Futbol ile müziğin en net kesiştiği yere bakmak istiyorsanız, çizgilerin dışına çıkmanız gerekiyor. Futbolcuları besleyen tribünler, en çok müzik listelerinden besleniyor.
Hıncal Uluç’un 2008 yılında Galatasaray tribününü eleştirdiği anı hatırlarsınız. O gün 90 Dakika‘yı izlememiş olsanız bile, internette muhakkak karşınıza çıkmıştır. Usta gazeteci, Galatasaraylı taraftarların yaptığı ‘Saldır Galatasaray’ tezahüratını eleştirirken bir yandan da taklit yeteneğini konuşturmaya çalışmış, ortaya komik görüntüler çıkmıştı. ‘Saldır Galatasaray’ tezahüratına konu alan beste, bugün başka tribünlerde bile kendine yer buluyor. Oysa şarkının orijinali radyolarda dahi çalınmıyor. Şarkıyı söyleyen bile (İçime İşlerken / Sevda) pop müzik aleminden kayboldu! Bu arada şarkının tezahüratının Jane Birkin / Lolita Go Home adlı parçasına benzediğine iddia edenler vardı. Hıncal Uluç bu teoriyi duymuş olsaydı belki Fransızca sözlü şarkı nedeniyle tezahürata daha ılımlı bakabilirdi!
Aynı programda Hıncal Uluç’tan sözü devralan Mehmet Yakup Yılmaz da Galatasaray tribünün o dönem ortaya çıkardığı bir başka yeni tezahüratını eleştiriyordu. Evlerinde, sofralar kurarak plazma televizyonlarında maç izlemeyi öven kitlenin beğenmediği tezahürat ‘Nevizade Geceleri’ idi. Bugün hala tribünlerde söyleniyor. Tezahüratın melodisi ise Füsun Önal’ın ‘Senden Başka’ şarkısından alınmıştı. 1973 yılında çıkan parça yaklaşık 40 senedir bu topraklarda söyleniyordu ama Mehmet Yakup Yılmaz’a “yeni ve sıkıcı” gelmişti.
Uluç o gün sözlerine başlarken Lig TV’nin 1 numarası Şansal Büyüka’dan da bir istekle bulundu: Maç yayınlarında, tribün sesinin kullanılmadığı bir seçeneğin dahil edilmesi.
Gelişen teknolojide bu isteğin gerçekleşmesi mümkün ama tribünden tezahüratı kesmeniz oldukça zor. Ve belki de yaşanan toplumun kültürel birikimini ölçebileceğimiz en iyi yer tribündür. İyi ve kötü; tribünde söylenen tezahüratlar, toplumun beğenilerinin yansımasıdır.
Dünya, İkinci Cihan Harbi’nden sonra bambaşka bir yere gitti. Gezegen adeta yeniden kuruldu. Sadece yıkılan binalar değil, insan da yeniden yaratıldı. Sınırların ortadan kalkmasını son 20 yıllık döneme bağlayıp simge olarak da Duvar’ın yıkılmasını gösterebiliriz. Ama her şeyde olduğu gibi bunun da bir ön hazırlığı vardı. 1950’den sonra, dünya değişmeye başladı ve bambaşka bir yola girdi. Bu yolda en çok faydalanılan olgular spor ve sanattı.
Artık yeni bir insan tipi vardı karşımızda. Mahallesinden dışarı çıkan, taşradan şehre giden, sosyalleşen, kendi sınıfından olmayanlarla iletişime geçebilen ve kültürel aktivitelere kendi beğenileri doğrultusunda zaman ayırabilen. İşçi sınıfından da olsa yüz yıl öncesinin burjuvası gibi yaşayabilen (kendi imkanları doğrultusunda) insanlar, gençler… Bu insanların toplandığı en geniş yer de stadyumlardı. Bu kadar zevk sahibi insanın yer aldığı bir gezegende, ortak zevklerin ve beğenilerin de yaygınlaşması kaçınılmazdı. Dünyanın iki farklı noktasındaki ‘aynı’ insanı yakalamak için en pratik olgu da müzikti. Şimdinin yaşlıları, “Bizim zamanımızda müzik kasetlerine ulaşmak zordu” der. Haksız sayılmazlar. Ama o eserlere ulaşmak da imkansız değildi. The Doors’u hemen herkes biliyordu. Dünyanın her yerinden hayranları vardı. Her ülkede Rolling Stones’a özenen genç müzisyenler vardı. Beatles tarzı saçlar, İstanbul’un sert mahallerinde bile revaçtaydı. Dünya birbiriyle kaynaşıyordu ve neyin beğenildiğini, neyin dışlandığını, neyin bir akıma dönüştüğünü anlayabileceğiniz en pratik yer stadyumlar olmuştu.
Savaş öncesinde tribünler
Savaş öncesi dönemde hem Avrupa’da hem Türkiye’de sert ve uzun tezahüratlara rastlanmaz. Bu noktada biraz Avrupa bencilliğini kullanmak zorundayız. Belki Güney Amerika’da veya Afrika’da tezahüratlar vardı ama Avrupa’nın bundan haberi yoktu. 4 yılda bir düzenlenen dünya kupaları, sadece iyi oyuncuların sahne aldığı, futbol sistemlerin tartıldığı bir futbol arenası değildi. Toplumlar da orada etkileşime giriyordu. Olimpiyatlar, dünya kupaları, festivaller ve tabii ki televizyon. Dünya bu dörtlüye çok şey borçlu!
Şili’de düzenlenen 1962 Dünya Kupası’nı televizyondan izleyen Avrupalılar (hepsi değil, daha çok İngilizler) ilginç bir şeyle karşılaştı. Güney Amerikalılar, mesela Brezilyalılar, kendi ülkelerinin adlarını bağırıyordu. ”Brasil, Brasil” tezahüratı bugün hiçbir şey ifade etmiyor olabilir. Belki Mehmet Yakup Yılmaz dinlese ‘Ne kadar sıkıcı” derdi. Fakat İngilizler bayılmıştı. Avrupalı tabii ki o zaman da şarkılar söylüyordu, ama bunu daha çok maçtan sonra, zafer çığlıklarını sistemleştirmek için yapıyordu. Maç içinde topluca bağırmak alışagelmiş bir şey değildi.
Aslında Türkiye’deki durum da tam iki kültürün ortasıydı. Maç içinde söylenen tezahüratların çoğu “Ya ya ya şa şa şa” veya ‘Re re re ra ra ra” kıvamındaydı. Bu dönemde “Bir baba Hindi’nin tutmasının sebebi, muadillerinden daha uzun ve farklı olmasıydı. Fakat yine de birkaç klasik tezahürat (slogan) dışında bir ürüne rastlamak pek mümkün değildi. Militarist anlayışın etkileri, bazen Harbiye Marşı gibi marşların uyarlanmasını sağlıyordu ama daha fazlası değil…
Savaşma tezahürat yap!
Beatles’in Hamburg barlarında şarkı söylediği ve tanınmadığı zamanlardı. Ne zaman ki Beatles, o alkol kokusunun sindiği dar ve havasız barlardan çıkıp dünyaya yayıldı ve dünyayı değiştirdi, tam da o zaman stadyum kültürü de değişti. Alakasız mi geldi? Devam edelim…
Beatles’ın gençleri ayağa kaldıran ilk single’ı 1962’de yayınlandı. ‘Love Me Do’ ile Dünya Kupası’nın başlaması arasında çok kısa bir zaman dilimi vardı. Ardından Mart 1963’te ilk albüm. 1963’te ABD’ye uzanırken en büyük güvenceleri ‘She Loves You’ idi… Eğer bir üstteki paragrafla bu bilgiler arasında bağ kuramıysanız belki Lennon ile McCartney’nin “She loves you yeah yeah yeah” vurgusuyla, Dolmabahçe’den yükselen “Kartal gol gol gol” sesleri arasında bir bağ kurabilirsiniz…
Dönemin şarkıları, gençlerin diline, hem de dünyanın her yerindeki gençlerin diline ve oradan stadyumlara taşındı. Ve tabii ki başka yerlere de. Ama konumuz tribünler. İnsanlık ve toplum değişiyordu. Yeni dünya, sanayi devrimin “Üret, çalış, yat, kalk, yeniden çalış ve gerekirse savaşa git” dayatmalarından sıkılmıştı. Artık hobileri olan bir insan vardı. Aidiyet kurmak için sadece milliyetçiliğe ihtiyaç duymayan, eğlence için sadece iş çıkışı bira içmeyen bir insan tipi. Takımıyla bağ kuran ve iş çıkışı müzik dinlemeye giden insanlar, bu iki olguyu tribünlere taşıdılar.
1963’ten devam edelim. You’ll Never Walk Alone; bugün herkesin dilinde olan bir tribün efsanesi. Oysa şarkının bire bir orijinali 1945 yılına ait. Dönemin bir müzikal şarkısı zamanında beğenilse de meraklıları dışında çok büyük ilgi de görmedi. 1963’te şarkıyı yeniden yorumlayan Gerry and the Pacemakers ise olayın bu boyutlara geleceğini tahmin etmemiştir. Olaylar silsilesi tam olarak şöyle oluştu: 1945’te (savaşın hemen ardından) bestelenen şarkı kısa sürede unutuldu, 1963’te yeniden yorumlandı. Liverpool kulübü ise taraftarların maç öncesi sıkılmasını engellemek için her maç öncesi haftanın en iyi 10 şarkısını çalıyordu. You”ll Never Walk Alone, 1963-64 sezonunun kasım ayında listelere girdi. Bu sayede Anfield’da çalınmaya hak kazandı. Hafta sonu aktivitesini stadyumda geçiren binlerce insan, maç öncesi beraber müzik dinledikleri, beğendikleri bir şarkıyı hep birlikte söylemeye ve bunu ait oldukları takımı için dillendirmeye başlamıştı. İşte yeni dünyada toplum tam olarak böyle bir anlayışla yeniden düzenleniyordu.
Unkapanı’dan Dolmabahçe’ye
Avrupa’daki gelişimin başlangıcını ortaya koyduktan sonra artık Türkiye’ye geçebiliriz. Türkiye’de futbol her zaman sevilse de; tribün kültürünün oluşması ve tezahüratların yaygınlaşıp genişlemesi 1970 sonrasına tekabül eder. Birçok şehir takımının 1966’dan sonra kurulması ve insanların stadyumlara daha geniş kitleler halinde gitmesi bunda çok önemli bir etken. Fakat 1970’lerin zengin müzik kültürü ve televizyonun sosyal hayatımıza girmesi tezahüratları da değiştirdi.
Tribünlerde söylenen tezahüratlar artık dönemin şarkılarından esinlenir olmuştu. Bir müzisyen için en büyük ödüllerden biri; şarkısının tribünlerde söylenir olmasıydı. 70’lerin renkli olan kısmı; aynı zamanda müzisyenlerin de tribünlerde olmasıydı. Dönemin Galatasaray amigolarından biri pop müziğin önemli ismi Erol Evgin’dir. Zaten Evgin’in şarkıları da zaman içinde tribünlere girer. ‘Söyle Canım’ (1976) adlı şarkısı, birçok takıma uyarlandı. Ertesi yıl çıkan ‘İşte Öyle Bir Şey’ de Beşiktaş tribünlerine girdi. ‘Ah Bu Hayat Çekilmez’ ise hem kendi döneminde hem de seneler sonra tribünlerin vazgeçilemezi oldu. Yeliz’in ‘Bu Ne Dünya Kardeşim’i (1976), Bora Ayanoğlu’nun ‘Fabrika Kızı’ (1971), gibi şarkıları tribünlere girmekle kalmadı aynı zamanda küfürlü tezahüratları da beraberinde getirdi. Tabii o dönemin küfürleri; şu anın argosu kıvamındadır, fakat kültürel değişimin önemli adımlarını burada görebiliriz.
70’ler hareketlidir, renklidir. Pop müzik ilgi görür, arabesk yükselir. Her tarz kendini sokakta ve tribünde yansıtır. 1980’de ise önce darbe olur ardından birçok şey yasaklanır. Daha öncesinde televizyonda arabesk de yasaklanmıştır. Yasaklarla yaşamaya alışan Türk toplumu, yasağı delme refleksini gösteri. Taraftarlar, sokağa çıkma yasağının olduğu dönemde tribünlere gider, arabeske soğuk bakıldığı günlerde dönemin arabesk şarkılarını tribünlere taşır. Bugün kimsenin adını hatırlamadığı Tüdanya, 1986 yılında seslendirdiği Seni Sevmeyen Ölsün ile döneme damga vurmuş; kendisi unutulsa da hem şarkısı hem de şarkıdan uyarlanan tezahürat unutulmazlar arasına girmiştir. Tezahürat tartışmasız olarak Galatasaray tribünlerine mal olsa da, şarkının aslı Tüdanya’dan çok İbrahim Tatlıses, Ceylan, Bergen, Kamuran Akkor gibi birçok farklı şarkıcıya mal edilmiştir. Galatasaray’ın şampiyonluk albümünde ise Arif Susam seslendirmiştir.
Konu arabesk olunca İbrahim Tatlıses’i unutmak olmaz. Burhan Bayar’ın bestelediği ‘Bir Kulunu Çok Sevdim’ 1982 yılında listeleri alt üst eder, 1982-83 sezonunda da Fenerbahçe tribünlerine girer. Seneler sonra fenomen haline gelen ve yeniden hatırlanan tezahüratın benzerlerinden farkı; diğerleri gibi şarkının nakaratından değil girişinden beslenmiş olmasıydı.
Arabesk içinde acı, umut ve sevgiyi aynı anda barındırır. Bu duyguların futboldaki karşılığı; bir yenilgi sonrası oluşan havadır. Haliyle; sahadan yenilen bir takıma moral vermek isteyen taraftarın arabeske başvurması kaçınılmazdı. Bugün hala maç sonları söylenen ‘Sen Şampiyon Olmasan da’ şarkısı; 80’lerin ünlü şarkısı ‘Seviyorum İşte’sinden uyarlanmıştır.
Aynı amaç için kullanılan ‘Yenilsen de Yensen de’ tezahüratı ise tam tersi bir yerden; yurt dışında söylenen bir pop şarkısından esinlenmiştir. Hollanda çıkışlı Dolly Dots adlı grubun doğu sound’lu Leila (1981) şarkısı Türkiye’de kısa süren popüler bir macera yaşasa da tribünlerde daha uzun solukluydu. Şarkı, sadece tezahürat olarak kalmadı aynı zamanda bir mottoya esin kaynağı oldu.
1980’lerin siyasi atmosferi de malumdur. Bir yasak da o alanda vardı. 1979’da Nazım Hikmet şiirlerini derlediği bir albüm yayınlayan Ünol Büyükgönenç, yasağa yakalanır. Albüm 1980’den sonra anca çıkar. Albümün en sevilen şarkısı ise ‘Güzel günler göreceğiz’ olur. Daha sonra Edip Akbayram’ın da yorumladığı şarkı, tribünlerin vazgeçilmezi olur. Birçok yerde yasaklansa da özellikle Dolmabahçe’de defalarca söylenir. Nazım Hikmet’in ‘motorları maviliklere sürme’ hayali, tribün ahalisinde ezeli rakibi yenmeye dönüşür. Güzel günler ise şampiyonlukla eşleşir.
Konu Nazım Hikmet şiirleri olunca, Zülfü Livaneli’nin bestelediği Karlı Kayın Ormanı’ndan uyarlanan İsyan Marşı’nı atlamamak lazım. Göztepe tribünlerine ait olan bu tezahürat, hemen her takım taraftarı tarafından saygıyla karşılanır.
Birçok yerde söylenmesi dikkat çeken siyasi şarkılar, tribünlere çok rahat girer. Gündoğdu Marşı gibi sol marşlar, Çav Bella gibi yurt dışından gelen şarkılar. Sol kendini tribünde ifade ederken, sağ taraf da boş durmaz. Milliyetçilik, özellikle Avrupa Kupası maçlarında ortaya çıkar. Hem Galatasaray’ın 80 sonrası başlayan başarıları, hem de milli takımın İtalya heyecanı milliyetçi duyguları kabartır. “Avrupa Avrupa duy sesimizi…” ve “Dağ başını duman almış…’’ bu akımın öncüleri olur.
1980’den 1990’a geçerken Türkiye’de arabesk ile pop arasında bir müzik türü ortaya çıkar. Fantezi adı verilen bu türün tribüne girmesi de kolay olur. 1990’da Coşkun Sabah’ın ‘Aşığım Sana’sı hem müzik dünyasında bir kırılmaya yol açar hem de uzun süre tribünlerde söylenir.
Yine de 1980’lerin tartışmasız yıldızı İlhan İrem’dir. ‘İşte Hayat’ şarkısı öyle bir şekilde tribünlere uyarlanır ki; bambaşka bir şarkı çıkar. Aynı zamanda başka bir anlam oluşur. Aradan geçen yıllara rağmen, akla gelen ilk tezahürat olur.
Bazen unutulmaya yüz tutacak bir şarkı; tribünün devreye girmesiyle efsane statüsüne erişebilir. Osman Yağmurdereli’nin klibinde kırmızı süveteriyle arzı endam ettiği ”Bir bir biri birilerine bakar bakar bakar dururum” şarkısı belki bugün hatırlanmayacaktı bile. Fakat 80’lerin sonunda ve 90’ların başında Türk futbolunda Metin-Ali-Feyyaz fırtınası eser ve onlar için de bir tezahürat yazılması icap eder. Uyarlama da bu şarkıdan olur. “1-2-3 gol yetmez” diye bağıranlar sayesinde Yağmurdereli’nin şarkısı kuşaktan kuşağa aktarılmış olur.
Melodi olsun yeter
90’larda Türk müzik piyasası belki de daha önce hiç olmadığı kadar üretkendir. Tarkan’dan İbrahim Tatlıses’e, Bendeniz’den Mahsun Kırmızıgül’e, Nilüfer’den Grup Yorum’a, Cartel’den Haluk Levent’e; her tarzdan her kültürden şarkılar tribünlere girmiştir. İşin renkli kısmı da burada yatar. Hayatında Grup Yorum dinlememiş biri o tezahüratları söylemekten çekinmezken, arabeske mesafeli duran birinin de en sevdiği tezahürat, Mahsun Kırmızıgül’den uyarlanmış olabilirdi. 1990’lar aynı zamanda çok kanallı dönemin getirisini de yansıtır. Tribünlerde artık sadece Unkapanı’nda çıkan albümler değil; film müzikleri, dizi girişleri hatta reklam cingılları bile söylenir. Beşiktaşlıların Ferdinand için uyarladığı tezahürat, Parizyen reklamından uyarlanmıştı.
Öte yandan dönem, milliyetçi söylemlerin tavan yaptığı yıllar olmasına rağmen ve tribünler bundan çok fazla etkilenmiş olsa da beste kullanımında ırk, din, dil farklı kalkmıştır. Yahudi halk şarkısı Haba Nagila bile tribünlerde çok rahat söylenmeye başlar.
Zaten 90’ların ortasından sonra artık yabancı şarkılarda sık sık Türk tribünlerinde yerini aldı. Hatta klasik müzik bile devreye girer. Verdi’nin Aida’sı bu türün özelinde en çok beslenilen kaynaktır. Fakat asıl ilginç olan ise repertuara başka bir tarzın eklenmesiydi. Bir dönem; club, tekno, dance tarzı müzikleri dinleyenlere iyi gözle bakmayan tribünün sert çocukları, milenyumun gelişiyle artık tezahüratlarına o tarzları da ekler. Tiesto, Danzel, Shantel gibi isimlerin şarkıları tribüne uyarlanır. Bunların özelliği; önceki dönemin uzun sözlü ve maç temposuna ayak uyduramayan tezahüratlarından ayrılmasıdır. Tribünün kısa ve sert tonlu tezahürat ihtiyacını bu şarkılar karşılamaya başlar.
Günümüze geldiğimizde bütün bu geçişler tamamlanmış gibidir. Tribün tam bir mozaik haline gelmiştir. Eski şarkılar, yeni çıkanlar, türküler, hatta tribün çocuklarının kendi kendilerine bestelediği tezahüratlar. Bunda youtube’un payı da önemlidir. Panathinaikos’un Horte Magiko tezahüratını izleyen bir genç, bunu foruma yazar, renkdaşları tarafından beğenilir ve ertesi hafta Türkçe olarak karşımıza çıkabilir. Yunanistan yakındır, Arjantin bilinir ama Mısır’dan bile tezahürat (Madrassa Fal Koura) tribüne uyarlanır. Ters istikamet de mümkün artık. Türkiye’deki melodiler özellikle gurbetçilerin yoğun yaşadığı ülkelerde kendilerine yer bulur. Sonuç olarak, tribün artık bir müzik festivaline dönüşmüştür. Üstelik festivaller, genelde bir konsept üzerinden planlanır ve müzik türleri ayrışmaz. Tribünde ise böyle bir durum söz konusu değil. Bir dance uyarlamasının ardından bir devrimci marşı, ardından bir arabesk uyarlaması girebilir.
Ahmet Kaya etkisi
Tribünlere giren tezahüratlardan bahsetmişken Ahmet Kaya’ya ufak bir yer açmamak olmazdı. Ahmet Kaya’nın futbola ilgisi sınırlı düzeydeydi. Fakat toplumu yakından biliyordu. Haliyle yaptığı şarkılar her kesimden insanın ilgisini zorlanmadan çekti. Böylece tribünlere en çok şarkı yollayan isimlerden biri oldu. Bahtiyar, Kum Gibi, Odam kireç tutmuyor, Başkaldırıyorum, Herkes işine gibi şarkılar tribünde kendine yer buldu. Ahmet Kaya şarkıları, özellikle Anadolu tribünlerinde daha çok rağbet gördü.