Hollanda ve Almanya arasındaki rekabet, futbol sahasında tarihin en ikonik anlarından bazılarını ortaya çıkarmıştı. Ancak 1990 Dünya Kupası’nda yaşananlar Hollanda’nın çöküşünü ifade edecekti.
I
Hollandalı’nın en bilindik tarihçilerinden Friso Wielenga, 2016’da Alman Gazetesi Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda ilginç bir anısından bahsediyor: “1960’lı yıllarda İlk okula giderken bir gün hocamız kimlerin ailesinin Nazi işgaline karşı direnişe katıldığını sordu. Sınıfta 35 kişiydik ve 35’imiz de parmak kaldırdık. Tüm direnişçi çocuklarını aynı sınıfa koymuş olmalılar!”
Weilenga’nın vurgulamak istediği şey, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgalinin Hollandalılarda yarattığı travmanın büyüklüğü. Her ne kadar herkes direniş saflarında yer aldığını iddia etse de Hollanda ne yazık ki oransal olarak en fazla Yahudi’nin katledildiği yer oldu. Ülkede yaşayan 4 Yahudiden 3’ü Heinrich Himler tarafından yürütülen Holokost’un kurbanı oldu. 5 yıllık işgal süresi, savaştan sonra iki ülke arasındaki ilişkinin yıllar boyunca gerilimli olmasına neden olacak derinlikte bir etkide bulundu. Hollandalılarda o yıllarda direniş saflarında yer almak ya da almış gibi gözükmek her zaman önemli bir çizgiyi ifade etti.
Bu travmanın yeşil sahalardaki zirvesi ise 1974’te Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası oldu. Portakallar 1960’ların ikinci yarısından itibaren futbol sahalarında adına total futbol denilen devrimi yeşil sahalarda hakim kılmış, birbiri ardına zaferlere koşmuşlardı. Devrimin dünya çapında ses getireceği yer ise Batı Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası’ydı. Rinus Michels ve Johan Cruyff önderliğinde Johan Neeskens, Ruud Krol, Win van Hanegem, Jonny Rep’li kadrosuyla oynadıkları her maçın ardından dünya çapında milyonların gönlüne girmeyi başaran Hollanda, o turnuvada biraz da sürpriz şekilde adını finale yazdırmıştı. Rakip ise ev sahibi Almanya’ydı.
Maça iyi başlayan taraf tahmin edildiği üzere Hollanda oldu. Alman seyircilerin doldurduğu Olimpiyat Stadı’nda ikinci dakikada penaltıdan gelen golle öne geçtiler. Arkalarına müthiş bir rüzgar almışlardı. Bu rüzgar belki de onları tarihin en farklı finallerinden birine götürebilirdi. Ama o dakikadan sonra Hollanda kendi oyunlarına devam etmek yerine van Hanegem’in sonradan dile getireceği üzere “Almanları kendi seyircisi önünde aşağılama” hissine kapıldılar.
Wielenga’nın ilkokulunda, öğretmenin sorusuyla ortaya çıkan travma, finalde erken gelen golün ardından da kendini gösterdi. Bu his Hollandalıların oyun planını dağıttı. Almanya, önce 25’de Paul Breinter, ardından da 43’de Gerd Müller’in golüleyle öne geçti ve Hollanda’nın daha fazla gol atmasına izin vermeyerek kupanın sahibi oldular.
Dünya tarihinin en büyük şiddet olaylarına sahne olan İkinci Dünya Savaşı’nda açılan Hollanda-Almanya cephesi yıllar önce son bulmuştu ama bu maçla birlikte yeni cephe yeşil sahada açılmıştı.
II
Hollanda 1978’de yine finale yükseldi ancak bu kez de Arjantin’e mağlup oldu. Sonraki yıllarda ise bir anda dünya futbolundan soyutlandılar. Ta ki 1988’de Avrupa Şampiyonası’nda yeni jenerasyonuyla boy gösterene kadar. Amaçları total futbol akımıyla bir önceki jenerasyonun gerçekleştirdiği devrimi kupayla taçlandırmaktı. Yeni kadroda Roland Koeman, Frank Reijkard, Rud Gullit ve Marco van Basten gibi oyuncular vardı. Jenerasyon geçişi sağlanmış, takımın başına önderlik etmesi için yine Rinus Michels getirilmişti. Ancak hepsinden önemlisi, turnuva yine Batı Almanya’daydı!
Hollanda ilk maça çok iyi başladı, ancak rakibi Valeriy Lobanovski önderliğinde son büyük turnuvasını oydığını henüz bilmeyen Sovyetler Birliği’ydi ve onlara gol atmak gerçekten çok zordu. Portakallar her şeyi yaptı ancak gol atamadı, bir de üstüne tam da maç öncesi Michels’ın uyardığı gibi kontra atak golü yediler. Böylece turnuvaya yenilgiyle başlamış oldular.
İlk maçta gelen yenilgi, bir bakşa konuyu bu küçük Avrupa ülkesinin gazetelerinde tartışmalara konusu hâline getirdi. Kendisinden çok şey beklenen Marco van Basten, ilk 11’de yer almamıştı. Yenilginin ardından Johan Cruyff, gazetelerden van Basten’in neden oynamadığını anlayamadığını yazmıştı. O günlerde Michels, golcü oyuncusunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: “Sana yerini garanti edemem ama çalışmaya devam edersen, şans sana da gelecek.” Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken Michels aslında teknik adamlık kabiliyetinin ne kadar sağlam olduğunu ve aldığı cesaretli kararların turnuvaya nasıl etki edeceğini gösteriyordu. Michels’ın ne denemeye çalıştığını o kadroda yer alan Jan Wouters sonradan verdiği röportajda şöyle açıklamıştı: “İlk maç kadroya giremedikten sonra, Marco’nun sinirleri bozulmuştu ve turnuvanın kalanı için kendini göstermek istemişti.” Michels’ın planı mükemmel işleyecekti!
Hollanda bir sonraki maçında İngiltere’yi Marco van Basten’in üç golüyle, ardından da İrlanda’yı tek golle yenerek adını yarı finale yazdırdı. Her ne kadar yarı finale çıksalar da oynanan futbol heyecan yaratmaktan uzaktı. Hollanda kadrosundaki oyuncuların isimleri öylesine heyecan yaratıyordu ki, herkes onlardan daha fazlasını bekliyordu ama turnuvanın grup aşamaları bölümü bu beklentilerden epeyce bir uzaktı. Daha sonra Hollanda’yı en büyük tartışmalara neden olan Dünya Kupası’nda çalıştıracak olan Leo Beenhakker her şeyi şansa bağlıyordu: “İlk maçı kaybetmiştik; İngiltere karşısında da epey şanslıydık. İrlanda’yı ise Wim Kieft’in aslında kafa vuruşu olmayan kafa golüyle yendik; top aslında Kieft’in kulağına çarptı ve maçın bitimine sekiz dakika kala ağlara gitti.”
Kieft’in bahsettiği ortam yarı finaldeki rakip belli olunca tamamen tersine döndü. Çünkü maç yine Batı Almanya’yla oynanacaktı. Dünya Kupası olmasa da, Batı Almanya’yı 1974’ün aksine kendi topraklarında yenme şansları vardı. Takımdaki dağınık hava yerini bir anda konsantrasyona bıraktı.
Maç başlar başlamaz olağanüstü bir tansiyon yeşil sahanın her bölgesini kapladı. İkili mücadeleler o kadar sertleşmişti ki oyuncular müdahalelerin ardından kendilerine gelmek için birkaç dakikaya ihtiyaç duyuyordu. Hakem için çok zor yönetilen bir müsabaka hâline gelmişti. Sertlik, tansiyonla birlikte giderek artıyordu. İlk golü bu kez ev sahibi penaltıdan bulmuştu. Almanların milli formayla tarihteki en istikrarlı isimlerinden biri Lothar Matthaus 55. Dakikada taraftarı sevince boğdu. Ancak bu gol bile Hollanda’nın konsatrasyonunda en ufak bir dağılma yaratmadı. 74’te tunuvanın en ucuz penaltılarından biri Marco van Basten’in yerde kaldığı pozisyonda Hollanda’ya verildi. Koeman, Eike Immel’i terse yatırarak skoru eşitledi. Bitime sadece iki dakika kala van Basten yeniden sahneye çıktı ve Wouters’in pasında ceza sahasında topla buluşur buluşmaz uzak köşeye topu yolladı. Maçın Hollandalı spikeri Evert van Napel pozisyonu anlatırken bütün ülkenin hislerine tercüman olmuştu adeta: “Evet, nihayet adalet!” Bu golle birlikte Portakallar bu kez istediklerine ulaştılar. Yıllardır istedikleri rövanşı, tam da istedikleri yerde almış oldular.
Bu galibiyetinin ardından oyuncular bir araya gelerek Michels’e altın bir kol saati hediye ettiler. Saati Gullit, Michels’e “Sen bizim gördüğümüz en iyi teknik direktörsün” diye taktim etti. Michels ise hediyeye kendine has yorumuyla cevap verdi: “Teşekkür ederim ama finali kazanamazsanız, saati geri veririm.”
Michels saati geri vermedi, onun yerine Sovyetler Birliği’ne karşı oynadıkları finalde kupayı aldı. Hollandalıları daha mutlu edebilecek başka bir şey yoktu. Hem Almanları kendi topraklarında yenmişlerdi hem de tarihlerinde ilk kez milli takım bazında kupa kazanmışlardı.
III
Turnuvadan sonra herkes futbolda yeni bir çağın başladığını yazıp çizdi. Genel kanı şuydu: Hollanda diğer takımlara kıyasla harika yeteneklerden oluşan bir kadroya sahipti ve uzun yıllar milli takımlar düzeyindeki turnuvalara ambargo koyacaktı. Bu düşünceyi yıkan ise yine ilginç bir rastlantı sonucunda aynı ülke olacaktı.
Avrupa Şampiyonası’ndan bir yıl sonra Berlin Duvarı’nın yıkılışı Avrupa’nın batısında çoşkuyla karşılansa da Hollanda’yı endişelendirmişti. Almanya’nın birlişmesinin ardından çok güçlü bir ülke olabileceğini düşünen Hollandalılar ilişkilerini bir türlü düzeltemedikleri Almanya’dan daha çok çekinir olmuşlardı. Bu sırada Hollanda ve Almanya yine yeşil sahada, bu kez Dünya Kupası elemelerinde iki kez karşı karşıya geldi. İki maç da berabere bitti.
1990 yılına gelindiğinde iki takım da İtalya’da düzenlenecek olan Dünya Kupası’na vize almıştı. Hollanda İtalya’ya gelirken iki yıl önceki kadrosunu hemen hemen hiç bozmamıştı. Favori gösteriliyorlardı. En iyi üç oyuncusu Gullit-Rijkaard- Van Basten üçlüsü Milan’la art arda iki Avrupa şampiyonluğu yaşamıştı. Ancak turnuva öncesi yaşanan sıkıntılar takım birlikteliğini bozmuştu. Futbolcularla, Michels’den sonra göreve gelen Thijs Libnregts’in arası açılmıştı. Bu nedenle Dünya Kupası’nda oynayacakları ilk maça 8 ay kala kadro bir araya gelmiş ve teknik direktör için seçime gitmişti. Oylama sonucunda açık ara Johan Cruyff birinci isim olarak çıkmıştı. Ancak Hollanda Futbol Federasyonu’nda milli takım teknik direktörünü seçecek kurulun başında bulunan Rinus Michels, futbolcuların kararının aksine takımın başına Leo Beenhakker’i getirmişti. Bu karar elbette kadro içindeki huzursuzluklara yeni bir boyut kattı.
Turnuvaya bu tartışmalarla gelen Hollanda çok ilginç bir rastlantı sonucu 1988 Avrupa Şampiyonası’nda olduğu gibi yine İngiltere ve İrlanda’yla aynı gruba düşmüştü. Diğer rakip ise Mısır’dı. Portakallar turnuvaya Mısır maçıyla başladı. Herkes rahat bir galibiyet öngörürken maç 1-1 berabere sonuçlandı. Grubun en zayıf takımına karşı yapılan bu puan kaybı, işi daha da kötüye götürdü. Sanki iki yıl önce Avrupa şampiyonu olan bir takım değil, yeni bir araya getirilen ve zoraki birlikteliğe dayanan huzursuz bir topluluk gibiydiler.
Gullit, çok sonraları Hollanda televizyonuna ilk maçtan sonra kampı terk etmek istediğimi söyleyip kendi kendine “Benim burada ne işim var?” sorusunu sorduğunu itiraf edecekti. Hollanda ikinci maçta bu kez de İngiltere’yle çok tatsız bir maçın ardından berebare kaldı. Son maç İrlanda’ya karşıydı. Hollanda maça fena başlamadı, 10. Dakikada Gullit’le öne geçti. 71’de Niall Quinn eşitliği sağladı. Bu dakikadan sonrası futbol adına pek de güzel değildi. Beraberlik, diğer maçın sonucuna da bağlı olarak iki takımın da gruptan çıkmasına yetiyordu. Kimsenin hücum edesi kalmamıştı. Maçın Fransız hakemi Michel Vaurot duruma isyan ederek iki takımı da yanına çağırdı ve “top oynayın” dedi. Buna rağmen maç 1-1’lik beraberlikle sona erdi ve iki takım da gruptan çıkmayı başardı.
3 maçta 3 beraberlik alan Hollanda, ikinci turda yine Almanlarla eşleşti. Duvarın yıkılmasından sonra Almanya’nın birleşmesi nedeniyle Hollanda toplumunda yükselen endişe yeşil sahada geçmiş maçların da etkisiyle yine tansiyona dönüştü. O tansiyon Dünya Kupası tarihinin belki de en ilginç 2 dakikalık sekansının doğmasına neden oldu. Maçında 20. dakikasında Rudi Völler, topu sol kanattan aldı ve bilindik dribllinglerinden birini yaptı, Rijkaard, Völler’e yaptığı hareketle onu durdurmayı başardı ancak, faul kararı çıktı ve sarı kart gördü. Völler ceza sahasına doğru yönelirken, Rijkaard arkadan ona yaklaştı ve yanından geçerken saçına tükürdü. Völler neye uğradığını şaşırmıştı. Hakemin yanına giderek saçındaki tükürüğü gösterdi ancak Arjantinli hakem Luan Loustau pek oralı olmamıştı. Devamında Andreas Brehme topun başına geçti ve ceza sahası içinde yoğunlaşan arkadaşlarına uzun bir orta gönderdi. Völler kafayı vurdu, top havalandı. Yere düşerken Hollanda kalecisi van Breukelen topu almak için çıktı, Völler de aynı yere koşusunu yaptı. Yavaşlatılıp seyredildiğinde van Breuleken gerçekten çok ilginç bir hareketle topa sahip oldu. Völler yerde kalmıştı. Olay yerine herkesten önce Rijkaard geldi. Völler’in az önce tükürdüğü saçını bu kez çekti. Bu hareketin ardından ikilinin yanına gelen hakem iki oyuncuya birden kırmızı kart gösterdi. Ancak olanlar bununla da sınırlı değildi. Rijkaard oyunu terk etmek üzere dışarı yürüyen Völler’in arkasına sinsice sokuldu ve aynı yere bir kez daha tükürdü. Völler, Hollandalı’ya sert bir bakış attı ama herhangi bir harekette bulunmadı ve koşarak sahayı terk etti.
Almanya önce 51’de Klinsmann, Ardından 82’de Brehme’nin golleriyle 2-0’ı buldu. 89’da Koeman’ın penaltısı farkı bire indirse de kazanan Almanya olmuş, Hollanda bu son derece ilginç olayların yaşandığı maçın, tıpkı 1974’teki gibi kaybedeni olmuştu. Maçın ardından tükürükleri nedeniyle ‘lama’ lakabı takılan Rijkaard, Völler’in kendisine hakaret ettiğini, bu nedenle tükürdüğünü açıklasa da, ilerleyen yıllarda aslında ortada herhangi bir hareketin de olmadığını söyleyecekti: “Hakaret yoktu. Her zaman Rudi Völler’e karşı saygı duydum. Ancak kırmızı kart gördükten sonra bir çılgınlık yaptım. Maçtan sonra onunla konuştum ve özür diledim. Kabul ettiği için çok mutluyum.”
Bu maçtan önce Beenhakker’in yanına gelip “Bu maçı kazanan şampiyon olacak” diyen Franz Beckenbauer haklı çıktı ve Almanya, dünya şampiyonu oldu. Hollanda ise kupada dört maç yapmasına rağmen o turnuvada hiçbir zaman takım olamadı ve ülkesine eli boş döndü. İki sene önce Avrupa’nın zirvesine çıkan takım, dünya arenasında çöktü.
Almanya ve Hollanda arasındaki ilişkiler bugünlerde en iyi noktasına varmış durumda. Hatta Wielenga’ya göre sıkıcı bir şekilde normal boyutta. Ancak iş futbola geldiğinde her şey unutulmuş değil. 2013’ün Noel günlerinde Hollanda, Almanya’yı Amsterdam’da konuk ettiğinde eski adıyla Amsterdam Arena’yı dolduran taraftar rakibi yine yuhalamıştı. Aralarındaki rekabet hiçbir zaman saha dışı şiddet olaylarına taşınmasa da tarihin eski dönemlerinde başlayıp, İkinci Dünya Savaşı’yla travmaya dönen ilişkiler futbol sahasında zaman zaman kendini göstermeye devam etti. İki ülke arasındaki tansiyon, yeşil sahaların en unutulmaz maçlarının oynanmasına ve en garip hikâyelerin ortaya çıkmasına vesile oldu ve görülen o ki yenilerinin olmaması için hiçbir sebep yok.