci de sahaya girmiş tabii polis de coplarla çıkarmaya çalışıyor. Coplardan biri de Merkel’e denk gelmiş!
Sonra da Twente çıktı karşınıza…
Evet, Twente’yi burada ağırlamak istedik ama kabul etmediler. Seyahat acentesi de onlara Bursa üzerinden gitmeleri için tavsiyede bulunmuş. O zaman Bursa yolundan buraya gelme ölüm! Maça çıkacağız, iki saat var ama Twente ortada yok! Neyse, çıktılar 3-2 yendik. Oraya gittik, bir grup geldi “İhbar var, sizi koruma altına almalıyız!” dediler ama baskı altına almak için bir yalandı bu! Bir de antrenman için rezil bir saha verdiler, birkaç oyuncumuz da sakatlandı hatta. Sonra maç günü geldi… Maç öncesinde şeytan dürttü, sahaya çıkma kararı aldım. Sahaya bir baktım, sahayı su götürüyor. İtfaiye, sahayı sulamış! Biz de kramponları dahi ona göre ayarladık. İttire kaktıra hakemle görüşmeye gittim. Adam çıktı, baktı ve çok şaşırdı ama yapacağı bir şey de yok! Öyle aldılar maçı işte. Van de Kerkhof kardeşler vardı, ikizler. Felaket oynamışlardı o sahada.
Amigo Orhan ve Gegiç’in sizde bıraktığı etkiler nelerdir?
Orhan, DSİ’de çalışıyordu. Kulübün kurulmasıyla, iş yerinden arkadaşlarıyla bir grup kurup tribüne çıkmaya başladılar. Hatta sahanın içinden tezahürat yaptırmasına bazı hakemler karşı çıkardı. Biz de ona özel, kule gibi bir bölüm yaptırmıştık. Takımla hep iç içeydi ama kulüp işlerine hiç karıştırmadık. Orhan’la bir münakaşamız olmuştu; Altay’la oynuyoruz, ilk yarı 0-0 bitmiş. Soyunma odasında çocuklarla ikinci yarıyı konuşurken, bir baktım Orhan odada. Bizim soyunma odasına da başkan bile girmezdi. “Kamuran’ı ne zaman oyundan alacaksınız!” diyor. Ben çıkışınca da “Ben taraftarın temsilcisiyim!” dedi. Ben ısrar edince de sinirlenerek odayı terk etti ama uzun süre küs kaldık. Bunun dışında işinde çok iyiydi ve belki de en önemlisi, bugünkü tribün liderleri gibi ne bedava bilet peşinden koşar ne de para isterdi. Sadece işini yapardı. Ender bir amigodur ve kanaatkârdır.
Ya Gegiç?
Çok iyi mesai yaptık. Bizimle mutlaka fikir alışverişinde bulunur, kadroyu hep beraber belirlerdik. Oyunda yenilikler yapmak isteyen bir adamdı, parada da gözü yoktu. Değişikliği kanat futboluyla gerçekleştirmek isterdi. Mantalitesinde, iki bekin de hücuma katılması vardı. Sofya’da bir hazırlık maçı oynuyoruz, Sağ bek İlhan şut attı, top direkten döndü… Döneni sol bek Necdet tamamladı! Eintracht Frankfurt takımı da bizimle aynı yerde kamp yapıyordu. Frankfurt’un sağ beki, bu golü görünce, “Siz futbolda reform yapmışsınız.” demişti. Gegiç’in bilinmeyen bir tarafı vardı. Maç başlayınca, Sırpça bağırmaya başlardı. Biz de kendi kendine söyleniyor diye düşünüyoruz. Neyse, bir gün Koko Burhan yedek kaldı, Gegiç de düdükle birlikte söylenmeye başladı. Koko, şaşkın bir şekilde, “Ağabey, bu adam ana avrat küfür ediyor yahu! Çocuklar duymasın.” demişti. Ön çalışması muhteşem bir hocaydı ama maç başlayınca kontrolü kaybeder ve hamle yapmazdı. Bir de fıtık ameliyatı olmuştu; evde yatıyordu. Biz de Abdullah Matay’la takımın başında maça çıkıyoruz… Maçı kazanıyoruz ama gazeteler, “Gegiç’in muhteşem taktiğiyle kazanan Eskişehirspor oldu” yazıyor. Yahu adam hasta, yatıyor!
60’lı, 70’li yıllarda bugünkü Scout sistemini, kendi yöntemlerinizle de olsa uygulamışsınız. Sizden sonra neden böyle çalışan yöneticiler gelmedi?
İlhan Cavcav’da oldu o sistem biraz; o da görmeden almaz! Ama genel olarak, menajerlerin eline düştü yöneticiler. Menajerlerin eline düştün mü yandın! Bir örnek vereyim mesela; Yugoslavya’ya giderken, oraları iyi bilir diye Ali Şen’e uğradım. Konuyu anlattım, hemen bir adama telefon açtı ve “Kardeşim Aydın geliyor, sakın yanlış yapma!” dedi. Dört mevkiye dört isim düşünüyoruz biz de… Arabayla çıktık yola ve Priştine’ye uğradık… Orada bir maç izliyoruz, kalede de Zalad var; Partizan’dan gelmiş Priştine’ye. Hemen Zalad’la buluştuk, teklifi kabul etti ve 130 mark’a bağladık ama hafta sonu! Sözleşmeyi nasıl imzalayacağız! Zalad, bizden 20 bin mark avans istedi ve ne yaptı ne etti sözleşme işini halletti, otele geldi. Akşam da Ali Şen’in ayarladığı menajerle yemeğe gittik…
Konu, döndü dolaştı transfere geldi. “Ali Ağabey bana söyledi, kaleci istiyormuşsun. Elimde çok iyi bir kaleci var; iki küsur boyu var, çok iyi.” dedi. Adam konuştukça bizim Zalad’ı tarif ediyor ama susuyorum… En son “Bu kalecinin adı ne?” dedim. Tahmin ettiğim gibi “Zalad” dedi. Hemen bize ne kadara patlayacağını sordum. “Ali Ağabey, çok tembihledi, bir yanlış yaparsam canıma okur. Normalde 600 bin mark ama Ali Ağabey’in hatırına 450 bin olur!”dedi. Tam da yemeğe yeni başlamıştık… Ayağa kalktım, “Ver elini, 250 bin marka sana bu adamı vereyim!” dedim. Adam bir afalladı, “Anlamadım!” dedi. “Yemek burada bitmiştir!” dedim ve çıktık gittik. Menajerlerin zihniyetinin özeti budur.
Sizin transferlerinizdeki isabet oranının yüksek olmasının nedeni neydi peki?
Spor camiasından çok tanıdıklarım vardı. İngiliz hoca Alf Ramsey, Ender’in Almanya’daki antrenörü Ribbeck, Türkiye’deki spor yazarları… Yani çevrem genişti, nerede ne oluyor bilirdim. Birçok kez Avrupa ve Dünya Kupası maçı izledim. Bir de tanıdığım bir ekiple, çok sıkı çalışırdım. Mesela bütün gazeteleri alırdık ve izleyemediğimiz alt lig maçlarının yıldız tablolarını incelerdik. İki ay içerisinde en çok yıldız alanlardan bir 11 çıkartırdım ve o 11’den birisini izlemesi için bir arkadaşı gönderirdim. Sonra başka bir adamı, aynı oyuncuyu izlemesi için görevlendirirdim, sonra başka birini… Gelen raporlara da son raddeye kadar bakmazdım; etki altında kalmamak için. İş bitince raporları açar, okur ve fikirler tutuyorsa, bu kez de kendim izlemeye giderdim. İlk devre görmem yeter zaten çok nadir yanılmışımdır. Ben çocukken de takım yapmayı çok severdim. Hala geç saatlere kadar oturur Avrupa’dan maçlar izlerim.
80’li yılların sonunda Milliyet Gazetesi’ne Türkiye Ligi’nin statüsünün değişimiyle ilgili öneride bulunmuş ve bir yazı kaleme almışsınız. ‘Süper Lig’ kavramı da sık sık geçiyor bu yazıda…
Rahmetli Özal’ın 1986 yılındaki talimatının bir sonucuydu o. Kulüp başkanlarından bir federasyon kurulmasını istediler ve “Aranızdan beş kişiyi seçin!” deyip gittiler. Ben, Cavit Çağlar, Mehmet Ali Yılmaz ve İlhan Cavcav’ın da olduğu bir ekiple kurduk federasyonu. Daha sonra Özal’ın futbolda beş yıllık kalkınma planı istediğini söylediler. Mehmet Ali’yi milli takım sorumlusu, İlhan’ı da ona yardımcı yaptık. Cavit Çağlar’ı da Ümit Milli Takım sorumlusu… İşte o yazdıklarım, o yapılanma çalışmalarının sonucuydu. Süper Lig’in olması gerektiğini, Türkiye’nin dokuz bölgeye bölünüp, dokuz ayrı federasyon tarafından yönetilmesi gerektiği, kulüplerin özerk olması ve hasılat dağılımına kadar birçok husus vardı raporda. Sonra başbakana sunduk ve yıllar içerisinde gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Bu ‘Süper Lig’ sistemini kurarken, örnek aldığınız oluşumlar olmuş muydu?
70’li yıllarda Hamburg ve Arsenal’i inceledim. Hatta Arsenal, genç futbolculara önem veren bir takım olduğu için daha önceden de yakın ilişkilerim vardı. Menajerleri Bertie Mee’den randevu almış ve görüşmeye gitmiştim. Randevuyu da 20 gün sonraya verdi! Onunla konuştum, altyapıya verdikleri önemi ve bunun sırrını öğrenmeye çalıştım. Hatta o dönem Alan Ball diye meşhur bir orta saha oyuncusu vardı, ona epey yüksek meblağda bir para vermişlerdi transfer için. “Galiba Ball transferinde hata yaptık!” dedi. Adamlar, büyük kulüp olmasına rağmen çok para harcamamaya gayret gösteriyordu.
Özcan Arkoç da Hamburg’daydı. Onun da önayak olmasıyla Hamburg’a gittim daha sonra ve altyapı sistemini inceledim. Eskişehirspor da bu iki kulübe benzeyebilirdi aslında. Gerçi onlar da şimdi yabancı sermayeye gitti.