Röportaj: Sezgin Rızaoğlu – İlhan Özgen
Türkiye Milli Takımı, 1950 Dünya Kupası’nın düzenlendiği Brezilya’ya ekonomik nedenlerden dolayı gidememişti. Ama 1954’de İsviçre’de yapılan beşinci Dünya Kupası’nı ise es geçmedi. İspanya’yla yapılan Dünya Kupası elemelerinde, ardından Dünya Kupası’nda Turgay Şeren’le birlikte kalemizi koruyan Şükrü Ersoy’un kapısını ikinci kez çaldık ve o günlere dair uzun uzun konuştuk.
1954 Kupası maceramız elemlerdeki İspanya karşılaşmalarıyla başlıyor diyebiliriz. İlk maçımız da deplasmanda, Santiago Bernabeu Stadı’nda…
O Bernabeu acayip bir stattı yahu! Biz hep alışmışız, seyirci ile saha arasında atletizm pistlerine… Oraya bir gittik, seyirci sahanın içinde, arada hiçbir şey yok. Oyuncuyu daha da heyecanlandırıyor, mesafenin az olması. Ama tabii ev sahibini daha çok motive ediyor.
O maçta kalede siz varsınız değil mi?
Evet, ilk maçta Madrid’de ben oynadım. İlk devre 1-1’di. Sonra 4-1 mağlup olduk. Hatta o maçta enteresan bir anım da var. İspanyolların sol açıkları çok tehlikeli bir adamdı, o gün de sağ bekte Müjdat Ağabey (Yetkiner) oynuyordu… Adam, Müjdat Ağabey’i yatırdı yere, bir şut çıkardı… Atladım soluma doğru, top elime vurdu… Sonra bir baktım top önüme düşmüş, “Ulan, herhalde vurduk ya direğe çarpıp önümüze düştü” diye düşünüyorum. Böyle olunca durum, bir hamle daha yaptım, topun üstüne kapandım. Meğer top iç direğe vurmuş, gol olmuş da benim haberim yok… Seyirciler falan ayağa kalkmış meğer çoktan!
İlk maçta 4-1 yeniliyoruz, ardından rövanş maçı burada. Nasıl bir ortam vardı?
Zaten döndüğümüzde herkes skoru normal karşıladı, aramızda o kadar fark vardı ki… İspanya’yı eleyeceğimiz, oraya gideceğimiz, maceradan başka bir şey değildi. Buradaki maçı da kazandık ama futbolun cilvesi işte; biz attık, onlar atamadı. 1-0 yendik.
Fark var dediniz ama Türkiye Milli Takımı da; Suat Mamat, Lefter, Burhan Sargın gibi çok önemli oyunculara sahipti…
Lefter büyük futbolcuydu. O zaman istese milletvekili bile olurdu. Ben, Lefter’den önce başladım oynamaya, daha lisansı çıkmamışken bizimle genç takımda oynamıştı. Hakikaten Avrupa’da yaşamış olsa başka türlü bir efsane bile olabilirdi. Suat Mamat da iyi futbolcuydu. Onunla askerdeyken Karagücü’nde oynamıştık. Hatta Gündüz Ağabey’e (Kılıç) ben tavsiye ettim Suat’ı, o da Galatasaray’a aldı. Burhan (Sargın) öyle teknik filan değildi ama çok fırsatçı bir golcüydü. Zaten golcülük başka bir meslek, doğru yerde olabilme yeteneği o…
O zaman teknik daha ön plandaydı. Şimdi koşu, pres, kademe… Bunlar apayrı bir boyutta. Böyle olunca da futbolculara hareket edecek, tekniği defalarca gösterecek alanlar kalmıyor. Ronaldo, Messi gibi nadide isimler var ama geneli mekanik bir futbol oynuyor. Bir de futbolun oynanışı falan da farklıydı. Bizim zamanımızda iki bek, karşı sahaya geçmezdi bile, mesela Küçük Fikret (Kırcan) harika bir oyuncuydu ama kafa bile vurmazdı topa!
O takımın bir farkı vardı; o zaman milli takım oyuncuları tüm ülkede tanınırdı, şimdi milli takımı tanımıyorsunuz. Hâlâ bile zaman zaman karşılaştığım insanlar, 1950’lerdeki Fenerbahçe’yi sayıyor. Şimdi bugünün takımını, 60 yıl sonra kim sayabilir?
İspanya eşleşmesine dönersek, statü gereği tur üçüncü maça kaldı. O maç da tarafsız sahada Roma’ydı. Orada oynanmasının bir nedeni var mıydı?
Zaten en baştan statü belliydi, üçüncü maça uzarsa Roma’da oynanacaktı. Hemen üç gün sonra Roma’ya gittik.
İstanbul’daki maçı kazanınca, Roma’daki maç için de bir umut doğdu değil mi?
Aslında ümidimiz yoktu. Dediğim gibi o zaman İspanya çok güçlüydü. Aslında tur atlayanın biz olmamamız lazımdı ama oldu işte!
Takımın başında İtalyan Sandro Puppo vardı. Özellikle İtalya’ya gittiğinizde Puppo ya da daha önce Fiorentina’da oynamış olan Lefter’e ilgi var mıydı?
İtalyanlar, kendi takımları olmadığımız için çok da ilgili değillerdi. Tarafsız sahada olunca çok da seyirci yoktu, iki takımın da…
Roma’daki maçta siz de oynadınız…
Üçüncü maçta ikimiz de oynadık. Turgay sakatlandı, o zaman sadece kaleci değişikliği hakkı vardı. Ben girdim oyuna. Gayet de iyi oynadım. Yani öyle söylediler… Hatta o maçtan sonra Juventus istedi diye dedikodular da çıkmıştı. Beraberlik bozulmayınca iş kuraya kaldı, şanslı olan bizdik ve 1954 Dünya Kupası’na gitme hakkı elde ettik.
O kura nasıl gerçekleşti? Franco diye bir çocuk çekmiş kurayı.
Kura çekilecek. Puanlar eşit. Averaj yok o zaman. Onlar bizi yendi. Biz burada onları yendik. Üçüncü maç da berabere kalınca (1-1) bu sefer de sıra kura çekimine geldi. Hakem orta yuvarlağa geldi, kupanın içine takımlarının adının yazılı olduğu kâğıtları koydu. Oradan bir çocuk çağırdılar. Franco’ymuş ismi. Bir çekti… Türkiye… Biz çıkınca birbirimize girdik tabii, muazzam bir hadise. Ama İsviçre’ye gidince olayın kıymetini anladık, daha da heyecanlandık, çünkü her şey İspanya’ya göre hazırlanmıştı. Bütün tabelalarda falan hep İspanya yazıyor. Sonra üstünü çizmişler. Türkiye yazmışlar.
Franco’yla kutladınız mı zaferi?
Çocuğu öptük falan ama idareciler ve gazeteciler daha çok ilgilendi. Biz curcunadan haşır neşir olamadık. Çocuk ülkede de çok popüler oldu tabii. Ama şimdi olsa o çocuktan çok malzeme çıkarırdık. O zaman da gazetelerde çıktı ama bugün olsa iyice ünlü olurdu. 64 sene öncesinden bahsediyoruz, o zamanlar bu kadar teknoloji falan yok ki…
Dünya Kupası’na katılıyor olmak nasıl bir duyguydu?
Tabii büyük olay… Bir de o zaman bu kadar takım da katılmıyordu. Şimdi kupa bir ton gruplara ayrılıyor.
Dünya Kupası’na nasıl hazırlandınız?
Hazırlık evresini Yıldız Parkı’nda yaptık. Şimdi çağ değişti, eskiden Milli Takım’da oynamak önemliydi. Oynayan abilerimize bakardık “Bu nasıl insan” diye. Yemeklerimiz eski Liman Lokantası’ndan gelirdi. Boyuna koşardık, sonrasında idman… O günlerde tek idman olurdu. Onda da sürekli koşardık. Antrenmandan sonra da odalarımıza çekilirdik. O dönemde nerede şimdiki oteller; ranzalarda yattık.
Yıldız Parkı’ndan önce bir de Yalova kampınız var…
Yalova’nın dışında bir hotelde kaldık. Oraya sadece dinlenmek için gitmiştik. Sanırım bir hafta kalmıştık.
Uzun kamplar çok keyifsiz bir şeydi sanırım…
Tabii ki… Çok sıkılırdık, odalardan hiç çıkmazdık.
Yıldız Parkı’na ranzalar konuldu diyorsunuz ama Dünya Kupası’na gidince otelde, profesyonelce ağırlandınız. O dönem Avrupa ile aramızda çok fark var diye düşündünüz mü?
Dünya Kupası’ndan ziyade, Almanya seyahatini unutamıyorum. 1951’de Almanya’ya ilk gidişimizde sokakları yıkık bulduk, o dönem Berlin’de savaş sonrasının etkisi vardı. İlk yemeğimizi baraka gibi bir yerde yedik, yine de yemekler güzeldi. Bize “Bir dahaki gelişinizde sizi çok daha güzel ağırlayacağız” dediler, hakikaten sonraki yıllar çok güzel ağırlandık.
Sandro Puppo nasıl bir antrenördü?
Çok sakin, beyefendi bir insandı. O zaman milli takımda az maç oynadığımız için hocalarla da az zaman geçiriyorduk, o yüzden Puppo’yu çok da yakından tanımıyorduk. Ama tarzı farklıydı. Zaten her hocanın farklı tarzları olur. Mesela diğer milli takım hocaları Molnar’ın, Szekely’in tarzları farklıydı. Örneğin ben ilk kez Szekely’in antrenmanlarında kalecinin çalıştırıldığını gördüm. Sandro Puppo’da öyle bir şey yoktu.
Yabancı antrenörlerin yerli hocalara göre çok daha disiplinli olduğu söylenir. Öyle miydiler?
Ben öyle bir şey görmedim. Tam tarzı onlar sanki daha rahattı. Çünkü bizi tanımıyorlardı. Esas disiplini sağlamaya çalışan yöneticilerdi. Peşimizden ayrılmazlardı. Sürekli odalarımızı kontrol ederlerdi.
O kupa kafilesinde sizinle birlikte gelen ilginç bir isim var: Masör Yorgo Tagar…
Esas boksördü o. Sonrasında masörlük yapmaya başladı. Milli takımın da masörüydü. Bizim zamanımızda epey ismi olan biriydi. İlk defa Galatasaray’da, içerisinde elektrik lambalı aletleri olan bir masaj salonu açmıştı. Ayaklarımızı o aletlerin içine sokuyorduk. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki bir taraflarımız yanmamış o zamanlar.
Dünya Kupası’na katılırken yetkililer size prim olarak ne verdi?
Nasihat! Bir de İsviçre’ye giderken elbiseler aldık. Şimdilerde Milli Takım’da prim alınıyor, o zamanlar prim almak ne demek ya? O formayı giymek başlı başına acayip bir şeydi. Şimdi para alıyorlar, biz para verecek durumdaydık.
Dünya Kupası için İsviçre’ye gittiğinizde sizi şaşırtan neydi?
Sahalara şaşırmıştık. Nerede çim görsek hemen üstüne yattık. O zamanlar bizde nerede öyle sahalar. Dolmabahçe sahası mesela… Oynamayı bırak, bizim zamanımızda orada yürümek bile zordu.
Organizasyon nasıldı?
Her şey yerli yerindeydi. Hiçbir sıkıntımız olmadı.
İlk maç Batı Almanya…
Çok koşuyorlardı ya! İlk maçta Turgay oynadı, 4-1 bitti. Kimse o zaman Almanya’dan böyle bir başarı beklemiyordu ama onların da çıkış senesi oldu. Orada şampiyon oldular ve bir ‘Alman Ekolü’ fırtınası başladı tüm dünyada. Her şeyi planlanmış bir takımdı. Biz Dinyakos giyerken onların ayakkabıları falan özel yapılmıştı.
Kupada ikinci maç Kore takımıyla… Onlar nasıldı?
Kore bizden kötü takımdı. Aslında bilinmeyen bir takımdı ama oynayınca onlardan iyi olduğumuzu gördük.
Turnuvadaki ilk maçta Turgay Şeren kaledeydi. İkinci maçta, Kore karşısında kaleye geçmek gibi bir beklentiniz var mıydı?
O Dünya Kupası’na gidilmesinde benim rolüm vardı. İspanya ile oynadığımız üçüncü eleme maçında iyi bir performans göstermiştim. Turnuvada ben bekliyordum ki; Turgay ilk Batı Almanya maçında oynar, ikinci Kore maçında da ben oynarım. Ama iki maçta da Turgay oynadı. Tekrar Batı Almanya ile oynayacağımız üçüncü maçta ise beni oynattılar. Bazıları soruyor, o maçta da Turgay oynasaydı ne olurdu diye… O oynasaydı değişen bir şey olmazdı. İlk maçta zaten o da 4 gol yemişti. Bu maçta da oynasaydı benim gibi 7 yemezdi, 5 yerdi…
O kupada ilginç bir fikstür vardı. Batı Almanya, Kore ve Macaristan ile aynı gruptayız. İlk maçta Batı Almanya ile oynuyoruz ve 4-1 kaybediyoruz. İkinci maçta Kore’yi yenince üçüncü maçta bahsettiğiniz gibi yine Almanlarla oynuyoruz. Kore maçından galip gelince bu sefer Batı Almanya’yı yeneriz dediniz mi? Yoksa cidden zor muydu o Almanları yenmek?
Yenemezdik. O maçta ben oynadım, 7-2 bitti. Ama o maçta bir kişi eksik oynadık. Çetin (Zeybek) sakatlandı, o vakit oyuncu değişikliği hakkı da olmayınca 10 kişi kaldık. Almanlar o dönemde öyle bir takımdı ki; dünyayı yeniyorlardı. Kaptan Fritz Walter, Helmut Rahn, kaleci Toni Turek… Çok acayip bir takımdı. Hatta biz elendikten sonra yurda döndük. Kupa devam ediyordu. Buradakilere Almanların ne kadar iyi olduğundan ve şampiyon olacaklarından bahsediyorduk. Kimse umursamıyordu. Çünkü herkes Macarların çok iyi olduğunu konuşuyordu. Bizim ise gördüğümüz şey, o Batı Almanya takımının rakipsiz şampiyon olacağıydı.
7-2’lik maç sonrasında Ulvi Yenal ile bir anınız var…
Ben 7 tane yedim. Maçtan sonra üzgünüm tabi ki… Otobüse gidiyoruz. Yenal da kafile başkanı. Yanıma geldi, yüzümü okşayarak “Ya üzülme, ben de altı tane yemiştim, bekliyordum birinin beni geçmesini. Şimdi de sen yedi yedin. Üzülme, bu kaleciliğin yazgısı” dedi. Üstüme kaldı. Faturayı birine kesmem lazım. Bekliyorum biri benden fazla gol yesin… Yaşar sekiz gol yiyince, gittim alnından öptüm. “Güle güle kullan” dedim.
Evet, o dönemde iz bırakan takımların başında Macarlar geliyordu. Puskas… Hidegkuti… Kocsis… O takımı oradayken izleme şansınız oldu mu?
Yok, nereye gideceksin… Sürekli hoteldeydik… Doğru düzgün şehri gezme fırsatımız bile olmadı.
O dönemki Batı Almanya için sert bir takımdı yakıştırması yapılıyor. Sizce öyle miydi?
Çok sertlerdi diyemem ama futbolun getirdiği bir sertlikleri vardı. ‘Erkek oyunu’ tabirinin hakkını veriyorlardı.
O yıllarda aslında Milli Takım’da iki farklı kaleci ekolü var. Siz ve Turgay Şeren…
Ben çizgi kalecisiydim… Kaleye gelen şutlara hamle yapardım. Plonjon yapardım. Hatta gazeteciler özel poz alırlardı. O zamanlar gazeteciler sahada yanımıza kadar gelirlerdi. Böyle iyi bir poz yakalayamadıklarında “Şükrü Abi, bir şey yap.” derlerdi. Ben de bir plonjon yapardım. Ertesi gün gazetelerde o fotoğraf çıkardı. O dönemde çizgi kaleciliği revaçtaydı. Hatta o yıllarda Türkiye’ye Allen diye bir İngiliz kaleci gelmişti. O ilk kez çıkıyordu. İşte Turgay da o ekolden gitti. O da çizgiden çıkardı, topu yumruklardı. Şimdiki kalecilerin ayakları çok iyi olmalı.
1954 Dünya Kupası’nda başarısız olmamızın nedenlerinden biri de, o dönemde çok fazla milli maç yapmamış olmamız diye yorumlayanlar var. Buna katılıyor musunuz?
Evet, çok fazla milli maç olmazdı. Ama sonucu ona bağlayamam. Çünkü o zamanlar şimdikinden çok daha fazla birliktelik vardı. Ligde, maçta rakip olsak da sonrasında birlikteydik. Birbirimizin nasıl oynadığını bilirdik. Şimdi öyle mi, herkes farklı yerlerde…
NOT: 1954 Dünya Kupası’nda mücadele eden ve teknik direktörlüğünü İtalyan Sandro Puppo’nun yaptığı A Milli Futbol Takımımızın kadrosu şöyleydi: Turgay Şeren (Galatasaray), Şükrü Ersoy (Karagücü), Rıdvan Bolatlı (Karagücü), Basri Dirimlili (Fenerbahçe), Mustafa Ertan (Karagücü), Naci Erdem (Fenerbahçe), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Necmi Onarıcı (Adalet), Rober Eryol (Galatasaray), Erol Keskin (Adalet), Suat Mamat (Galatasaray), Coşkun Taş (Beşiktaş), Feridun Bugeker (Fenerbahçe), Burhan Sargın (Fenerbahçe), Lefter Küçükandonyadis (Fenerbahçe)