2015 yılında Socrates dergi için Ümraniye tesislerindeydik. Amacımız, Şenol Güneş ile röportaj yapmaktı. Beşiktaş’ın yeni teknik direktörüydü, Siyah-Beyazlı takıma henüz iki şampiyonluğu kazandırmamıştı. Onunla hedeflerini ve planları konuştuk ama Şenol Hoca’nın çocukluğundaki Trabzon ile kalbindeki Trabzonspor’u da dinlemeden oradan ayrılamazdık.
Hocam biraz da futbolculuk döneminize ilgili soru soracağım ama ben o döneme yetişemedim, sizin takımınızı izleyemedim.
Kimse izleyemedi zaten. Ben o takımda oynadım ama ben de bizi izleyemedim.
Sanırım İstanbul’a ilk kafa tutmalarınız TSYD turnuvası için İstanbul’a gelişleriniz sayenizde oldu?
Geldik birkaç kere. Her geldiğimizde bizim tribün daha fazaydı. Zaten bizi de o yüzden alıyorlardı. O dönem tribünler yarı yarıyaydı ama bizim seyircimiz daha fazlaydı. Trabzonspor’un seyircisiydi, ama sadece Trabzon seyircisi değildi. Rize’den, Karadeniz’den, tüm Anadolu’dan taraftarlar bizim tribüne geliyordu. Hayatında hiç Trabzon’a gitmemiş insanlar Trabzonsporlu olmuştu. Devrimci ruhumuz vardı. Mevcut düzene karşı gelmiştik. Üç büyüklere karşı gelen takım olgusu vardı. Aynı zamanda efendi takımdık, sevilirdik. İyi top oynayacaksın, örnek olacaksın, ahlaklı olacaksın. O zaman her takım, her insan seni sever. Rakiplerin yarışırken bile sana saygı duyar.
Sadece futbolun kazanma tarafını öne çıkarıp ‘her şey mübah’ dersen itici olursun. ‘Ben ve ötekiler’ dersen kaybedersin. Ben öyle şampiyon olmak istemem. Bu duygu gelirse yeni taraftarlar elde edersin. Mesela Galatasaray, bunu 2000 yılında yaptı. Bir nesil o sayede Galatasaraylı oldu. Avrupa’ya giden Türklerin çocukları dahi Galatasaraylı‘ydı. Trabzonspor da bir dönem öyleydi. Ama şimdi olmuyor. Temsil yeteneğini sıkıntıya düşürdüğün zaman taraftar da senden uzaklaşır. İyi top oynarsan sen de takımın da markalaşır.
Eski gazetelere baktığımda sizin takıma eleştiriler okuyorum. Defansif oynadığınızı söyleyenler çok fazla. Doğru mu bu tespit?
Defansımız iyiydi ama forvetimiz de iyiydi. Madem defans yapan takımdık O zaman Fenerbahçe ve Beşiktaş Ali Kemal’i niye aldı? Necmi de ligin gol kralı oldu.
Kaleci olduğunuz için soruyorum, savunma hattınız nasıldı? Sanırım savunmada liberoya yer vermeden dörtlü tandemle oynayan ilk takımlardınız…
Bir dönem öyle oynadık. Genelde Turgay-Necati-Kadir-Cemil dörtlüsüyle çıkardık. Daha sonra Kadir, Necati Cemil girdi… Küçük Şenol varken de üçlü oynadık. Sistem değişiklikleri oldu ama bir iki sene oldu. Zaten sistemler çok önemli değildir. Siz oynarsınız. Kaybettiğiniz zaman sistemi bahane olarak kullanırsınız ve “Bu hafta sistemi değiştirdim” dersiniz. Kazanınca sistem değişmez. O kadar önemli değil yani.
Bizim oyuncu kalitemiz iyiydi. Kadromuz belliydi. Çok fazla değiştirmedik. Ben kaledeyken bazen bana hiç top gelmezdi. Bazen de çok top gelir, maçta yorulurdum. O zaman da “Defans iyiydi, o yüzden gol yemedi” derlerdi. Kendi sahamızda baskılı oynardık. Savunma oynasaydık rakibi yarı sahaya nasıl hapsedebilirdik? Ama tam tersi de oldu. Futbolda olur bunlar. Biz iyi bir gruptuk, birbirimizi tamamlardık. Çok da eğitimli değildik ama birbirini tamamlayan aynı dönemin çocuklarıydık.
Mesela verkaç kelimesi Türkiye’de o dönem kullanılmazdı. Hadi çok az kullanılırdı diyelim. Çok bilinmezdi. Ama Ali Kemal yapardı. Zaten o her şeyi yapardı. Çok yetenekli ve çok hızlı bir futbolcuydu. Orta da yapardı, gol de atardı.
Futbol eğitimimiz yoktu ama mahalle arasında büyümüştük. Ben de isteyerek kalecilik yapmadım. Ama şikâyetçi de olmadım. Eldivenimiz bile yoktu ama idare ettik. Pozisyon kaleciliği yaptım. Ben o dönem antrenör olsaydım, şu fizikle o Şenol’u kaleci olarak takımıma almazdım. Ama kimse kaleye geçmiyordu ki… Herkes önde oynamak istiyordu. Ben de önde oynuyordum. Bizden büyüklerin maçlarında sahada olmak için kaleye geçtim. İyi olunca da geri gelemedik. 20 sene öyle idare ettik. Bazen, başarılı olunca geri dönüş olmaz.
İstanbul basını hakkında neler hatırlıyorsunuz?
Eskiden insan kalitesi yüksekti. İslam Abi bana kitabı-ı kaleci derdi mesela. Her maçı takip eder, çok da iyi yazardı. Şansal Büyüka Milliyet’in muhabiriydi. Bizim maçlara gelirdi. Ben Sebat’ta oynarken Necati Karakaya gelirdi. Her şey çok azdı ama her şey çok iyiydi. Güzel yazılar çıkardı. Yaşım daha 18’di… Zaten yine 18’im…
Milli takıma gittiğinizde neler hissederdiniz? Diğer takımdan futbolcuların sizlere bakışı nasıldı?
Biz orada Trabzon’dan genelde beş altı oyuncu oluyorduk. İlişkilerimiz çok iyiydi. Bursasporlu Sedat, Fatih Hoca, Kemal… Biz hep gruptuk. Fatih Hoca bir yaş küçüktür benden. Altay’dan Mustafa Hoca da gelirdi. Hep beraber olduğumuz dönemlerdi. Erol, Alparslan, Cemil Abi… Ben zaten öncesinde Ümit Milli Takım’da da oynamıştım. O takımın kaptanı da Beşiktaşlı Niko’ydu. Kendisi Rum’du ve kaptanımızdı. Şimdi geldiğimiz duruma bakınca ne kadar çok şey değiştiğini görüyorum. Rum, Kürt, Arnavut, Gürcü… Bunların hepsi olacak, olmalı.
Beşiktaş ile kavgalı bir ortamımız yoktu. Fenerbahçe ile rekabet oldu. Galatasaray ile daha politikti. Onların avantajı renkleriydi. Bizim İdmanocağı da sarı-kırmızıydı, onlar da… Bizim mahalle ise İdmangüçlüydü. Onların rengi yeşil-beyazdı. O yüzden ben de soranlara “Vefaspor’u tutuyorum’’ derdim. Vefa’yı da çok tanımazdım ama yeşil-beyaz bir ayrıcalık veriyordu. Yoksa benim ne işim olurdu Vefa’yla? Şampiyonluğa oynamıyor, bir şey yapamıyordu. Sonrasında küme düştüler zaten ama tuttuk işte Vefa’yı… Öyle huylarım vardır benim.
O zaman yeri gelmişken, çocukluğunuzdaki Trabzon nasıldı?
Arafilboyu, limanın üst kısmıdır. Boztepenin altıdır. Sotka’da fuar vardı. Yeni ismi Hızıbey mahallesidir, ama Sotka mahallesi denir. Ben işte orada büyüdüm. Şimdi oradan yol geçiyor. Hem de iki yol birden. O yollar eskiden denizdi. Kumsal vardı şimdi ise yok. Biz o kumsalda oynardık. Midye yerdik, denize girerdik. Öyle büyüdük. Bir tane kilise vardı, bizim ev kilisenin yanındaydı. Benim babamın evi Rum evidir aslında. İki kızkardeşten kalmaydı. Şimdi o da yıkıldı.
Fakir bir ailedeydik ama mahallemizde zenginler de vardı. Gelir bizde kalırlardı. O zaman kapılarımız açıktı. Hafta sonları biz Trabzon’dan dışarıya giderdik. Batum’a kadar gidilirdi. Görele’ye, Tirebolu’ya pikniğe giderdik. Aileler, anneler, babalar, kızlar… Tanıdıklar vardı oralarda, “Geliyoruz, gelince sizde kalacağız ve top oynayacağız” derdik. Deplasmana gitmek gibi bir şeydi aslında. Öyle bir hayattı bizimki. Farklı bir dünya vardı. Şimdi nerede bunlar?
Futbola nasıl başladınız?
15 yaşında lisans çıkardım. Küçük bir kaleciydim. O zamanın parasıyla 50 lira alıyordum. Amatör bir takımda oynuyordum. O zaman amatörde şampiyon olan takım, sizi takviye olarak alıp, bölgesel veya Türkiye şampiyonlarına giderdi. 50 lira prim verdiler işte, ben de o parayı babama verdim. O günden sonra da eve para veren kişi oldum. Bir anda aile reisi gibi oldum. Daha sonra, 18 yaşımda profesyonel oldum.
Liderlik ise aslında kendiliğinden oldu. Çünkü mahalle arasında takım yapan da bendim. O sayede takım kaptanlığı oluştu. Sorumluluk alırsan öne çıkarsın. Öne çıkınca da kendine göre bir hayat çizersin. Bunu okulu yoktur ama hayatın kendisi sana dersler verir. Futbolun bana en büyük katkısı bu oldu. Yoksa futbolu oynarsın, zaman geçirip, enerjini atarsın ve geçer…
Mesela kendi yaş grubumda forvettim ama büyüklerin yanında kaleye geçiyordum. Orada farklı yerim vardı, burada daha farklı. Birinde forvetsin diğerinde kaleci. İkisinin de bakışı farklı. Böyle olunca hayata bakışın da değişiyor. Büyüklerle ilişkin farklı oluyor, gençlerle farklı… Yönetenle ve yönetilenle ilişkilerini geliştiriyorsun. Kaba da olsa bir şeyler öğreniyorsun.
Eğitim dediğimiz şey de biraz bu herhalde…
Bizim zamanımızda bu eğitimler yoktu ama benim şansım ben çok kitap okurdum. Ben Sebat’tan Trabzonspor’a geldiğimde belimde rahatsızlık vardı. İlk 6 ay oynayamadım. Sadece yattım. Ama hep sırt üstü yattım. Kolay bir durum değildi. Normalde insan şikâyetçi olur ve ‘Ne şanssızlık ya’ der. Hatta o dönem bir doktora görünmüştüm. Şöhretli de bir doktordu. Bana “Futbolu bırak” dedi. Ben o laftan sonra 20 sene daha top oynadım. O acıyı çekerken de kitap okumak zorunda kaldım. Üniversite okuyordum ama kitap okuma alışkanlığım yoktu. O dönem mecburiyet oldu. Okudukça hem zaman geçiriyordum, hem zihnimi rahatlatıyordum, hem bilgimi tazeliyordum, hem de kendimi geliştiriyordum. Şikâyetçi olunabilecek bir konuydu ama kriz fırsat oldu. Zaten sonradan anladım ki; hayat da böyle bir şeydi…
Uzun yıllar yardımcılığını yapan Şeref Çiçek bize Şenol Güneş’i anlattı:
Şenol Hoca ile Mehmet Kulaksızoğlu hocamızın tavsiyesi üzerine tanıştım. O dönem de Trabzonspor’da yeniden göreve gelmişti. Gençlerbirliği altyapısındaki pilot takımı ve altyapı oluşumuna ilişkin konuşmak üzere bizi Trabzon’a davet etti, Bu şekilde ilk kez bir araya geldik. 2007 yılında Güney Kore’ye birlikte gittik. O günden beri Şenol hocayla birlikteyim. 3 yıl Güney Kore’nin FC Seoul takımı, 3 yıl Trabzonspor, 1 yıl Bursaspor, 3 yıl Beşiktaş’ta olmak üzere toplam 11 yıldır yardımcılığını yapıyorum. Hep görünmez olmaya çalıştım. Şenol Hoca da zaten “çalışan adam ortalıklarda çok görünmez” der.
Güney Kore’de çok güzel günlerimiz oldu. Hiç bilmediğimiz bir yaşam ve spor kültürü içerisinde kendimizi bulduk, adapte olduk ve çok başarılı işlere imza attık. Şenol Hoca, FC Seoul takımında altyapıdan gelen 3 oyuncuya şans verdi, ısrarcı oldu ve bu üç oyuncu da hem milli takımda yer aldı hem de İngiltere’ye transfer olarak Kore futbol tarihine geçti.
Orada Şenol Hoca gerçekten teknik direktörlüğün ötesinde Türkiye’nin elçisi olarak çalıştı. Kore halkı onu çok sevdi. Nereye gitsek ona çok yoğun ilgi gösterdi. Halkın arasına katılmayı çok severdi. Akşam yemeklerinde bazen lokantaların olduğu caddelere, kalabalık mekanlara giderdik. Yemeğimizi alıp masalara oturduğumuzda Şenol hocayı masalarında gören insanların bir şaşkınlığı ve sonrasında gerçekten Şenol hoca olduğunu anladıklarında “Güneşi, Güneşi” diyerek hemen fotoğraflar çekilmek için koşarak yanımıza gelirlerdi. Sevgi ve saygıları asla unutulmaz. Hoca kimseyi kırmaz, tek tek fotoğraf çektirir, selamlaşır, öğrendiğimiz birkaç kelime ile Korece konuşmaya çalışırdı. Şenol Hocayı oradaki kadar huzurlu ve mutlu hiç görmedim.
Kore’de ilk antrenmanı bitirdik, oyuncular yarım ay şeklinde toplandı. Şenol hoca oyunculara antrenmanla ilgili konuşup teşekkür etti, biz yavaş yavaş sahayı terkederken, bir baktık kimse yerinden kımıldamıyor. Koreli yardımcı hocalardan yaşlı olan konuşuyor. “Ne oldu acaba bir sorun mu var?” diye düşünürken Koreli hoca da konuşmasını bitirip, bize doğru yürümeye başladı. Ama oyuncular hala duruyor. Bu kez takım kaptanı konuşmaya başladı. O da konuşmasını bitirince bize doğru yürümeye başladı. Bu kez takımın yaşlılarından bir oyuncu konuşmaya başladı. Her konuşandan sonra da oyuncular bellerine kadar eğilip selam veriyorlar. Nerdeyse 5 dakika böyle geçti. En sonunda takım hep birlikte sahayı terk ederken Şenol Hoca başta olmak üzere hepimiz şaşkın bir halde ne olduğunu sorduk. Kore’de teknik direktör, yardımcı hoca, kaptan, yaşlı oyuncu tek tek konuşup ayrılmadan sahayı terk etmezmiş. Bu bir saygı ve gelenekmiş. Nitekim Şenol hoca “Böyle olmasa olmaz mı? Oyuncular sahada terli ve yorgun halde beklemesinler” dese de, bundan asla vazgeçmediler. Üç sezon boyunca Şenol hocamıza ve bizlere sevgi ve saygıda kusur etmediler.