-Bir Tufan ALATAN yazısı-
Futbol 40 yıl öncesine göre daha modern olabilir. Ama tek zevki futbol ve siyah beyaz televizyon olan bir çocuğun hatırında kalanlar, geçmişe ait…
Sevgili İlhan Özgen bana geçmişteki Avrupa Şampiyonaları ile ilgili bir yazı yazıp yazamıyacağımı sordugunda memnuniyetle kabul ettim. Ancak oturunca, yazı yazmanın ne kadar da zor olduğunu farkettim. Yoğun iş temposu, iki küçük prenses, triatlon idmanları, yarışları ve seyahatlerden vakit buldukça yazmak gerçekten zor oldu. Ama daha da zor olan ne yazacağıma karar vermekti. İlk olarak aklıma, 2008 Avrupa Şampiyonası’nda eşim ile gittiğimiz Türkiye-Portekiz ve İsviçre-Türkiye macları geldi. Özellikle eşim ve baldızım ile gittiğimiz Portekiz maçında yanlışlıkla Portekiz taraftarlarının arasına düşmemiz ya da Basel’de, yoğun yağış altında oynanan İsvicre-Türkiye maçını kazandıktan sonra iki arkadaşım ve eşim ile Basel sokaklarında ‘bir baba hindi’ diye tezahurat yapmamız gibi maceralar vardı kafamdaki listede… Ancak daha çok okuyanların çoğunun seyredemediği ya da seyredenlerin hatırlayamadığı yılları anlatmak istedim. Büyük ihtimalle de tek zevki futbol ve siyah beyaz tek kanallı TV olan bir çocuğun/gencin hatıralarında o yıllar daha fazla yer ediyor. Dün akşam ne yedin deseniz hatırlamam ama 1974 Hollanda Milli Takımı’nı halen ezbere sayabilirim neticede…
Ah Hollanda Ah!
1976 yılındaki Avrup Futbol Şampiyonası TV’den ilk yayınlanan ve benim de ilk kez seyrettiğim şampiyonaydı. İki yıl önceki Dünya Kupası’nda, -hala ezbere sayabilidiğim- Hollanda, o zamanki adı ile Batı Almanya’ya finalde 2-1 kaybetmesine rağmen hepimizin sevgisini kazanmıştı. Bu kalınca kitap olabilecek bambaşka bir konu o nedenle detaya girmiyorum ama 76 yılında TV başındaki Tufan’ın tuttuğu takım Brezilyalıların deyimi ile ‘Mekanik Oranje’ Hollanda idi.
Aslında Türkiye de güzel maçlar çıkarmış, İsviçre’yi içeride 2-1 yenmiş, deplasmanda 1-1 beraber kalmış, SSCB’yi (gruptan çıkan Blokhin’li kadrosuyla) İzmir’de 1-0 yenmişti. Ama korkarak gittiğimiz Serbest Irlanda’da, halen adını unutmadığım Don Givens’ın dört gölü ile 4-0 yenilip, SSCB deplasmanında da farklı skorla kaybedince elveda demiştik kupaya. Ancak diğer yıllara göre çok daha iyi bir kadromuz vardı; Cemil, Fatih, Rasim, Ali Kemal, Engin, B.Mustafa, Turgay… Gerçekten bize umut vermişti bu kadro.
Neyse, yarı finallerde Holanda-Çekoslovakya ve Yugoslavya-Batı Almanya karşılaşmaları vardı ve ilk maç çok yağmurlu bir havada, su içindeki sahada, takımım Hollanda ile Çekoslovakya arasındaydı. O zamana kadar Polonya ve Yogoslavya’yı bilirdik de bu Çekoslovakya nereden çıkmıştı? Bizimkilerin galibiyetle başlayacağını düşünüyordum. Cruyff, Neeskens, Krol, van Hanegem, Rep, Suurbier ve Haan varken Çekoslovakya ne yapabilirdi ki? Maçtan bir gece önce teknik direktör George Knobel’in –ki kendisi 73-74 sezonunda Ajax’ın başına geçip ilk iş olarak kaptanlık oylaması yaptırarak Cruyff’un Barcelona’ya gitmesine neden olan zat- ipinin federasyon tarafından çekilerek, gazetelere önceden bildirilmesi gibi bir durum yaşanmıştı ve takımın konsantrasyonu yerle bir olmuştu. Tabii ben olanları yıllar sonra öğrenecektim…
Nehoda, Panenka, Ondrus gibi oyuncuları ilk defa görüyordum. Hollanda kadar iyi oynuyorlardı ve fizikleri inanılmaz gözüküyordu. Bir de 1-0 öne geçmezler mi! Hollanda 1-1 yaptı ama uzatmaya giden maçı, van Hanegem ve Neeskens’in kırmızı kartlarının da etkisiyle, Hollanda 3-1 kaybetti. Bizi bekleyen yine hüzündü…
Neyse, Almanları tutatacaktık artık! Öbür maçta Yugoslavya ilk yarıda kendi evinde inanılmaz oynadı ve 2-0 öne geçti. Daha sonra devre arasında Beckenbauer’in Helmut Schön’e, Yugoslavların orta sahasının çok iyi olmadığını ve ikinci yarıda kazanabileceklerini söylediğini duymuştum. Maçı daha sonradan oyuna giren Dieter Muller isimli (gene bir Mulller) oyuncunun golleri ile 4-2 Batı Almanya kazandı ve finale adını yazdıran ikinci takım oldu. Helmut Schön’un yardımcılığını yapan Jupp Derwall’in anılarında, 2-0 gerideyken “Neden Dieter Muller’i getirdik ki oynatmayacaksak?” dediğini ve Schön’ün bu değişikliği yaparak skoru 4-2’ye getirdiğini okudum. Beckenbauer, Schwarzenbeck, Maier, Dieter Muller, Flohe, Uli Hoeness ve Bonhof hatırladığım diğer oyunculardı.
Finalde Çekoslovaklar yine beklenmeyeni yapıyor ve uzun süre maçı 2-1 önde götürüyordu. Nehoda muhteşemdi. 90. dakikada artık her şey bitti denirken Bonhof korneri kullandı, Holzenbein’in kafası maçı uzatmaya götürdü. Penaltılara kaldığında ilk dört penaltı gol oldu… Alman takımında yorgunluktan kimse penaltı atmak istemiyordu. Hele Uli Hoeness hiç oralı olmuyordu. Ancak zorla kullandığı penaltıyı, nerdeyse kale arkasına atacak kadar abanarak, dışarı gönderdi. En son Panenka isimli o güne kadar tanımadığım ama hayatım boyunca unutamayacağım bir oyuncu, hiç görmediğimiz bir cesaretle Maier’i ters köşeye yatırıp kendine özgü penaltısıyla golü atıp Çekoslovakya’yı şampiyon yapıyordu.
Sıkıcı Futbol, Holiganlar ve Almanlar
1980 Avrupa Şampiyonası Elemeleri’nde bu sefer yine fena değildi Türkiye. İzmir’de Batı Almanya ile 0-0 beraber kalmış, sondan bir önceki maçta İzmir’de Galler’i Erhan Önal’ın golü ile 1-0 yenip, son maçta Gelsenkirchen’de Batı Almanya karşısına grup liderliği için çıkmıştık. Soğuk bir aralık gecesiydi ve ne yazık ki 2-0 yenilip Avrupa Şampiyonası’na elveda demiştik.
İtalya’daki şampiyona, hatırladıklarım içerisinde en sıkıcı olanıydı. Bir grupta; İngiltere, Belçika, İspanya ve İtalya… Diğer grupta; Hollanda, Çekoslovakya, Almanya ve Yunanistan vardı. Gönlümde yine bir Hollanda sevdası olsa da, o kadro feci ötesi zayıftı… Düşüşe geçmişlerdi ve başarısız oldular. A Grubu’ndan Almanya, diğer taraftan ise Belçika çıktı finale. Holiganların İtalya maçını karıştırmaları, Belçika’nin sürpriz biçimde finale çıkması ve Almanya’ya kafa tutması akıllarda kalan olaylardı. Bernd Schuster ve Horst Hrubesch’in yıldızlaştığı finalde Almanya son dakikalarda attığı golle 2-1 kazanarak Avrupa şampiyonluğunu kazandı. Evet, hak etmişlerdi ama gerçekten turnuva boyunca izlediğimiz futbol çok sıkıcıydı.

Hrubesch’in kupayı getiren golü…
‘Renkli’ Şampiyona
84 Elemeleri’nde Almanya ve Kuzey İrlanda ile aynı gruba düştük. İzmir’de 3-0 kaybettiğimiz Almanya ile oynadığımız rövanş tam bir felaketti. İlk yarının son dakikasına kadar direnmiş, buna rağmen ilk yarıyı 1-0 yenik kapamıştık. İkinci yarı ise fırtınaya yakalandık. Maçı anlatan İlker Yasin’in Uli Stielike’nin füzesinden sonra ‘Yagmur gibi gelmeye başladılar’ sözü aklımdan çıkmadı. 5-1 kaybettik ve bir kere daha mendil salladık kupaya…
Fransa’da yapılan 84 Avrupa Şampiyonası bana göre gelmiş geçmiş en güzel şampiyonaydı. Ayrıca kendi adıma daha da ‘büyük’ bir önemi vardı. Babama yalvarıp Arçelik bayiinden senetle renkli televizyon almıştık. Tuhaf bir duyguydu ama hemen alışmıştık! Bir tarafta Fransa, Danimarka, Belçika ve Yugoslavya… Diğer tarafta Almanya, İspanya, Portekiz ve Romanya. Fransa’nın grubu ne kadar güzel ise Almanya’nın grubu o kadar da sıkıcıydı!
Fransa’yı saymama gerek yok… Lideri -şu anda pek sevilmese de- ‘Monseniur’ Michel Platini olmak üzere; Tigana, Amoros, Six, Giresse, Bossis, Battiston, Bats, Rocheteau ve Lacombe gibi yıldızlarla doluydu. Nedense pek sevmezdim o zamanlar Fransa takımını… Tıpkı 1982’deki Brezilya’yı sevmediğim gibi. Ama şimdi bakınca, o iki takım turnuvaların en başarılı olanı mı tartışılır ama en güzel iki takımıydılar. Danimarka’yı o zaman tanımıyorduk ama tribünde ilk defa suratlarını boyamış güzel kızların olduğu bir takım görüyordum ve de oyunları inanılmaz güzeldi. Lerby, Arnesen, Simonsen, Elkjaer, Larsen… ‘Danish Dynamites’ fırtına gibi esiyordu. 2-0 geriye düştükleri Belçika karşısında 3-2 maçı kazanıp Fransa’nın ardından yarı finale isimlerini yazdırdılar. Belçika da 1982 ve 1986’daki gibi üst düzey oyuncuları ile hep desteklediğim bir takımdı. Pfaff, Gerets, Renquin, Ceulemans, Vercauteren, Van der Bergh ve genç Scifo’lu kadrolarına rağmen Fransa’ya 5-0 Danimarka’ya 3-2 yenilip elenmişlerdi.
Diğer grupta ise işler sıkıcı ötesiydi. Son maça Almanya, berabere kaldığı takdirde yarı finale çıkacağı şekilde İspanya’nın karşısına çıktı. Her şey bitmek üzereyken Maceda‘nın kafasıyla Almanya finallere veda etti. Her zaman finale çıkan takım ilk defa yarı finale bile kalamadan eleniyordu. Bu beklenmedik sonuç Türk futboluna yarayacaktı… Başarısız bulunan teknik direktör Jupp Derwall, Galatasatary’ın teklifini kabul etmiş ve Türk futbolunun kaderi belki de o gün değişmişti!
Yarı finalde, desteklediğim Danimarka ne yazık ki o zamanlar -halen de öyle- hiç sevmediğim İspanya karşısında iyi oynamasına rağmen maçı koparamıyor, uzatma ve penaltılara giden maçta eleniyordu.
Diğer yarı final maçı ise bana göre gelmiş geçmiş en güzel 10 maçtan birisidir. Futbolun bütün güzelliği ve heyecanı ortaya çıkmıştı. Fransa mutlak favoriydi, Portekiz penaltılara götürmeye çalışacaktı belli ki maçı. Kadrosunda Fernando Chalana, Manuel Gomes, Luis Jordao gibi Benfica’lı yıldızlar vardı ama grup maçlarında 10 gol atmış Fransayı durudurmaları pek mümkün değil gibiydi… Fransa gol ile başladı. 1-0 öne geçtiklerinde fark bekleyenler sanırım oldukça fazlaydı. Fransa güzel de oynuyordu ama maçın ortalarına doğru Jordao’nun golü ile Portekiz beraberliği yakaladı. Uzatmaya giden maçta mucize oldu; Portekiz kaçırdığı gollerin ardından Jordao’nun ayağından 2-1’i buldu! Mucize daha sonlanmamıştı. Bitime doğru önce Domerque sonra da Platin’in golleri, zaferi getirdi. Fransa, 3-2’lik skorla adını finale yazdırıyordu.
Final mi? Sıkıcı İspanya, oyunu daralttıkca darallttı ama Platini’nin frikiğini Arconada ‘yumurtlayınca’ final orada bitti. Tarihin en güzel takımlarından biri olan Fransa, Dünya Şampiyonası’nda iki kere yarı finale çıkıp elenmesine rağmen Avrup şampiyonluğunu en çok hakeden takım olarak kupayı kaldırıdı. Harika bir şampiyona, heyecan dolu maçları ve hakkı verilen renkli TV!
Fransa ile ilgili son söz futbolun en zarif oyuncularından birisi olan Michel Platini ile ilgili olabilir. Şu sıralar pek kimse sevmiyor ama ilk olarak sanırım 1980 yılı gibi St.Etienne’de seyrettim. Rakip Hamburg’du… Maçın unutamadığım anı, Platini’nin firkikten inanılmaz güzel bir gol atması ve spiker Ümit Aktan’ın ‘ölü yaprak vuruşu’ diye anlatmasıydı. Hanburg’u deplasmanda 5-0 yendikleri maçta Platini’yi merak etmeye başlamıştık. ‘82 Dünya Kupası’nda inanılmaz bir Fransa vardı ama o yıldan sonra transfer olduğu Juventus’ta muhteşem oynamaya başlamıştı. Kaç maçı ağzımız açık seyretttik. 1984 yılında kesinlikle en iyi oyuncuydu ama 1986 yılından sonra artık düşmeye başlamıştı. Kendisinin, daha sonra başarısını soran bir muhabire, “En yukarı sıçrayan, en hızlı koşan ya da en kuvvetli oyuncu değilim ama topun nereye gideceğini en erken gören oyuncuydum” minvalinde bir cevabını hatırlarım.
Ada Aşkı mı, van Basten mi?
1988 yılında Federal Almanya’da düzenlenecek Avrupa Şampiyonası öncesinde, takım tutma konusunda değişikliğe gitmiştim. Her zaman kulüp düzeyinde Liverpool’u tutmakla beraber milli takım düzeyinden İngiletere’yi pek desteklemezdim. Ancak 1986 yılında Shoot Dergi’sine abone oldum ve İngiliz liglerini öyle bir takip etmeye başladım ki, bir süre sonra İngiliz oyuncuları dünyanın en iyileri olarak görüyordum…
1986 elemelerinde bizi 8-0 ve 5-0 ile ezip geçen İngiltere ile Euro ‘88 Elemeleri’nde de gene aynı gruba düşmüştü. Diğer takımlarla yapılan maçları hatırlamasam da İngiltere ile İzmir’de 0-0 berbabere kaldığımızı ama Wembley’de bir kez daha 8-0’ı yaşadığımızı hatırlıyorum. Bobby Robson gibi bir antrenör ve Bryan Robson, Lineker, Butcher, Waddle, Hoddle, Barnes, Wright gibi gerçekten özel oyuncuları vardı. Zaten grubu da 1. sırada bitirmişlerdi. Bizim takım Mustafa Denizli ve sanırım Tınaz Tırpan tarafından çalıştırılmıştı. Ne yazık ki bir-iki maç dışında çok kötü oyunlar oynamıştık. Aklımda o elemelerden hiçbir maç olmasa da İzmir’deki İngiltere maçına Mustafa Denizli’nin blazer ceketle maça çıkan ilk teknik direktör olması minvalinde bir haber var hafızamda…
Almanya’daki Avrupa Şampiyonası’nda İngiltere, SSCB, Hollanda ve İrlanda bir grupta… İtalya, Almanya, İspanya ve Danimarka diğer gruptaydı. Grup maçlarında İtalya çok iyi oynamış, Vialli ve Mancini gibi yldızlarıyla grubu diğer takımların önünde bitirmişti. Ev sahibi Almanya ise takım oyunuyla İspanya ve Danimarka’yı geride bırakmıştı.
Diğer grup ise tam manasıyla ‘ölüm grubuydu’. SSCB kalede Spartak Moskova’lı Dassaev dışında; Bal, Protassov, Belanov, Litovchenko gibi Dynamo Kiev ağrılıklı bir takımdı. İrlanda’nın yıldızları, ‘benim ligim’ İngiltere’dendi. Whelan, Houghton, Cascarino, McGrath gibi yıldızlar, Jack Charlton gibi renkli bir antrenör ve de -en güzeli- inanılmaz renkli bir taraftar topluluğuyla gelmişlerdi. Hollanda da AC Milan’ı Avrupa şampiyonluğuna taşıyacak Gullit, Rijkaard ve van Basten dışında Muhren, van Breukelen, Koeman, van Tiggelen ve van Aerle gibi oyuncular ve Ajax ile sahalara Total Futbol’u getiren, ‘74 Hollanda Takımı’nın da teknik direktörü ‘General’ Rinus Michels vardı. Milan’ın müthiş üçlüsüyle Koeman gibi bir yıldızın olduğu takımı tutmuyordum. Takımım, İngiltere’ydi. Ah medya sen nelere kadirsin!!!
Ölüm Grubu’nda hatırladığım ilk maç İngiltere-İrlanda karşılaşmasıydı. İngiltere turnuvaya gerçekten çok çok iyi bir takımla gelmişti ve ne olduklarını tam da anlamadığımız İrlanda’yı (bizdeki deyişle Serbest İrlanda) herhalde rahat yeneriz derken olanlar oldu. Bizim Liverpool’lu Ray Houghton’ın erken golü ile İrlanda öne geçti ve İngiltere ne yaptıysa karşılık veremedi: 1-0.
Akşam maçında Hollanda, SSCB ile karşılaşıyordu. Tabii ki Hollanda kazanır diye düşünüyorduk. Fakat van Basten, ilk 11’de yoktu. Yerini Bosman almıştı. Van Basten, Milan’da şampiyonluk yaşamasına rağmen uzun süre sakatlık nedeniyle oynamamış ancak sezonun son maçlarına doğru form tutmaya başlamıştı. Bu sefer de favori Hollanda, SSCB’ye ilk yarıda yediği golle yenilince iki favori takımım bir sonraki maça, ayakta kalmak için çıktılar. İngiltere ve Hollanda Dusseldorf Rhein Stadyumu’na çıkarlarken her iki takım için de kazanmaktan başka çare yoktu. İngiltere, Bobby Robson idaresindeki en kuvvetli takımıyla maça çıkıyordu. Belki yıldızları Hollanda ayarında değildi ama diri, hızlı ve ayağa top oynamaya çalışan bir takımları vardı. Başta da dediğim gibi Shoot Dergisi sebebiyle İngiltere’yi destekliyordum ve takımımdan çok umutluydum. İki yıl sonra 90 İtalya’da Almanya’yı yarı finalde eleyecek güçte ve diri bir İngiltere’ydi…
Robson’ın öğrencileri, maça da iyi başladı. Bir iki top direkten döndü. Golü beklemeye başlamıştık ama Hollanda, van Basten ile öne geçti ve devre de öyle bitti. İkinci yarı İngiltere, bana göre en dinamik orta saha oyuncularından ve zaman zaman Platini ile de karşılaştırılan Bryan Robson‘un golüyle beraberliği sağladı. Ama van Basten’e engel olamayacaklardı. Bana göre onu ‘van Basten’ yapan, moralini düzelten ve dünyanın tanımasını sağlayan maç, bu maçtı. İki golüyle Hollanda maçı 3-1 kazandı ve İngiltere turnuvaya veda etti. Aslında 1984-1990 arası Bobby Robson’un İngiltere’si çok iyiydi ama büyük turnuvalarda hep şampiyon takıma elenip gideceklerdi… 1986’da Maradona’lı Arjantin, 1988’de van Basten’li Hollanda , 1990’da da Matthaeus’lu Almanya…
Bir sonraki maçta Hollanda ile İrlanda oynadı. Maç berabere bitse, SSCB ve Serbest İrlanda bir üst tura çıkacaktı. Hollanda her şey denedi ama inatçı ve savaşçı İrlanda savunmasını bir türlü geçemedi. Son 10 dakika içinde oyuna sonradan giren PSV Eindhoven’li iri yarı, uzun boylu sarışın Wim Kieft’in golüyle -ki o da kör topal bir vuruştu- maçı 1-0 kazandılar. O zamanlar böyle santroforlar çok mubahtı da şimdi düşünüyorum; Messi, Neymar ve Suarez gibi oyuncular da çok tuhaf kaçıyor…
Diğer grubu nedense çok takip etmemiştim ama Batı Almanya (ya da Federal Almanya) ve İtalya gruptan çıkmayı başardılar. İspanya aslında bayağı kuvvetliydi. Düşüşe geçmeye başlamış Real Madrid ağırlıklı kadrosuyla gelmişti. Julio Salinas, Camacho, Gordillo, Michel, Butragueno gibi kaliteli oyuncuları Almanya’nın kuvvetli, İtalya’nın genç kadrosuna dayanamamıştı.
Yarı finalde İtalya-SSCB ve -erken final tadındaki- Hollanda-Almanya maçlarıyla karşı karşıya kaldık. İtalya bana göre kesin favoriydi. Zegna, Bergomi, Maldini ve Baresi savunmada, Ancelotti orta sahada, Vialli, Mancini ve ‘Roma’nın Prensi’ olarak bilinen Giannini gibi bir kadroyla SSCB’yi geçerler diye düşünüyordum ama ‘Sovyet Makinası’, ikinci yarıda bulduğu gollerle, İtalya’yı 2-0 ile geçti.
Diğer yarı finalde artk İngiltere elendiğine göre rahatlıkla ‘Portakalları’ tutabilirdim. 2.Dünya Savaşı’nda Almanya’nın söz verdiği halde Hollanda’yı işgali ve sonrasındaki ölümler Hollandalıların bir kısmında ciddi bir nefret duygusu yaratmıştı. Bir de 7 Temmuz 1974’te kaybedilen Dünya Kupası finali nedeniyle maçın Hollanda açısından önemi iki katına çıkıyordu. İkinci yarıda Almanya, Rijkard’ın Klinsmann’a yaptığı hareket sonunda kazanılan penaltıyla 1-0 öne geçince, panzerler maçı vermez diye düşünmüştüm. Ancak son yarım saate Hollanda, iki gol sığdıracaktı. Özellikle ikinci gol, van Basteni’in inaılmaz gollerinden biriydi. Ya da bize öyle geliyordu… Henüz üç gün sonra olacakları gömemiştik!
Finaldeki SSCB ve Hollanda maçı için söylenecek çok şey var ama tek bir gol dünyayı yerinden oynattı sanırım. Arnold Muhren sol taraftan topu taşıyıp, SSCB ceza sahasının sağ çarprazından içeriye doğru göndermesi… Nerdeyse auta gitmekte olan topa van Basten’in voleyi vurması…. Aslında açıyı da kapamış olan ve bana göre gelmiş geçmiş en iyi üç kaleciden biri Rinat Dasaev’in havada dönerek sol üst köşeye takılması… Hepsi halen gözümün önünde… Johan Cruyff, o gol için ne düşündü acaba diye hep merak ederim. Aslında merak ettiğim bir başka konu da şuydu: 1988’de tekrar takımın başına gelen ‘General’ Rinus Michels, şampiyonluk sonrasında görevinden ayrılmıştı. Ondan sonra gelecek ismi belirleyecek olan da kendisiydi. Fakat tüm takımın istediği ve bir yerde kendi öğrencisi olan Johan Cruyff yerine neden Leo Beenhakker’i önerdi? Bunun sebebini hala düşünüyorum: Ego? Kendisinden daha başarılı bir teknik direktör istememesi? Cruyff’un fazla başına buyruk olması? Para? Kim bilir sonuçları ne olurdu ama en azından 1990’daki ‘Hollanda faciasının’ yaşanmayacağı kesindi!!!!
O zaman belki futbol bu kadar ticari olmaması hatta hayatın da bu kadar ticarete dökülmemesi nedeniyle büyük bir naiflikle izliyorduk maçları. Gerçekten de daha ulusal bir hava vardı… Şimdi bu metinlerin yazarının Beşiktaş’ın şampiyonluk maçının kaç kaç bittiğini bile bilmemesini de futbolun geldiği durum açısından bir düşünmek lazım sanki. Ya da benim ne duruma geldiğimi…