-Bir Sezgin RIZAOĞLU yazısı-
Teknik direktörlerin de işlerin iyi gitmesi için sürekli çözüm üretmesi gerektiği kaçınılmazdır. Kimi zaman sistemle oynarlar, kimi zaman da rakamların dışına çıkarlar…
“Şampiyonanın son maçında iki İngiliz kulübü karşılaşır. Bitiş düdüğüne fazla bir süre kalmamış ve mücadele berabere devam ediyordu ki; bir oyuncu diğeriyle çarpışıp boylu boyunca yere devrildi.
Bir sedye onu sahanın dışına çıkardı ve bir anda bütün sağlık ekibi yapılması gereken ne varsa hepsini yaptı ama baygın oyuncu hiçbir tepki vermiyordu.
Dakikalar, asırlar geçiyordu ve antrenör saatini, akrep ve yelkovanıyla birlikte yutacak gibi oluyordu. Bütün değişiklik haklarını kullanmıştı. Oyuncuları on kişiyle on bir kişilik rakibe karşı bütün güçleriyle savunuyorlardı ama güçleri giderek tükeniyordu.
Yenilginin geliyorum dediği sırada takımın doktoru antrenöre doğru koştu ve sevinçle haber verdi:
– Başardık! Kendine geliyor!
Sonra da alçak sesle ekledi:
– Ama kim olduğunu bilmiyor.
Antrenör, bir yandan ayağa kalkmayı denerken aynı zamanda tutarsız bir biçimde kekelemekte olan oyuncuya doğru yaklaştı ve kulağına fısıldadı:
– Sen Pele’sin!
Maçı 5-0 kazandılar.
Gerçeği anlatan bu yalanı yıllar önce Londra’da dinlemiştim” der Eduardo Galeano, dünyanın bütün coğrafyalarında dolaşarak, unutulmuş ya da öğretilmiş bambaşka bir tarihi anlattığı Aynalar kitabında…
Aslında yeni sayımız için benden beklenen sistemler ve teknik direktörlerin incelemesiydi… Ama geçen gün arkadaşıma yukarıdaki hikayeyi anlatırken aslında sistemlerin dışında da takıma ve oyuna farklı şekillerde müdahale eden teknik direktörleri yazma fikri daha da aklıma yattı. Unutulmuş ya da öğretilmiş bambaşka bir antrenör tarihini… Orta Avrupa’dan başlayalım yolculuğumuza…
Çoğumuz için sadece bir stadyum adı olsa da Ernst Happel, Avrupa futbol tarihinin önemli teknik direktörlerinden biridir kuşkusuz. En azından anlatılanlardan, yazılanlardan anlarız bunu… 60’lı yılların başında futbol oynamayı bırakıp ADO Den Haag’ın başına geçer Happel. Takım, Hollanda 1. Ligi Eredivisie’de tutunmaya çalışıyordur.
Happel’in gelişi kendini belli eder, antrenmanlarda âdeta oyuncuların pestilini çıkarıyordur. Happel buna itiraz eden futbolcularına durumu bir topla anlatır. Bir gün idmanda ceza sahasının köşesine bir kola kutusu koyar. Ardından kutuyu oldukça uzak bir mesafeden tek atışta vurur. Sonra takıma dönerek, “Aynısını yapan hemen duşa gidebilir.” der. İtiraz eden olmaz. Takıma müdahalesi işe yarar. Takım üst sıralara tırmanmaya başlar. Ünlü Alman futbol adamı Günter Netzer bir yorumunda onu şöyle anlatır: “O, her oyuncudan ne beklediğini farklı bir şekilde anlatırdı.”
Takımına müdahalesini sadece hayattayken değil, vefat ettikten sonra da hissettirir Happel. 1992 yılında Avusturya Milli Takımı’nın başındayken ünlü teknik direktörün ölüm haberi herkesi şaşırtır. O dönemki yardımcısı Dietmar Constantini, onun ani ölümünden sonra yaşanan bir olayı yıllar sonra şöyle anlatacaktır: “Almanya maçına hazırlanırken vefat ettiğini öğrendiğimizde federasyon başkanı bize kiliseye gidip gitmek istemediğimizi sordu. Ben de atılarak “Antrenmana devam edelim.’ dedim. Çünkü eğer kiliseye gidersek, dirilir ve bize çok kızar!”

‘İşkolik’ Ernst Happel
Bazen de takıma/oyuna müdahalede yardımcılarının hakkını verir teknik direktörler… Bir diğer ünlü teknik direktör Helmut Schön gibi…
1976 Avrupa Kupası maçında Almanya, Yugoslavya ile oynuyordur. Yugoslavlar Popivoda ve Dzajic ile 2-0 öne geçmiştir. Daha sonra Schön ne yapacağını kara kara düşünürken, “Dieter Müller… Biz bu adamı oynatmayacaksak niye aldık ki” der yardımcısı Jupp Derwall. Schön hemen Dieter Müller’i oyuna sokar. Dieter iki gol atıp maçı uzatmaya götürür. Uzatmalarda bir gol daha atar ve Batı Almanya maçı 4-2 kazanır. Maç sonrası sorularda Schön’e müthiş hamlesi sorulur. Schön ise “Ben bir şey yapmadım. Dieter Müller’i oyuna almamı Jupp önerdi” der ve öğrencisine hakkını verirdi kelimelerle.
Bir nevi çiçeği burnunda teknik direktör, eski yıldız oyuncu Zinedine Zidane, kariyerini özetlerken “Benim için müzik önemliydi, futbol ise işin en basit tarafıydı” der. Onun gibi müziğin önemli olduğu bir diğer teknik direktör de Sir Alex Ferguson’dır. Üstelik o müziği, operayı takımının daha iyi olması için örnek alacaktır.
Bir gün Ferguson, ünlü İtalyan tenör Andrea Bocelli’yi dinlemeye gider. Hayatında ilk kez operaya gitmiştir. Hayranlıkla gösteriyi izler. Ertesi günlerden birinde, Manchester’ın ilk antrenmanında takımın kaptanı Bryan Robson’ı yanına çağırır ve opera izlemini onunla paylaşır: “Bir baktım biri bitiriyor diğeri başlıyor… Koordinasyon ve takım çalışması üst düzeyde, fantastik.” Robson da hemen onu onaylar, ‘Harika patron’ der. Sonraki süreçte Ferguson bu uyumu takımında da aramaya başlar.
Günümüz futbol yorumcusu, eski golcü Gary Lineker, “Futbolun en güzel tarafı, işler kötü gittiği zaman kabahatin her zaman teknik direktörde aranmasıdır” der. Bu durumun iyi mi kötü mü olduğunu bilemeyiz ama teknik direktörlerin de işlerin iyi gitmesi için sürekli çözüm üretmesi gerektiği kaçınılmazdır. Ama bazen de takıma sözlü müdahaleler ters teper… 1974 sezonun başında Brian Clough, Don Revie’nin milli takımın başına geçmesiyle Leeds’in başına geçer. Üstelik Derby’in başındayken Leeds’in küme düşmesi gerektiğini, futbolu çirkinleştirdiğini, Don Revie’nin de buna çanak tuttuğunu söylemiştir. Clough Leeds’in başındayken ilk antrenmanında futbolcuları toplar: “Tüm madalyalarınızı çöp kutusuna atabilirsiniz, çünkü hiçbirini adil şekilde kazanmadınız!” der.
Takıma otoritesini kabul ettirmek yeni başarıların yolunu açmak için söylediği bu söz aynı zamanda sonun başlangıcı olur Clough için. Bu sözleri ve tutumu sonucunda Giles, Hunter, Bremner gibi takımın önemli oyuncularıyla sorunlar yaşar. Takım 6 maçta sadece 1 kez kazanır ve yönetim 44 günün sonunda onun görevine son verir.
Bir dönem yolu Fenerbahçe’den de geçen Carlos Alberto Parreira, çok bilinmese de 1967 yılında Afrika’da çalışan ilk yabancı teknik adamlardan biridir aslında. Üstelik daha 24 yaşındayken.
O dönem Gana hükümeti, Brezilya Dışişleri Bakanlığı’na milli takım için Brezilya ekolünü düşündüklerini fakat futbolcuların fiziksel olarak da çok zayıf olduğunu söyler. Bakanlık da bu öneriyi, fiziksel gelişim konusundaki uzmanlığıyla bilinen Rio Eyalet Üniversitesi’ne iletir. Üniversitenin tercihi, en iyi öğrencilerinden biri olan Carlos Alberto Parreira’dır.
Parreira haftalık 100 doları, yol masrafları ve yemeği kabul edip Afrika’nın yollarına düşer. “Milli takımla ilk buluşmamda bana çok garip bakıyorlardı, aptalca bir şey yaptığımı ya da geleneksel bir ritüeli bozduğumu sandım. O gün anladım ki onlara yakın olmam gerekiyordu” der bir söyleşisinde o günleri anlatırken.
Onlar gibi olur Pareira. Eski hocaların aksine, kamp zamanlarında lüks otellerde değil, barakalarda oyuncularla birlikte kalır. Kendini oyuncularına kabul ettirir. Bu performansla Afrika Kupası finaline kadar uzanır takım. Aynı sene Ashanti Kotoko adlı takımı da çalıştırmaya başlar ve onlarla da Afrika Şampiyon Kulüpler Kupası finaline ulaşır. İki final kaybedilse de bu süreçte o futbolcularını anlar, futbolcuları onun beklentilerini… Bu da beraberinde başarıyı getirir kuşkusuz.
Tartışmaya mahal yoktur herhalde, sistemlerin yeri büyüktür teknik direktörlerde. 4-4-2, 3-5-2, 4-1-3-2 ve nicesi… Ama bazen de küçük dokunuşlar, ardı ardına gelen kelimeler o rakamlardan daha büyük sonuçlara vesile olmaz mı bu oyunda?