Euro 2000, altın gollerle akıllarda kaldı. Ama bambaşka bir gol bambaşka bir hikayenin başrolüydü.
Tarih 19 Haziran 2000. Yaşım henüz çift basamaklı bir sayı bile etmiyor. Bir halı sahanın alçak tavanlı kafeteryasında, yoğun şekilde bengay kokan amcalarla kafalarımızı kaldırmış otuz yedi ekran bir televizyonda, tören ciddiyetiyle maç izliyoruz. Babam elimi tutmuş, bırakmıyor. “Neden elimi tutuyor ben çocuk muyum” diye düşünüyorum, çocukça. Belçika ile Türkiye oynuyor. Sahada en çok Hakan Şükür’ü görüyorum. Çünkü en çok onu tanıyorum, çünkü en çok golü o atıyor.
O günlerde benim değilse bile başta babam olmak üzere çevremdeki birçok erkeğin ana gündem maddesi Euro 2000 turnuvasıydı. Halı sahaya doğru yavaş adımlarla yürüyüp; dar ve tenha sokaklardan, dar ve tenha sokaklara geçtik. Bu sokaklar boyunca anlattı babam: Gruptan çıkmak için kazanmak zorundaymışız, turnuvadaki ilk maçımızda Rüştü’nün hatalarıyla yenilmişiz, bir önceki maç olan İsveç maçı çok sıkıcı maçmış. Bir de daha önce hiçbir ev sahibi ülkenin gruptan çıkamamışlığı yokmuş. Yani babamın pek ümidi yok bizden yana, Belçika ev sahibi olmanın avantajıyla çıkarmış gruptan. Ama bende nereden kaynaklı olduğunu bilmediğim bir inanç var.
İlk yarının sonlarına doğru babam ve “top arkadaşları” gözleri televizyonda, ezberlenmiş birtakım hareketlerle kendi maçları için ısınmaya başladılar. Derken beni olduğum yere çivileyen, benimle aynı ekrana bakan diğer herkesi birbirlerine yumruk ve tekme atacak kadar sevindiren bir şey oldu. O en çok golü atan Hakan Şükür yine gol atmıştı. Ustalık eseri bu golü atmak için yükselmiş, yükselmiş, yükselmiş otuz yedi ekrandaki dar kadrajdan çıkmıştı. 9 yaşındaki bir çocuk için o denli yükselmek demek sadece mecazen değil, fiilen de uçmak demekti. Hakan Şükür uçmuştu! Topa yumruklarıyla vurmaya çalışan kaleci De Wilde onun yanında yok hükmündeydi. Maçı izleyenlerin zihninde Hakan Şükür “uçan adam” De Wilde “ görünmez adam” olmuştu bir anda.
Bir rüyadan uyanır gibi etrafıma baktığımda babam ve ekibi sahaya gitmişti. Televizyonda da kimsenin almayacağı eşyaların güzel reklamları başlamıştı. Bengay kokusunu takip edip sahaya gittiğimde, yeteri kadar ısındıklarına ikna olduktan sonra maça başlamış iki takım vardı. Böylelikle benim de televizyonla halı saha arasında sık gidip gelmeli maratonum başlamış oldu. Hakan’ın ikinci golü attığı haberini sahadakilere götürürken düşmüş ama ağlamamıştım. O an annem yanımda olsa büyüyünce unutursun derdi. Ama bak unutmadım. Futbolun anıları ve acıları canlı tutan o inanılmaz büyüsü işte.
Maçın sonlarına doğru kaleci De Wilde “bitsin artık bu çile” dercesine kendini oyundan attırdı. Eldivenlerini çıkarıp, yavaş hareketlerle sahadan çıkarken “rejideki arkadaşlar” yediği gollerin tekrarlarını verdiler yayına. Hakan’ın uçuşunu tekrar izleyişim aynı oranda yine etkiledi bünyemi. Kafeteryadan çıkıp sahaya doğru bilmem kaçıncı kere koştum. Babamın tel örgülere yaklaştığı bir anı yakalamaya çalıştım. Yakaladığımda da “Baba sen de Hakan Şükür gibi uçarak gol atsana” dedim. Gülerek “defansım oğlum ben” dedi. Hemen arkasından dediğini haklı çıkaracak şekilde arkasını dönüp, kalelerine doğru gelen etkili bir atağı tek hamlede savuşturdu. Sonra tekrar yanıma doğru yaklaşarak “ Ogün’üm ben Ogün” dedi. Yüzümden “Ogün kim?” sorusunu okuyunca “Üç numara lan” deyip savunmadaki yerini almak için koştu. Ben de televizyona koşup “üç numara”yı buldum. Görünce hatırladım. Onu da çok seviyordum, bizim takımın (babamla benim tuttuğumuz takım) topçusuydu. Babamın kendisini bir futbolcuyla özdeşleştirebilecek şekilde içindeki çocuk ruhu koruyor olmasına çok sevindim.
Milli takım kazanıp, gruptan çıkmıştı. Hakan biri uçarak olmak üzere iki gol atmış, İtalya maçının kötüsü Belçika maçının en iyilerinden biri olan Rüştü ve onun önünde oynayan Ogün’ün liderlik ettiği savunma hattı gol yememişti. Babam, Hakan gibi uçarak gol atmamıştı, hatta hiç gol atmamıştı. Ama takımı kazanmıştı. 19 Haziran 2000 akşamı Hakan, Rüştü, Ogün ve babam bir çocuğu mutlu edebilmek için gerekli her şeyi yaptılar. Halı sahadan eve doğru daha yavaş yürüdüğümüz dönüş yolunda burnuma kötü kokular gelmeye başladı. “Baba sen de mi başladın bengaya?” diye sordum. Hem mahcup hem kendinden emin bir şekilde cevapladı: “Ogün’üm oğlum ben, Ogün.”