Fenerbahçe dendi mi akla gelen isimlerden biri Şükrü Birant. Yıllarca sarı-lacivertli takımın sağ bekinde forma giyen, şampiyonluklar kazanan unutulmaz savunma oyuncusu, başarılı yeşil saha kariyerinden sonra sahnelere adımını atmış ve müzikte de kendisini kanıtlamıştı. Birant ile beş kupalı sezondan Maksim hatırlarına kadar uzanan futbol ve sahne geçmişini konuştuk.
Ankara doğumluyum. İlkokulun bir kısmını Adapazarı’nda tamamladım. Sonra Ankara, İsmet Paşa İlkokulu’na, Cebeci Ortaokulu’na ve en son Yıldırım Beyazıt Lisesine gittim. Bu arada tabii başımızdan bir sürü olay geçti. Ancak özetleyecek olursak; en son İstanbul, üniversite, futbol, Fenerbahçe ve Milli Takımlar olarak devam ediyor. Sonra da bu yaşımıza kadar geldik.
Çocukluğumuzda Basri Dirimli hayranıymışsınız…
Tabii, bizim çocukluğumuzda örnek alınacak çok futbolcu vardı. Bizler onlar gibi olmak isterdik. Kim mesela? Fenerbahçe’den Basri Dirimli. Ben Basri ağabey gibi olmak istiyordum.
Peki, defans olma sebebiniz de o muydu?
Evet, Basri ağabeydi. Hatta bilirsiniz, Basri Dirimli Kıbrıs’ta mücahitlik yapmıştı. Onun vefatından sonra da ben Fenerbahçe’de genel sekreterlik yaparken, Kıbrıs’ta evinin olduğu sokağa adını verdiler. Büyük Fikret, Ertan Bey, Erdal Kocaçimen, Melih Ilgaz, Ömer Kaner ve Basri ağabeyin oğlu, hep beraber Kıbrıs’a, sokağın açılışına gitmiştik. E, tabii herkesin bildiği gibi onun lakabı “Mehmetçik”ti.
Biz de demin söylediğim gibi onu örnek alıyorduk. Zaten o dönemde örnek alınacak kişiler belliydi…. Metin gibi santrafor, Turgay gibi kaleci, Basri gibi “Mehmetçik” olmak istiyorduk. Hayatımız böyle geçti. Sonra tabii şartlar değişti. Belki de kim bilir, bizden sonraki çocukların rüyasında da bizim gibi olmak vardı. Bizim gibi olmak isteyen bir sürü çocuk yetişti.
PTT’den Fenerbahçe’ye transferiniz nasıl oldu? Babanız üniversite şartı koymuş galiba?
E, tabii babamın bir şartı vardı. “Fenerbahçe’ye gideceksin ama üniversite mezunu olacaksın.” dedi. O dönem Fenerbahçe yöneticisi olan Müslüm Bağcılar’la mukavele imzalarken de bu cümleyi söyledi. Hakikaten de Müslüm Bağcılar, benim abim oldu. Tahsil hayatımı bitirmemde tamamen onun katkısı var. Ev tutmuştuk o zaman bana. Ancak evimde sadece ben oturmadım. Ali İhsan (Okçuoğlu), Ziya (Şengül) birlikte oturduk. Sonra Yaşar (Mumcuoğlu) geldi, Bülent (Buda) geldi ve ev büyüdü. Daha sonradan Beşiktaşlı futbolcular geldi. Örneğin; Ahmet (Özaçar), Allah rahmet eylesin Yusuf (Tunaoğlu)… Yani o ev sanki bir fair-play evi gibiydi.
Fenerbahçe’ye geldikten sonra da defans, sağ açık oynamaya devam ettiniz. Ancak antrenörünüz Oscar Hold bir maçta sizi forvet de oynatmış…
Ben Fenerbahçe’de defans da oynadım, sağ kanatta da oynadım. Hatta sağ kanat oynadığım ilk maçta İzmirspor’a iki gol atmıştım. Ondan sonra da çok gol attım. O dönemlerde Oscar Hold bir ekol yaratmıştı. İngiliz bir teknik direktördü her şeyden evvel. O zamanlar bekler çakılı oynardı ama biz öyle oynamazdık. Ben hep sağ açık gibi oynardım. Bugünkü Gökhan Gönül’ün yapmak istediğini biz 50 sene evvel yapardık.
Zaten bu ekol de devamında beş kupalı altın bir dönemi getiriyor…
1964’ten sonra bize antrenör Abdullah Gegiç geldi. Biz, Gegiç’in sayesinde hakikaten büyük aşamalar kaydettik. O da Partizan’ı Avrupa Kupası’nda final oynatan antrenördü. İstasyon çalışmaları dediğimiz çalışmalar vardır futbolda. Onunla beraber yapmaya başladık. Çok iyi kondisyon yüklemişti bize. O gittikten sonra da Ignac Molnar geldi ve beş kupalı dönem yaşandı. Ancak Molnar’ın antrenmanlarıyla değil, Gegiç’in yapmış olduğu antrenmanlarla gelmiştik o seviyeye. Öyle muhteşem bir sene geçti ve beş kupa aldık. Sonra menüsküs sakatlığım başladı. Romanya’ya gittim, ameliyat oldum. O arada da Fenerbahçe’ye Traian Ionescu geldi. Onunla da şu an, bugün bile konuşulan altı gol yediğimiz sezonu yaşadık. Dünyada bir rekordur, Fenerbahçe defansının bu şampiyonlukta sadece altı gol yemesi. O altı golden birini de biz kendi kalemize attık. Aslında beş gol yemiştik.
Balkan Kupası’nı da o dönem kazanmıştınız ve bir Türk takımının uluslararası alanda kazandığı ilk kupaydı.
Evet, genelde insanlar bu kupayı Avrupa’da kazanılan ilk kupa olarak kabul etmezler. Şampiyon Kulüpler Kupası ön elemesinde Csepel’i eleyerek Avrupa’da ikinci tura kalan ilk takım da Fenerbahçe’dir. Bunu herkesin bilmesinde fayda var.
Jübilenize gelirsek, İnönü Stadı’nda yapıldı değil mi?
1974 senesi, Didi bizim antrenörümüzdü. O sene şampiyonluk maçı yapıyoruz ve şampiyon oluyoruz. Didi’nin de ilk senesi. Hatta benim de okuduğum marş vardır “Kalplere fetheden renkler, yaşa Fenerbahçe” diye. O dönem Türkiye’de 2-3 gazino var, biz de Çakıl Gazinosu’na gitmiştik. Gönül Yazar hanımefendi sahneye çıktı. Hatta o gece Gönül Yazar, eşime dönüp espriler yapınca bir kıskançlık oluşmuştu. Gönül Hanım beni sahneye davet etti, ben de iki tane şarkı söyledim. Ondan sonra “Vay Şükrü” falan derken ertesi gün Ekrem Bora, Sadri Alışık, Öztürk Serengil ki hepsi çok iyi Fenerbahçelilerdi. Benim evime geldiler, “Aman Şükrü, sahneye çıkmalısın Osman Kavran seni istiyor” dediler. O seneye kadar Fenerbahçe’de 10 senede 318 maç oynamışım. İyi bir transfer teklifi yaptılar, Fenerbahçe’den de 40 bin lira alacağım var transfer bedeli olarak. O arada futbola göre sahne cazip geldi. Yönetimden izin aldım, “Datcu ile jübile yapar mısın?” dediler, “Neden yapmayayım?” dedim. 20 Mayıs’ta jübilemizi yaptık, çok güzel oldu. Bir sürü sanatçı geldi, o zamanlar kadınlar takımı kurulmuştu: Dişi Kramponlar. Kadınlardan oluşan Dostlukspor, kendi arasında maç yapmıştı. O dönem kız takımları kurmak UEFA tarafından zorunlu tutuluyordu. FIFA’ya ve UEFA’ya bağlı 200 küsur takımın kız takımları kurması gerekiyordu. Bir de o dönem çok farklı takımlar vardı; eski şöhretler, gazeteciler kendi aralarında maç yaparlardı. Fikret Hakan’dan Sadri Alışık’a, aklına kim gelirse orada olurdu. 1974 senesinde öyle takımlar vardı. O zamanlar jübileler şölen gibi olurdu, Fenerlisi Galatasaraylısı hep beraber kutlarlardı.
Sizin futbolculuğunuz dışında bir de müzik kariyeriniz var. Müziğe ilginiz nasıl başladı?
Türk Sanat Müziği sevgisi önceleri evde ve çeşitli yerlerde her çocuğun yaptığı gibi “Daha dün annemizin kollarında yaşarken…” gibi şarkılar söylüyordum. Sonra sesimin güzel olduğunu söyleyen bir takım insanlar oldu çevremde. Pikniklere giderken kamyon kasalarında söylerdim. Düğünlerde şarkı söylemeye başladım daha sonraları. Hatta çocukken Ankara, Aydınlıkevler’de oturuyorduk. Karşımızda da çamlık vardı. Mahalle maçlarından sonra oraya gider, kaçamak iki tane bira içerdik. Ondan sonrada da bizimkiler bana şarkılar söyletirdi. Sonra şarkı söylemek hobi haline geldi. Ardından da futbol kariyerim ve kamplar başladı. Futbol kampları, Milli Takım kampları, Milli Takım otobüs seyahatleri… Buralarda hep şarkılar söyledim.
Ailenizde müzisyen var mıydı?
Hayır, müzisyen yoktu. Ama aileye baktığınız zaman herkesin sesinin güzel olduğunu görürsünüz. Hatta bir yeğenim öğretmen ve Serdar Ortaç’ın vokalistliğini yapıyor.
Gönül Yazar’ın sizi sahneye davet ettiği tarih nedir?
1974 yılında, şampiyon olduğumuz sene. Şampiyonluğu garantilediği zaman (14 Mart 1974). Zaten o yıl, Fenerbahçe’nin Didi’yle ilk şampiyon olduğu seneydi. Zaten Didi’yle iki kez şampiyon oldu. İşte zaten Fenerbahçe’nin şampiyonluğu garanti olduğu için oraya gittik. Şampiyonluğu kutlamaya gittik yani. Maçlarımız bitmişti. Bir maç vardı zannedersem.
Sahneye çıkmaya ne zaman başladınız?
Ben zaten Fenerbahçe’ye geldiğim zaman Türk Sanat Müziği derslerini Necmi Rıza’dan almaya başlamıştım. Mesela ondan sonra da sahneye çıkmamın perde arkasında Yavuz Bayraktar abimiz vardı, gazeteciydi. Münir Nurettin Selçuk vardı, Türkiye’ye gelmiş geçmiş en büyük gazinolarında sahne alan sanatçı. O da Türk müziğinin devidir. Üstelik Fenerbahçeli ve Fenerbahçe’nin B Takımı’nda forma giymiştir. Türkiye’nin ilk smokin giyen sanatçısıdır, daha doğrusu Zeki Müren’den evvel… Münir Nurettin mikrofonsuz bir şarkı söylerdi, yer gök inlerdi. Ondan icazet almamız icap ediyordu. Onun icazetini aldık ve tabi sahneye başladık. Sahneye başladığımız zaman çok şey bildiğimizi zannediyorduk. Sahneye başladıktan sonra fazla bir şey bilmediğimizi anladık. Çünkü Türk Sanat Müziği’nde yüzlerce makam var. 400 küsur, 500’e yakın makam. Her makamın binlerce eseri var. Bizim bildiğimiz beş yüz, bin, bin beş yüz şarkı Türk Sanat Müziği’nin içerisinde bir çekirdek gibi kalır. Biz de dedik ki bari en iyisini yapalım ama okuduğumuz şarkıları doğru dürüst okuyalım. O zaman “Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme” diye bir şarkı vardı. Onunla başladık. Ve böylece sahne hayatına girdik ama nereye kadar gitti derseniz gazinolar kapanana kadar… Bütün sanatçılar benimle çalışmak isterdi. Solist altı olarak. Çünkü neden, Fenerbahçelilik var, sporculuk var , sevilmek var, sevmek var diyelim.
Sanat hayatınızda sahneyi kimlerle paylaştınız?
Müzeyyen Senar’dan, Neşe Karaböcek’ten tut da Nesrin Sipahi, Emel Sayın, Sevim Tuna, Muazzez Abacı, Gönül Akkor’a…Yani kimi istiyorsan onlarla beraber sahneye çıktım. Daha bir sürü sayamadığım sanatçı vardı.
O dönemin gazinolarını anlatmak isterseniz…
Tabi evvelden gazinolar farklıydı, bir fasılla başlardı. Özel fasıl müşterileri vardı. Sanatçılar çıkardı sırayla. Halk müziği sanatçısı çıkar, komedyen çıkar, dansöz çıkar, solist çıkar. Çok güzel müzikholdü. Fakat bu müzikholler zaman içerisinde, 90 senelerinden sonra pahalı geldi halka. O zaman bir takım sanatçılar çıktı. Onlar da çok değerli sanatçılardı; Ümit Besen, Ferdi Özbeğen gibi… Onlar piyanoyla çalmaya başladılar. Gazetelere ilan veriyordu gazinolar, ilanlardan kurtulmak için gazinoların hepsi tek tek kapandı. Tabi bu gazinoların en önemlilerinden bir tanesi de Maksim Gazinosu’dur. Maksim Gazinosu’nda ben de çok okudum. O kapanınca Türkiye’de Türk Müziği’ne karşı ilgi de azaldı. Hatta şuna üzülüyorum, tahminimce herkes de üzülür: Televizyonlarda bile artık Türk Müziği’ne ilgi az.
Maksim Gazinosu’na çıkma hikayeniz nasıl oldu?
Sahneye çıktığınız zaman her gazinodan teklif gelirdi. Herkes sizinle beraber çalışmak istiyordu. Çalışınca da müşteri geliyordu. Çünkü hiçbir gazino müşteri getirmeyen bir sanatçıyı çıkarmak istemez. Gazino dolsun, para kazansın ister. Maksim’den de öyle bir teklif aldım. Mesela bizim okuduğumuz gazino ful olurken bizden çok daha bilgili olan sanatçıların okuduğu gazinonun iki masası vardır. Ama bizim okuduğumuz, halkın görmek istediği insanların çıktığı gazino dolu olurdu. Belki, sesim bile ondan kötüdür.
Peki sahne hayatında hiç zorlandınız mı? Sizin gibi hem futbol hem de müzik ile ilgilenen Yavuz Şimşek de sahneye çıkmış, fakat sahne hayatı zor diye bir açıklamıştı.
Açıkçası ben zorlanmadım, çünkü zorlanacak bir şeyim yoktu. Bir insanın makamları, usulleri bildikten sonra zorlanmasının bir manası yok.
O dönemde Türk Sanat Müziği’nde en çok hangi bestekarların eserlerini icra etmeyi seviyordunuz?
Türk Sanat Müziği bestekarların hepsi birbirinden kıymetlidir. Saadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Avni Anıl olmasaydı Türk Sanat Müziği olmazdı. Türk Sanat Müziği bir derya. Bu deryanın içerisinde biz bir zerre olduğumuzu kabul ediyoruz. Türk Sanat Müziği’ni kim biliyorum diyorsa yalan söylüyor demektir. Çünkü Türk Sanat Müziği bilinmez, yorum yapılır uygulanılır. Bugün radyo sanatçıları bile makamların adını sayamaz. 400, 500 tane makam. O makamların adını radyo sanatçıları sayamazken, bunun üniversitesi olurken birisinin çıkıp da ben Türk Sanat Müziği’ni biliyorum demesi herhalde ayıp olur.
Hiç sahne hayatınıza dair ilginç bir anınız var mı?
Sahnede o kadar çok anılar vardı ki… Sahne kenarına bir sürü sanatçılar gelir. Bazen hasta olursunuz, sesiniz kısılır ama o sahneyi doldurmak mecburiyetindesiniz. Bir de benim bir yanılgım vardı. O zaman gecede üç dört bin lira veriyorlardı. Bugünkü kırk altına tekabül ediyordu. 365 ile çarptığın zaman büyük para. Ben öyle zannediyordum ilk seferde. Fakat orada yanılıyorsun, öyle olmadığını sonra anlıyorsun. Sahneye çıkıyorsun, 15- 20 gün program yapılıyor. İki ay dinleniyorsun. İki ay sonra tekrar okuyorsun. O arada terzi geliyor, kostümcü geliyor, afişçi geliyor, şu geliyor, bu geliyor… Bir bakıyorsun, aldığın para gitmiş. Bu arada işini oraya kaydırdığın için de artık ona devam etmek mecburiyetindesin. Repertuar çalışman, hocalardan ders alman, kendini hazırlaman gerekiyor. Bunlar dışarıdan görüldüğü gibi cazip veya kolay değil.
‘Yaşa Fenerbahçe Marşı’nın kaydına dönecek olursak…
O şarkıyı evvelden Fecri Ebcioğlu yazdı, Şerif Yüzbaşıoğlu aranje etti. Biz o şarkıyı söylerken bütün eski Fenerbahçeli futbolcular stüdyoya girdik. Osman Arpacıoğlu, Yılmaz Şen, Ziya Şengül, Cemil Turan… Ama onlar söyler gibi yaparken Nesrin Sipahi’yle biz de marşı okuyorduk. O kayıttaki ses benim ve Nesrin Sipahi sesi.
Kamplarda şarkı söylediğinizden bahsettiniz. Hangi şarkıyı daha çok söylüyordunuz?
Genel bir şarkı yoktu. Kampta moralimiz bozuksa üzüntülü şarkı, mutluysak neşeli şarkı söylerdim. Çünkü repertuarım geniş olduğu için duruma göre, ortama göre söylerdim. Mesela çocukken ablamın düğününde söylediğim bir türkü vardı: “Caminin Müezzini Yok” Bazen onu da söylerdik.
Peki takımda sizin dışınızda kimin sesi güzeldi? Sesiyle ön plana çıkan başka bir takım arkadaşınız var mıydı?
Sanırım yoktu. Olsaydı söylerlerdi zaten.
Günümüzle biraz karşılaştırırsak. 60’lı, 70’li yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyada müzikle ilgilenen çok sayıda futbolcu var. Sadece müzik de değil hatta, sinemayla da ilgilenen çok var. Ama günümüzde artık bu tarz isimler çıkmıyor. Sizce ne zaman değişmeye başladı bu yapı? Ya da niye böyle oldu?
Şu anda bilmiyorum ama şöyle bir misal vereyim. Bugün bir aileyi düşünün. Evin içinde aynı yerde oturuyorlar. İki çocuk, evin reisi, hanımı… Dördünün elinde telefon var. Telefonlarla oynuyorlar, birbirleriyle bile konuşmuyorlar. Yani teknoloji artık nostaljiyi aldı götürdü.
Sizce hangisi daha büyük bir duygu? Maça çıkarken tüm tribünlerin sizi alkışlaması mı yoksa sahnede şarkınızı bitirdikten sonra seyircilerin sizi alkışlaması mı?
İkisinde de aynı şeyi veriyorsunuz ama tabi ilk aşk her zaman farklıdır. O da futbol tabii.