-Bir Atahan ALTINORDU yazısı-
Bazı takımlar Avrupa Şampiyonası’nda başarılı olmakla kalmadılar, kazandıkları birikimi iki yıl sonraki ‘Kupa 1’e de taşıdılar. İşte Avrupa Şampiyonası’ndan Dünya Kupası’na miras bırakan beş ülke…
’68 İtalya
İtalya, 1938 Dünya Kupası’ndan sonra kupa kazanamamıştı. Takip eden beş Dünya Kupası’nın dördünde grup aşamasında kaldılar, birine hiç katılamadılar. 1960’ta başlayan Avrupa Şampiyonalarının ilkinde yarışmadılar, ikincisinde ise turnuvaya gidemediler. Euro 1968, İtalyanların ilk Avrupa Şampiyonası’ydı. Ev sahibiydiler. Fakat dönemin statüsüne göre dört takımla oynanacak turnuvaya otomatikman değil, elemeleri geçerek katıldılar. Romanya, İsviçre ve Kıbrıs’la birlikte yer aldıkları gruptan altı maçta beş galibiyet, bir beraberlikle çıktılar. Yedikleri gol sayısı sadece 3’tü, zira katenaçyo altın çağlarını yaşıyordu. 1960’larda Inter ve Milan, katenaçyo ile iki Şampiyon Kulüpler Kupası kazanmıştı, sıra milli takımdaydı.
Gök Mavililerin turnuvadaki ilk rakibi Sovyetler Birliği oldu. Normal süre ve uzatmaların ardından, yine dönemin statüsü gereği para atışına geçildi. Doğru seçimi yapan, İtalyanların kaptanı Giacinto Facchetti oldu, hâliyle finale adını yazdıran da İtalyanlar. Kupaya giden yolda önlerine çıkan son engel, İngiltere’yi Dzajic’in son dakikalarda attığı tek golle yenen Yugoslavya’ydı. Aynı Dzajic, finalde de ülkesini öne geçirdi. Normal sürenin bitimine on dakika kala Angelo Domenghini ile eşitliği yakaladı İtalya, 120 dakikayı da bu skorla bitirdi. Sonrası yine dönemin statüsü. İki gün sonra tekrarlanan finali kazanan, Luigi Riva ve Pietro Anastasi’nin ilk yarıda attığı gollerle ev sahibi takım oldu. Otuz yıl sonra turnuva kazanan İtalya iki yıl sonraki Dünya Kupası’nda Brezilya ile final oynarken, ilk onbirindeki yedi oyuncu Yugoslavya maçındakiyle aynıydı.
’72 Batı Almanya
Batı Almanya, ilk iki Avrupa Şampiyonası’na iştirak etmedi. Üçüncüsüne ise katılma hakkı elde edemedi. Başarısız bir futbol ülkesi miydi? Haşa. 1958 Dünya Kupası’nda yarı final, 1962’de çeyrek final, 1966’da final oynadılar, 1970’de üçüncü oldular. Lakin 1954’ten bu yana kupaları yoktu. Kaptan Franz Beckenbauer önderliğinde kaleci Sepp Maier, Paul Breitner, Uli Hoeness, Günter Netzer, Jupp Heynckes, Gerd Müller gibi yıldızlara sahip Almanların Belçika’da düzenlenen turnuvadaki ilk rakibi ev sahibi takım oldu. Müller’in iki golüne (yerel) altın ayakkabı sahibi Odilon Polleunis’in verdiği cevap yetmeyince Macaristan’ı tek golle geçen Sovyetler Birliği ile final için randevulaştılar.
Büyük golcü Gerd Müller, finalde de durmadı. Onun iki golüne Herbert Wimmer’in sayısı da eklenince Almanlar net bir skorla kupaya uzandılar. Bu, o jenerasyonun ellerinde yükselen ilk kupaydı. İkincisi, iki yıl sonraki Dünya Kupası’nda yine Beckenbauer tarafından havaya kaldırılacaktı.
’92 İsveç
İsveç, ev sahipliği yapacağı Euro 1992’ye kadar hiçbir Avrupa Şampiyonası’nda yer alma hakkını elde edememişti. 1978’den sonraki iki Dünya Kupası’nda da yoklardı. 1988 yılında Avrupa Şampiyonası’nı düzenleyecek ülke olarak açıklandıktan sonra yavaş yavaş yeniden yapılanmaya başladılar. Geçen iki yıl sonunda da Dünya Kupası için İtalya’ya gittiler ancak üç maçta üç mağlubiyetle erken dönüş yaptılar. Bu hayal kırıklığına rağmen değişimde ısrarcı oldular. Arada bir de teknik direktör değişikliği yaşadılar ve şampiyonaya Tommy Svensson yönetiminde hazırlandılar.
Turnuvada zor bir kura çekti Svensson’un ekibi. Fransa ve İngiltere gibi iki devin yanı sıra, büyük bir sürprize imza atarak şampiyonluğa ulaşacak Danimarka ile birlikte A Grubu’ndaydılar. Fakat öncesi yapılan hesapları bozdular ve grubu iki galibiyet, bir beraberlikle lider tamamladılar. Yarı finaldeki rakipleri duvarın yıkılmasıyla birlikte doğuyla batının birleştiği Almanya’ydı. 3-2’lik mağlubiyet, İsveç’in kendi evinde final oynamasını engelledi. İskandinav takımının bu turnuvadaki performansını yalnızca ev sahibi avantajına bağlayanlar ise cevabı iki yıl sonra aldı. İsveç, 1994 Dünya Kupası’nda üçüncü olacaktı. Ülke olarak belki sonrasını getiremediler ama kaleci Thomas Ravelli, Stefan Schwarz, Tomas Brolin, Kennet Anderson, Jonas Thern, Anders Limpar gibi isimler, uzunca bir süre daha dünya futbol gündeminde yer tuttu.
‘96 Fransa
1982 Dünya Kupası’nda dördüncü, 1984 Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon, 1986 Dünya Kupası’nda üçüncü olan Fransa, Michel Platini’nin futbolu bırakması ve Tigana, Giresse, Bossis, Rocheteau, Battiston, Genghini gibi oyuncuların yaşlarının ilerlemesi sonrası kabuk değiştirmekte sıkıntı yaşadı. Euro 88’e katılamadılar, hem de ne katılamamak, elemelerdeki sekiz maçtan tek galibiyet çıkarabildiler. 1990 ve 1994 Dünya Kupası’nda da yoklardı, aradaki Avrupa Şampiyonası’nda gruptan çıkamadılar.
Sonra, yeniden yapılandılar. 1992’de Lizarazu ve Karembeu, 1993’te Djorkaeff, Desailly ve Lama, 1994’te Zidane, Thuram, Dugarry, Barthez, 1995’te Leboeuf katıldı takıma. Euro 96 için seçilen 22 kişilik kadroda daha önce büyük bir turnuvada forma giymiş dört oyuncu vardı yalnızca: Kaptan Deschamps, Blanc, Angloma ve yedek kaleci Martini. Genç bir takımlardı, beklentilerin yüksek olmadığı söylenebilirdi. İspanya, Bulgaristan ve Romanya’nın da bulunduğu B Grubu’ndan lider çıktılar, çeyrek finalde Hollanda’yı penaltılarla saf dışı bıraktılar ve yarı finalde aynı yolla Çek Cumhuriyeti’ne elendiler. On yıldır hiçbir başarısı olmayan bir ülke için fazlasıyla tatmin ediciydi.
İki yıl sonra, kendi evlerindeki Dünya Kupası’nda final için sahaya çıkan Fransa onbirinde Euro 96 kadrosu dışından yalnızca iki oyuncu vardı. Kazandılar ve kupaya uzandılar.
2000 Türkiye
Euro 96, Türkiye için de her şeyin başlangıcıydı. Artık biz de uzaktan izlediğimiz o şölenin bir parçasıydık. Biz pek şölen gibi yaşayamadık tabii. Üç maç, sıfır puan, sıfır gol, dönüş bileti. 1998 Dünya Kupası vizesini de Oktay’ın gerçeküstü golüyle hatırlanan Belçika maçında kaybettik. İstanbul’daki o maçta üç puanı alan taraf biz olabilseydik, muhtemelen üstüne koymaya Fransa 98’de devam edecektik. Olmadı. Ancak Euro 2000 elemelerinde önce grupta Almanya’nın ardından ikinci sırayı aldık, ardından Mustafa Denizli’nin ‘İçimizdeki İrlandalılar’ sözüyle unutulmaz kıldığı play-off eşleşmesinde İrlanda’yı eledik ve tarihimizin ikinci Avrupa Şampiyonası için yola koyulduk.
Türkiye, artık puan hesapları yapılırken rakiplerin karşısına 3 puan yazdığı o takım değildi. Daha birkaç hafta önce Galatasaray, Arsenal’i yenerek UEFA Kupası’nı kazanmıştı ve bu takımın iskeletini de aynı oyuncular oluşturmaktaydı. Yabancı oyuncular ve Arsenal maçında omzu çıkan Bülent Korkmaz’ın yerini ise Rüştü, Alpay, Ogün, Abdullah ve Galatasaray’ın Avrupa maçlarında oynayamayan oyuncusu Sergen Yalçın gibi çok kaliteli isimler dolduruyordu. Ancak İtalya gibi bir devin yanı sıra turnuvanın ev sahiplerinden Belçika ile aynı grupta yer alıyorduk ve ev sahibi takımların gruptan çıkamadığı görülmemişti. Serüvene beklendiği gibi İtalya mağlubiyetiyle başladık, İsveç’le golsüz berabere kalarak devam ettik. Artık her şey son maça kalmıştı. Ev sahibini yenmemiz gerekiyordu. 45. dakikada Hakan Şükür’ün attığı unutulmaz kafa golüyle kilidi açtık, ikinci yarıda skoru belirleyen de aynı isim oldu. Şampiyona tarihinde ilk kez bir ev sahibi, aynı yılın popüler dizisini anarsak ‘evdeki yabancı’ konumuna düşmüştü.
Türkiye, çeyrek finalde Portekiz’le eşleşti ve üçte ikisini on kişi oynadığı maçı kaybederek yurda döndü. Fakat söyleyecek sözümüz bitmemişti. Aynı takım; Hasan Şaş, İlhan Mansız, Emre Belözoğlu, Yıldıray Baştürk gibi takviyelerle iki yıl sonraki Dünya Kupası’nda üçüncülüğe ulaşacaktı…