“Bursa denince akla iskender ya da Uludağ gelir… Malatya denince bal gibi tatlı kayısı ister canımız… Trabzon denince bu ülkede akla ilk Trabzonspor gelir, benim takımım…” Mehmet Kemal Baş, Trabzonspor’a gönül verme hikâyesini anlatıyor…
Trabzonspor’un ilk şampiyonluk yıllarından çok kısa bir süre öncedir ailemin Trabzon’dan İstanbul’a gelişi… Gerek iletişim araçlarının azlığı gerekse de ulaşım imkanlarının kısıtlı olması nedeniyle İstanbul, Ankara ve İzmir’den ibaret sanılan ülkenin kuzeydoğusundaki küçük bir kentin, ülke çapında fark edilmesi de o yıllara dayanır. Futbolda ulusal şampiyonluk ilk kez İstanbul dışına çıkacak, Şampiyon Kulüpler Kupası maçı için İngiliz devi Liverpool Trabzon’a gelecektir. Üstelik gelmekle kalmayıp o sezonki ilk -daha sonra sadece Saint Etienne’e bir kez yenilmiş ama kupaya ulaşmıştır- uluslararası mağlubiyetini de bu şehirde Dozer Cemil’in penaltısı ile tadacak, Karadeniz Fırtınası’nın hiç de hafife alınacak bir takım olmadığını anlayacaktır. Artık İstanbul dışından futbolcular; Ali Kemal’ler, Şenol’lar, Turgay’lar yine o yıllarda ulusal takımda yer almaya başlayacaktır.
Aklımın futbola ermeye başladığı yıllarda, Kadıköy’de şimdiki adı Ülker Stadyumu olan Fenerbahçe Stadı’nın iki sokak üstünde oturuyorduk. Mahalledeki arkadaşlarımın birçoğu gibi ben de Fenerbahçeliydim. Aslında bu bir seçim değildi, sadece yalnız kalmak istemiyordum! O zamanlarda da futbol, İstanbul’un üç büyük takımı etrafında dönüyordu. Bunu sonraki yıllarda Trabzonspor’lu olduğumu söylediğim her an “İyi de birinci takımın hangisi?” sorusuna maruz kalarak çok daha iyi anlayacaktım. Sanki bu ülkede Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş dışında bir takım tutmak mümkün değildi…
Her baba gibi benimki de onun tuttuğu takımının taraftarı olmamı çok istiyordu. Bir gün; alışılmış totemi yapmaya karar verdi: Beni bir Trabzonspor maçına götürdü!
Taraftarlar arasındaki bir inanışa göre; küçük bir çocuk ilk hangi takımın maçına giderse o takımı tutarmış. Biz de Zeytinburnu -Trabzonspor maçına gidecektik. Sene 1994’tü. Bir cumartesi öğleden sonra Kadıköy’deki evimizden yola koyulduk. O zamanlar küçük şirin siyah bir arabamız vardı. İstanbul trafiği bugünkü gibi berbattı. Sonunda, maçın başlamasına yarım saat kala Zeytinburnu stadına vardık. Ama bir gariplik vardı, stadın çevresi bomboştu.
Etrafta sadece, yaşları benden biraz büyük, birkaç çocuk top oynuyordu. Babam arabayı durdurup hemen çocuklara yaklaştı: “Gençler maç yok mu?” Çocuklar, ne maçı amca diye cevap verdiler. Babam, “Zeytinburnu-Trabzonspor” der demez bu sefer çocuklar “Ne yaptın be abi… Trabzonspor, Zeytinburnu Stadı’nda top oynar mı hiç! Maç İnönü Stadı’nda!” diye cevap verdiler ve kendi aralarında gülüşmeye başladılar. Sanıyorum babam gazetede maçın oynanacağı stadı yanlış görmüştü ya da hiç bakmamıştı. Hızla arabaya atladı ve gaza bastı. İnönü Stadı’na doğru yola koyulduk. Yine o meşhur İstanbul trafiği önümüzdeki en büyük engeldi. Stada geldiğimizde maçın ikinci yarısı başlamak üzereydi. Ama olsun, sonunda maça girmiştik ya…. Maçla birlikte babamın totemi de işe yaramıştı o gün artık ben de Trabzonsporlu olmuştum.
Aynı yılın sonu ben ve ailem için felaket ile birlikte gelmişti. Babamla hatırladığım en son diyaloğum, ‘Küçük’ Orhan’ın Aston Villa’ya attığı golün kritiği olacaktı. Hani Öztürk Pekin’in “Hami çok sert ortaladı, kim vurursa gol olur. Gooool!” diye anlattığı o an… Bu karşılaşmadan bir hafta sonra maalesef babamı kaybettik… Rövanş maçında İngiltere’de 2-1 kaybetsek de turu geçmiştik. Çok üzgün olduğum bu dönemde bir de Trabzonspor beni hayal kırıklığına uğratamazdı çünkü süper kahramanlar bordo mavi giyerdi. Bu turun mutluluğu o dönem yaşadığım üzüntüyü biraz olsun dindirmişti…
Artık mahallede yalnız kalmamayı ama tek olmayı öğrenmiştim. Aylar geçiyor Trabzonspor ile birlikte futbola olan sevgim iyice artıyordu. Şüphesiz takımımın şampiyonluğa oynuyor olması da bunda çok etkiliydi.
1996’da bayram tatili için Trabzon’a gidecektik. Bu benim Trabzon’a ilk gidişim olacaktı. Aynı gün İnönü Stadyumu’nda İstanbulspor-Trabzonspor maçı vardı. Havalimanına giderken stadın önünden geçtik. Hayatımda ilk defa o kadar Trabzonsporluyu bir arada görüyordum, çok şaşırmıştım. Aslında çok fazlaydık… Maçı havalimanındaki bir büfenin televizyonundan takip ettim, 1-4 kazandık. Çok mutluydum. Ardından uçağa bindik. Tüm yolcular gelmesine, 30 dakika geçmesine rağmen uçak bir türlü kalkmıyordu. Çok anlam verememiştim ama hayatımda ilk defa uçağa biniyordum, herhalde böyleydi derken kaptan pilotun anonsu geldi: “Trabzonsporlu futbolcuları beklediğimiz için uçağımız biraz geç kalkacaktır. Anlayışınız için teşekk…” lafı daha bitmeden uçakta büyük bir alkış koptu… 10 dakika geçmeden futbolcular uçağın kapısından girmeye başladılar. Ünal, Ogün, Şota, Tolunay ve diğerleri… Gözlerim Abdullah ve Hami’yi de aramıştı ama onlar sonradan öğrendiğime göre maçtan sonra İstanbul’da kalmışlardı.
12 yaşında hayatında ilk defa uçağa binecek bir çocuk süper kahramanları ile birlikte yolculuk yapacaktı. O zamanki duygularımı hala daha ifade etmekte zorlanırım… Sonraki hafta Vanspor’a çok iyi oynadığımız maçta – sonraki sezon belki de attığı bu gol sayesinde Beşiktaş’a transfer olacak – Erkan’ın golü ile 1-0 kaybettik. Devamında o malum maçta Fenerbahçe’ye 1-2 mağlup olunca şampiyonluk ellerimizden kayıp gitmişti. Her Trabzonsporlu gibi ben de hala o maçı unutamam, unutmayacağım.
Trabzonspor bu ülkede yerelin globalleşmesinin en önemli örneklerindendir. Trabzonspor küçük bir sahil kentinin çaresidir. Trabzonspor …rağmen başarabilmektir. Trabzonspor şampiyon olsun diye sevmemektir. Trabzonspor rahmetli Kazım Koyuncu’nun da dediği gibi statükoyu devirmektir. Trabzonspor fırtınadır, Trabzonspor ihtilaldir, Trabzonspor efsanedir!
Alışılageldiği gibi ülkemizde istisnalar hariç her yıl Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş şampiyon olur ve hangisi şampiyon olursa olsun 80 ilde şampiyonluk kutlaması yapılır. Bir tek Trabzon’da kutlama yapılmaz çünkü Trabzon denince akla ilk Trabzonspor gelir…