1970’li yılların ortalarına gelindiğinde, ülke futbolunda İstanbul’un üç büyüğü ve kupaları vardı. Bu tahakkümü sona erdiren Trabzonspor oldu. Sadece bir kez de değil üstelik. Altı şampiyonluğun ikisinde ‘yıldız’ kontenjanında yer alanlardan biri de Ali Kemal Denizci’ydi. Takımın fırtına açığını eski sayılarımızdan birinde de ziyaret etmiştik. Trabzonspor 50. Yıl Özel sayısı için bir kez daha kapısını çaldık. Türkiye spor tarihine ‘sürpriz’ olarak girip, hanedanlığa dönüşen Trabzonspor’u ve o yılları Ali Kemal Denizci ile daha detaylı konuştuk. İşte bu iki görüşmeden harmanladığımız uzuna ama keyifli röportajımız:
Röportaj: İlhan Özgen – Mustafa Koç – Sezgin Rızaoğlu
Futbola başlama hikâyeniz nasıl?
Futbolun pek kabul edilmediği, pek revaçta olmadığı bir dönemde ailemden gizli lisans çıkartarak, beklentisiz olarak, oyun oynamaktı asıl gayem. Ancak aileler olaya pek de iyi bakmıyordu. Biz de böyle gizli saklı işe başladık. Bu tabii o yılların amatör takımlarında, ikinci küme takımlarında oluyordu. Çarşıbaşı Kulübü’nde başladım. Bir yıl sonra birinci kümede Trabzon’un köklü kulüplerinden Yolspor’a geçtim. Oradan da profesyonel takım olarak Rizespor’a… Rizespor, üçüncü ligdeydi. O profesyonel takımda amatörce, amatör lisansla forma giydim. İki yıl boyunca Rize’de Şenol Birol, Ahmet Şahin gibi futbolcuların son dönemlerinde oynadım. Onların arasında biz daha çok gençtik.
Birkaç sene sonra da Trabzonspor günleriniz başladı zaten…
İki yıl sonra Trabzonspor, kendi değerlerini görmeye başladı. Veyahut görmek zorunda kaldı. Malum o dönem Trabzonspor, İstanbul takımlarının futbolcu eskilerini, yani işi bitmiş şöhretli futbolcularını alıp yoluna devam ediyordu. Bizlere bakmıyorlardı pek. Bir Ankara macerası yaşandı. O maceradan sonra işler değişti. PTT ile şampiyonluk maçı oynandı, Ankara’da. Ligin son maçıydı. Trabzonspor, berabere kalsa bile şampiyon oluyordu. Ancak PTT yenince maalesef Trabzonspor birinci lige çıkma şansını kaybetti. İyi ki de kaybetti. Bu da Allah’ın bir lütfuydu. Kaybetmeseydi bizleri görmezlerdi. Paraları, ortamları bitti. En azından dediler ki “Biz kendi evlatlarımızla şampiyon olamasak da en kötü orta sıralara oynarız.” Çünkü bütçe yok. İşte böyle düşünceler içerisinde bizleri takıma kattılar. Trabzonspor’un doğuşu da bu şekilde başlamış oldu.
İlk parlamaya başladığınız dönemdeki röportajlarınıza ya da sizinle ilgili çıkan haberlere baktığımızda, “Ayağının kırılmasına rağmen…” cümlesini sık görüyoruz. O sakatlık süreci, moralinizi etkilemedi mi?
Üç kere kırıldı. Amatör oynadığım dönemde kırıldı. Sonra İkinci Lig’de Trabzonspor’da oynarken; Ordu maçıydı hatta. Sonuncusu da 1.Lig’de… Herkes “Üç kırık yaşayan bir futbolcunun dönme yüzdesi sıfırdır” der. Ama hiç aldırış etmeden devam ettim. Bana engel de olmadı hiç. Belki yapımdan dolayı böyleydi, bilemiyorum. Ayağımın ağrısını falan hiç hissetmedim. Bir özelliğimiz de oymuş demek ki. 2. Lig’de ilk oynamaya başladığımda antrenör Beşiktaşlı ‘Beton’ Mustafa Ertan idi. Şampiyonluğu averaj ile kaybetmiştik. Dünya tatlısı, hırslı bir insandı ama o zaman çağdaş bir çalışma düzeni yoktu. Ahmet Suat Özyazıcı bile öyleydi. Biraz Özkan Sümer, bunları getirmeye çalıştı. Bu her takımda böyleydi. Bakıyorsun, milli takımda çok iyi kadrolarımız vardı ama ortada doğru dürüst başarı yoktu. Sebeplerini de kendimce düşündüğümde ortaya şu çıkıyor; demek ki iyi yerlerde yetişmemişiz. Bu, hocalarımızın da günahı değil; onlar da öyle yetiştirildiler. Dalağımız şişecek diye su içemezdik ya! Bu kadar ilkel bir düşünce yapısı vardı. Böyle bir ortamda ne kadar olur? İşte o kadar oldu. Yetenekli futbolcular başarılı olamadı.
Birinci lige yükselişiniz nasıl oldu?
İlk yıl o takım averajla Kayseri’ye şampiyonluğu kaybetti. İkinci yıl şampiyon oldu hem de epey bir puan farkıyla. Birinci lige çıktığımız ilk yıl 10’uncu olduk. İkinci yıl ise şampiyon…
O sezon başında Şükrü Ersoy vardı takımın başında.
Evet. Sezon başında Şükrü Ersoy vardı. İlk çıktığımız sezon ise Ahmet Suat Hoca. O ayrıldı, Şükrü Hoca geldi. Tabii, takım tecrübe ve güven kazandı. İkinci yıl müthiş bir futbolcu topluluğu ortaya çıktı. Tabii ki ne oldu? Şükrü Ersoy’un görevine hemen son verildi.
Şükrü Ersoy’un görevine neden son verildi peki?
Takım, Trabzon’un kendi evlatlarından oluşuyordu. Hocası da şehrin kendi evlat olsun istediler. Yani bir yabancı hocayla değil de, Trabzonspor’u bugüne kadar getiren şehirden bir hoca ile devam edelim dediler.
Fenerbahçeli olması ile alakalı olabilir mi?
Yok, kesinlikle değil! Hiç alakası yok. Hatta hiç unutmam Şükrü Ersoy o dönem yanıma geldi. O zamanlar daha takımda ileri gelen bir kaptan değildim. Ama dedi ki: “Ali Kemal, beni kovacaklar. Beni kurtar. Ben bu takımı şampiyon yapacağım.” Ben de “Haklısın da hocam, gelen de Ahmet Suat Özyazıcı. Buranın evladı. Hem de köklü, saygın bir ortamı var. Yani bu iş biter. Hani o değil de herhangi birini alsaydılar ben sana derdim ki hayır kovamazlar seni bırakma, karşılarında dur ama ortam buna müsait değil” karşılığını verdim.
Şükrü Ersoy döneminde bir Uludağ kampı oluyor. Sizin Mehmet Oğuz’la bir poker anınız var. Şükrü Ersoy’a yakalanıyorsunuz. Onu bir de sizden dinlemek isteriz.
Mehmet Abi, Galatasaray ile kamptaydı. Biz de Trabzonspor’la kamptaydık. Tabii kamplarda oyunlar falan oynanıyordu. Biz de oynuyorduk. Şükrü Ersoy, çok korumacı bir teknik direktördü. Aman futbolcu yanlış yapmasın diye peşinden koşan bir insandı. Aramış bizi, görememiş. Biz de Galatasaraylıların odasındayız. Tüyo gitmiş ona. İçeri bir daldı; iki Galatasaraylı iki Trabzonsporlu oynuyoruz. Baktı, ”Kovdum sizi!“ dedi. Mehmet Abi de “Ya Hoca kimi kovuyorsun, biz Galatasaraylıyız” dedi. ”Ha, siz ayrı.” cevabını verdi. “Hocam, teşekkür ederim.“ dedim ben de. Nereye kovacak, mümkün mü? Ama heyecanlı, farklı bir tipti Şükrü Ersoy.
Mehmet Oğuz devreye giriyor herhalde değil mi?
Ya, Mehmet Abi o zaman bizden farklı bir isimdi. Mehmet Oğuz, çok değerli bir insandı. O zamanlar üç, dört futbolcu sayardınız. Mehmet Oğuz onlardan biriydi. Hala da beraber oluruz. Çok severim kendisini.
Kıbrıs’ta oynanan Barış Kupası’nın, Trabzonspor’un yükselişinde önemi nedir?
Kıbrıs’ta Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenip şampiyon olunca, kendimize şu soruyu sorduk: “Ya kardeşim, biz bunları çok rahat yeniyorsak, neden şampiyon olmayalım?” Kıvılcım orada çaktı. Kafa yapısı farklı gelişmeye başladı. ‘Büyük takım’ filan tanımaz olduk. Trabzon’da yönetim iyi işler yapsa daha da çok şampiyon olurdu kulüp. Özellikle benimle birlikte birçok oyuncunun ekonomik nedenlerle kulüpten gönderilmesi sıkıntı yarattı. Ama başkanın da yapacağı bir şey yoktu. Kendi cebinden harcıyor adam, işinden gücünden oluyor. En son bakıyor, “Kimden çok para kazanırım?” Ali Kemal’den kazanırım” diyor. Ben de o zaman 28 yaşındaydım. İlk satılan bendim. Borçlar ödendi o şekilde. Sadece bu da değil. Altyapıdan gelen çocuklar da çok iyiydi ama yanlışlar ilerleyen dönemde de devam etti. Sonunda da bu hale geldik.
Dönemin başkanı Şamil Ekinci’yi suçlayan demeçleriniz var.
İlk başta öyle düşündüm. Çünkü benim Trabzon’dan başka bir takımda oynamaya ne niyetim ne de öyle bir ihtimal vardı. Bir anda olaylar gelişince, farklı düşündüm. Türkiye’de kimin için öyle yürüyüşler yapıldı. Gitmeyeyim diye insanlar yürüdü. Orada “Gitmiyorum!” desem, kulübün her şeyi olurdum. O hırsla, kızgınlıkla öyle laflar ettim ama sonra farklı açılardan bakınca, Trabzonspor’un buna ihtiyacı olduğunu düşündüm. Beni üzen şey, tekrar söylüyorum; o yanlışlara devam edilmesiydi.
O dönem sizin satılmanız, Cemil Usta, Bekir Barçın’ın takımdan gönderilmesi. Şampiyonluklar gelince bizim bunlara artık ihtiyacımız yok havasına mı girildi?
Benim gitmemi oya sundular. Para kazanacaklarını biliyorlardı. Ama onları oylamadılar bile. Alttan gelen kişiler vardı. Aslında epey disiplinsizlikler oldu. Ama benden çekiniyorlardı, kamuoyunun tepkisi büyük olur diye. Onlardan hiç çekinmediler. Daha temiz olsun, gençler oynasın diye gönderdiler onları. Kötü mü oldu? Aslında çok yaşlı da değildik. Aşağı yukarı 27-28. Bir de onları durduramıyorlardı. Kaptan Cemil’i durduramazsın. Külhanbeyidir o, kabadayıdır. Çekinirlerdi ondan. Biraz da kendileri rahat etmek için gönderdiler. Hatta Cemil “Ben para mara istemiyorum, parasız oynayacağım” dedi. Ama kabul etmeyip gönderdiler, şimdi ona methiyeler düzüyorlar.
Trabzonspor’dan ayrıldığınız sezon “Emirlere uyacak asker arıyorlar, beni o yüzden gönderdiler.” diye bir açıklamanız var…
Biraz kıskanılma hadiseleri oldu o dönem. Sanki orası Trabzonspor değil, Ali Kemalspor oldu. Ben oynamadım mı işler karışıyor. Ya da röportajlar benimle yapılıyor. Benim posterlerim çıkıyor. Hocayla da biraz vardı ama her şey Ali Kemal gibi oldu. Yine de asıl olay parasaldı.
Trabzon formasıyla birçok ilke imza attıktan sonra İstanbul’a, Fenerbahçe’ye transfer oldunuz. Şehir sizi bu kadar severken ayrılmak zor olmadı m? Bir de ilk önce Galatasaray ile anlaşıyorsunuz galiba?.
Dediğim gibi Trabzon’dan ayrılmayı hiç düşünmüyordum. Ama ne zaman kulüp seni satacağız dedi hemen atladım geldim İstanbul’a. O zaman Galatasaray’ın teknik direktörü Coşkun Özarı idi. Milli takımdan da eski hocamdı. Beni de çok istiyordu. Hemen anlaştık. Transfer sezonunun bitmesine de iki gün var. Galatasaraylı yöneticiler beni İtalya’ya kaçırmak istedi. Ancak o günlerde eşim ilk çocuğumuza hamileydi ve bu sebeple İtalya’ya gitmek istemedim. Galatasaray’a, “Benim Fenerbahçe’ye gitmem mümkün değil. Size söz verdim asla dönmem. Buna hiç gerek yok” dedim. Galatasaraylı yöneticiler kaçırılırım endişesiyle gitmem konusunda hala ısrar ediyordu. Araya Coşkun Özarı girdi. “Bu hamsi kafa söz verdiyse, tutar” dedi ve yöneticileri ikna etti.
Normalde ertesi gün uçakla Trabzon’a dönecektim. Ama sabah uçağı kaçırdım. O zamanlar İstanbul-Trabzon arasında günde bir sefer var. Neyse, bir sonraki günkü uçağa kaldım. Geceyi de Balat’ta geçiriyorum. Gece üçte Fenerbahçeli yöneticiler bastılar kaldığım yeri. “Seni biz alacağız” dediler. Üstelik o dönemde benim satılacağımdan ve Galatasaray ile anlaştığımdan kimsenin haberi yoktu. O gece ağzımdan girip burnumdan çıktılar ve sonunda beni ikna ettiler. İyi de para teklif ettiler. Normalde Galatasaray’ın üç taksitle verdiği parayı onlar nakit veriyorlardı. O gece, Galatasaray’a verdiğim sözden dönmüş oldum. Hayatımda yanlış yaptığım olaylardan biridir o gece sözümden dönmem.
Kararınızı değiştirdikten sonra Coşkun Özarı’dan bir tepkiyle karşılaştınız?
Yok, hayır. Baba adamdı. O da anlamıştı benim içinde bulunduğum durumu.
Fenerbahçe ile Trabzon’a ilk gittiğinizde nasıl karşılandınız?
En çok gurur duyduğum olaylardan biri de o deplasman maçımızdır. O dönemde Trabzonspor ve Fenerbahçe arasında büyük rekabet vardı. Ama ben Fenerbahçe formasıyla sahaya çıktığımda “Hoş geldin Ali Kemal” yazan pankartlarla karşılandım. Üstelik Trabzon’dan her hangi bir takıma transfer olup oraya gelen futbolcu iyi karşılanmazdı. Ama ben hep ayrıcalıklı oldum. Trabzonluların bana olan bu sevgileriyle hep gurur duyarım.
Daha sonra Beşiktaş’ta da oynadınız. Fenerbahçe ve Beşiktaş formalarıyla Trabzonspor’a karşı mücadele etmek nasıl bir duyguydu?
Trabzonspor’a karşı oynadığım maçlarda çok heyecanlanırdım. Ayaklarım kilitlenir, oynayamazdım. Herkes “Ali Kemal Trabzon’a karşı kasıtlı oynamıyor!” derdi. Hiç alakası yoktu. Psikolojik olarak etkileniyordum bordo-mavi formaya karşı oynuyor olmaktan. Hatta Fenerbahçe ve Beşiktaş forması giyerken yöneticilere ve teknik direktörlerime de söyledim, “Beni Trabzonspor’a karşı oynatmayın” diye. Ama inadına da oynattılar. Hatta Beşiktaş’ta oynarken, sondan bir önceki maçımız Trabzon ileydi. İnönü Stadı’nda oynuyoruz, yenersek şampiyonuz… Beraber kaldık. O maçta da çok net bir gol kaçırdım. Bir sonraki hafta Eskişehir’de ilan ettik şampiyonluğu. Ama o sezon şampiyonluğu kaçırmış olsak, herkes “Ali Kemal, Trabzon’a bilerek o golü atmadı. Onun yüzünden şampiyonluğu kaçırdık” derdi. Neyse öyle bir duruma düşmedim.
Kıbrıs’a dönelim… O kupaya davet edilmeniz nasıl oldu? İstanbul takımları tamam da Trabzon yeni lige çıkmış bir takım…
Bakma şimdi takımına küstü –özellikle de futbolu bilen kesim- ama Trabzon taraftarı çok farklıdır. Her yerden adam gelir; Almanya’dan bile. Şu an en büyük sıkıntı, kültür seviyesinin düşmesi. Trabzonspor biraz doğru işler yapsın, o futbolu bilen, seven taraftarını tekrar tribüne getirsin, Trabzonspor’u kimse engelleyemez. Ölümüne maçlarda olurlar. O zaman da Trabzon’un Anadolu’da falan çok taraftarı vardı, demek ki Kıbrıs’ta da çok Trabzonlu komutan ve Laz asker vardı, ondan dolayı çağırdılar.
Benzer bir olayı da Romanya’da bir milli maçta yaşamışsınız galiba, bir de SSCB’de…
Romanya’da bana tezahürat yapılıyordu, Alpaslan da (Eratlı), “Seni burada da mı tanıyorlar?” diye takılınca, “Sen esas Rusya’da gör” dedim. Adam Trabzonlu ama zamanında savaş için gitmiş ya da göç etmiş oralara, dönmemiş de… O nedenle hakikaten çok Trabzonlu vardır o ülkelerde. Trabzonlu her yerde ya! İstediğin yere git… Kadıköy mesela… Birçok evi bizim Laz müteahhitler yapmış. Herif elinde keserle gelmiş İstanbul’a, olmuş müteahhit. Çok göç verdiğimiz için normal bir durum bu. Ama o zamanki göç eden insanların kültürel yapısı da çok farklıydı. Şimdi çok kıro var.
Sizin döneminizde ‘futbolu bilen’ Trabzon seyircisinden bahsettiniz. Kuşkusuz sahadaki futbolcu için büyük bir güç bu. Taraftar profilinin değiştiği 1990’ların sonunda da antrenördünüz. İki farklı taraftarlık biçiminin sahaya etkisini nasıl karşılaştırırsınız?
“Şeytan tüyü var” derler ya, benim için de geçerlidir bu. Nereye gidersem gideyim sevilmişimdir. Diyorum ya; Trabzon’dan gideceksin, hem de Fenerbahçe’ye gideceksin ve alkışlanacaksın ha, mümkün değil! Ama o halk beni çok seviyordu. Fenerbahçe ile Trabzon’da ilk maça çıktığımda pankart asmışlardı: “Hoş geldin Ali Kemal! İ.ne Fenerbahçe!” Trabzon’dan gidenlerin yüzde doksanı yuhalanmıştır Avni Aker’de. O insanların bana bakışı farklıydı. Hocalık dönemimde de aynı… Özkan Sümer’in yardımcısıydım. Bir gün taraftarlar Özkan Sümer’e küfür etmeye başladı. Yanına gittim, “Hocam, fazla kulübeden çıkma bak, sana küfür ediyorlar. Bırak ben çıkayım, bir şey demiyorlar bana” dedim.
Trabzon’un futbola karşı bu yakınlığı nereden geliyordu. Mesela ilk futbol kurallarının yazıldığı yer de Trabzon. Dışarıya karşı bir açıklık da var.
Şimdi öncelikle Trabzon şehri, Rum Pontus devletinin başıydı. Bir kültür merkezidir Trabzon. Tarihi ve kültürel olarak önemli bir şehirdir. Sporda da aynı… Tenis hiç kimse tarafından bilinmezken Trabzon’da oynanıyordu. Bakma sonradan kapandık ettik, değişik havalara girdik ama eskiden böyleydi. Hele futbolda; düşünün amatör kümede oynarken İdmanocağı takımı, geldi burada Beşiktaş’ı eledi. Yani öyle bir futbolcu kitlesi var orada. Trabzon’un tarihi çok eskidir. Bir de Trabzon’un taraftarı. Trabzon iskeletini korusun bir iki de iyi yabancı takviyesi yapsın, diğer takımlar Trabzonspor’dan iyi de olsa, Trabzonspor yine şampiyon olur. Çünkü arkasında müthiş bir destek var. Şu an bakma stadyumlarda değiller. Taraftar, takıma biraz güvensin peşinden nereye isterse gider. Yani Kayseri’ye, Bursa’ya benzemez Trabzon. Müthiş bir kitle vardır arkasında. Hep derler, nereye gitsen Trabzonlu bulursun. Göç fazla verdiği için nereye gidersen git Trabzonlu bulursun. O yüzden Trabzonspor hiçbir zaman yıkılmaz. Yeter ki iyi idare edilsin. Hep idare sorunlarından çok çekiyor şehir.
Şampiyon olduğunuz ilk sezona tekrar dönersek, sezon başlamadan TSYD Kupası’na katılıyorsunuz. İnönü’de bayağı bir taraftar sizi karşılıyor. Şampiyonlukta taraftarın da sahip çıkmasının bir etkisi var mıydı?
10’da bir! Tabii ki geliyorlardı. TSYD Kupası’nda falan İstanbul’da oynuyorduk ama asıl bize güven veren önemli olay, Kıbrıs’taki Barış Kupası’ydı. Bizim için dönüm noktası idi. Ondan sonra da arkası geldi. Yenilmez armadaya dönüştük. Bize öyle bir güven gelmişti ki gelen takımlar daha maç başlarken ne olur bize ikiden fazla atmayın diyecek hale gelmişlerdi. Rezil etmeyin bizi derlerdi. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş fark etmiyordu bizim için o dönem. Çıkar yenerdik. Yani yenilmek, berabere kalmak öyle bir düşüncemiz olmuyordu. Şımarıklık değildi bu, o zaman için gerçek buydu bizim açımızdan.
Bu özgüven nereden geliyordu?
Birbirimizle müthiş bir birlikteliğimiz vardı. Dostluk arkadaşlık çok iyiydi. Hepimiz Trabzon’un çocuklarıydık. Bütün arkadaşlarımızla kapı komşusu gibiydik. Böyle bir takımdasın ve birbirinizi müthiş seviyorsun. Kolej havası var. Birlikteliğimiz, birbirimize olan saygımız çok üst düzeydeydi. Böyle bir güzellik vardı. Bir de buna yetenek eklenince harika bir takım ortaya çıktı. Karşımızdaki takımları da görüyorduk. “E, bizi artık kim yenebilir?“ diyorduk. Bizim artık Avrupa’ya bakmamız lazım diyecek hale geldik. Mesela bir Fenerbahçe maçı oynuyorduk, 10 kişi kaldık. Maç 0-0 gidiyordu. Son 20 dakika. Vitesi bir arttırdık 2-0 yendik. Yani böyle bir havamız vardı. Böyle bir takım da yenilmezdi.
Hatta birbirinizle iddiaya giriyormuşsunuz o dönemler kaç atarız bugün diye…
Fenerbahçe maçı mı var ya da Galatasaray ile mi oynuyoruz? “Çabuk çabuk şu işi halledelim de akşama ne muhabbeti yapacağız ona bakalım” derdik. Öyle bir pozisyonumuz vardı.
Bu durum da ister istemez saygıyı da beraberinde getiriyor değil mi? Özellikle İstanbul takımlarının futbolcularının size saygı duymasını da sağlamıştır.
Bir ara milli takımı Trabzonspor’dan kuralım dediler. “Bir iki tane başka takımdan oyuncu katalım Trabzonspor’la sahaya çıkalım.” denilecek hale gelinmişti.
O dönemde şampiyonluğunuz nasıl karşılandı? Trabzon’da büyük bir coşku vardı ama mesela İstanbul basınında yankısı nasıldı? Sizin şampiyon olacağınıza inanıyorlar mıydı?
İnanmıyorlardı. Ama bunun geleceği belliydi. İstanbul’un hegemonyasını yıkmak her babayiğidin harcı değildir. İnsanlar eskiden Trabzonluyum diyemiyorlardı. Yani İstanbul’a göç etmiş, yerleşmiş insanlar diyemezdi. Daha farklı bakılırdı. Vurdusu, kırdısı, silahıydı akla gelenler… Öyle bir görünümü vardı Trabzonluların. Kötü gözle bakılıyordu. Şampiyonluktan sonra herkes memleketi ile gurur duymaya başladı. Plakalarını Trabzonspor yapmaya başladılar. Mesela, İstanbul’da Fenerbahçe’yi yendik. Mithatpaşa Stadı’ndan çıktım çok yağmur yağıyordu, oluk oluk su akıyordu. Böyle kerli ferli bir adam yanıma geldi. Önüme yattı, “Abi bana ne yaparsan yap. Bizi var ettiniz” dedi. Yani insanlar havaya girdiler. Dünyaları Trabzonspor oldu. Hala daha Trabzon’un dışındaki insanlar Trabzonspor’a daha bağlıdır.
Trabzon halkına da özgüven verdi takım aynı zamanda…
Tabii, her şeyiyle. O insanlar gururla çıkıp Trabzonlu olduğunu söylüyor. Bina yapıyor, Trabzonspor bayrağını asıyor. Bana göre şu anki takım biraz havaya girse, en büyük korkulu rüya yine Trabzonspor olur.
Peki, o dönemde şampiyonluğa giderken destekçilerden nasıl tepki aldınız?
Anadolu insanı hep bizi destekledi. Yarısı üç büyükleri tutuyorsa yarısı bizi destekledi. Şimdi sorarsan yarısı kayboldu, diğer yarısı da kayboluyor. Hep yönetimle ilgili sorunlardan kaynaklandı.
Anadolu’dan gelen rakipler size karşı nasıl oynarlardı, daha hırslı olurlar mıydı?
Hiç fark etmezdi. O dönem bize karşı büyük sempati vardı, şampiyon olduğumuz zaman küme düşme hattında olan takımlara karşı daha farklı oynuyorduk.
Turgay Semercioğlu, bir sohbetimizde: “O zamanlar libero meşhurdu ama biz tandemle oynardık” demişti. O dönem için ileri görüşlü bir sistem.
Ahmet Suat Özyazıcı Hoca’nın zekâsından kaynaklanan bir şeydi. O zamanlar hocalar böyle kurslara falan gitmiyorlardı. Hocaları Avrupa standarlarına getirmek için dersler de yoktu. Hocanın o anki futbol zekâsından kaynaklanan bir durumdu. Suat Hoca bu yönden çok zeki bir hocaydı. Bu tandem oyununu ve bek hücumunu o zaman oynatıyordu. Çok da başarılı oldu. Takım da ona uygundu. Futbolcusuna göre bir düzen oluşturmuştu. Ona göre taktik verirdi. Ali Kemal, işi bitirecek adam. “Ali Kemal, geri gel, adam tut!” demezdi. Zaten Ali Kemal’i iki kişi, üç kişi tutuyor. O bundan faydalanıyordu. Mesela bir ara ayağım sakatlandı. Daha yeni iyileşiyordum. Oynayamazdım ama yedek kulübesine alırdı beni. Bir gün bu şekilde maça soktu beni. Son 15 dakika, 0-0 gidiyordu. Şunları söyledi: ”Hiçbir şey yapmasan bile, orada göründüğün an yine senden korkacaklar. Biz bundan faydalanabiliriz.“ Bunları düşünürdü. Çok zeki biriydi.
Trabzonspor o dönemlerde hep takım ruhuyla, takımdaşlıkla anılır. Bu kadar ön planda olmanız takımda bir karşı tepkiye yol açmış mıydı?
Hayır. Biz hala o arkadaşlarımızla burada beraberiz. Şu an Necati, Hüseyin, Serdar Bali buradadır hep. Yani bir aradayız hep. Hala da bizim arkadaşlığımız devam eder. Onlar da bilir, Şenol Güneş dahi bunu bilir. O dönem Ali Kemal farklıydı. Saygı da duyulmalıydı. Ali Kemal’in ön planda olması normal bir durumdu, kıskanmaya gerek yoktu. Her şey ortadaydı. Şimdi bile öyledir. Futbolu falan bıraktık değil mi? Bir yere gideriz, Necati’yi, Hüseyin’i tanımazlar. Beni görürler hemen, “Ooo! Ali Kemal, ne haber?” Onlar da bu durumu kanıksadılar ve sıradan görüyorlar. Yani ben Pele’yle sokağa çıksam, Pele varken bana mı gelecekler? Bu işler böyledir. Onlar da saygı duyuyorlardı.
O dönem basında da böyle bir kural vardı sanki. Mesela Galatasaray-Fenerbahçe maçları Büyük Mehmet’le, Cemil üzerinden işlenirdi. Alparslan Eratlı mesela iyi bir futbolcu olmasına rağmen yoktur hiç.
Öyle evet. Alparslan, Fatih Terim yoktu öyle gazetelerde.
Reklam filmlerinde de oynuyordunuz…
Ya ne güzeldi değil mi? Bir kola içiyordum, hem içiyordum hem para sayıyordum. Bir keresinde yine bir reklam filminde oynayacaktım… İnönü Stadı’ndaydı herhalde. Bir tane İtalyan rejisör getirdiler; kadın rejisör. Geldi bana talimat veriyor. Topu alacakmışım, sektirecekmişim, oradan havalandırıp kafayla indirecekmişim. “Ne diyor bu!” dedim kendi kendime. En sonunda sinirlendim, çıkıştım: “Sen Pele mi sandın beni! Ben 10 kez sektireyim, öp de başına koy!” Tamam Trabzon’da, Türkiye’de adımız var da cambaz değiliz sonuçta.
Yıl ya da marka hatırlıyor musunuz?
Hatırlayamıyorum ki, bir banka reklamıydı herhalde. 1977 ya da 78 olması lazım.
Fatih Terim’i çalımlarınızla -tabiri caizse- ağlatma hikâyesi var. Doğru mu?
Yok, yok! Çok çalım yemiştir benden de, normaldir. Yemeyen yoktu zaten. Fatih’e yalnız ben kaptanlığı vermişimdir milli takımda. Kaptanlık benim hakkımdı. Çünkü ben ondan bir maç önce A Milli olmuştum. Ama onun Genç Milli takımda oynamışlıkları vardı. Benim hiç yoktu. Garip değil mi, Genç Milli Takımlar seviyesinde hiç oynamadım. Hiç Genç Milli olmadan A Milli oldum. Neyse, Metin Türel de Fatih’in kaptan olmasını istiyordu. Bana numara çekiyor; “Ya, Fatih’in morali bozuldu, astı suratını falan.” Yalan! Fatih’te öyle bir şey yok. Ben de dedim: “Hocam sıkma canını ya. Al kaptanlığı verdim ben.” Ketenpereye getiriyor. Oluyor böyle şeyler. Ama aslında Fatih’in haberi bile yoktu.
Beşiktaşlı yöneticilerin bir maçtan önce size viski içirmeye çalıştığına yönelik iddialar da var, onlar doğru mu?
Bizi çok seven bir ağabeyimiz vardı İstanbul’da… Her geldiğimizdi bizi yedirir, içirirdi; hasta da Beşiktaşlıydı. Bir gün ona “Beşiktaş maçına gel de biz seni ağırlayalım” dedik. Kamptayız, aynı otelde o da kalıyordu. Ben erken yatmazdım zaten, hoca da bir şey demezdi. Gece 12-1 gibi odasına gittim, bir arkadaşıyla kalıyordu. Baktım viski içiyorlar, ben de dolu dolu 2-3 su bardağı viski içtim. O zamanlar da maçlar öğlen oynanıyor. Ağabeyimiz şaşırdı tabii, “Tamam Beşiktaşlıyız ama senin de rezil olmanı istemem, burada üç kadehle kalır bu iş” dedi. Ben de “İyi, 3-0 alırız” cevabını verdim. Neyse maç 3-0 oldu, iki tane de ben attım. Ertesi gün gördü beni görür görmez şunu söyledi: “İyi ki 5 kadeh vermedim yoksa 5-0 olurdu maç!”
Ama benim en çok hırslandığım maç bir Kocaelispor maçıdır. Bizim takım farklı bir havadaydı, 2. Lig’de oynayan Kocaelispor’a karşı ben oynamamıştım, 1-0 yenildik. Onların yerel gazeteleri “Hamsinin Kafasını Kopardık” gibi başlıklar atmışlar. Gazete kupürünü soyunma odasına astık, dedik ki “Bunlar 18’imizin içine girerlerse bile gol sayacağız. Bunları kalelerinin içine sokacağız!” Maçı 5-0 kazandık. Hoca falan karışmazdı, istediğimiz zaman her şeyi yapardık.
Anadolu’nun başka yerlerinde bu tarz yaklaşımlarla karşılaştınız mı?
Benimle çok uğraşırlardı. Kızdırıp oyundan attırmaya çalışırlardı, Bursa’da ‘Deli’ Vahit (Doğan) vardı. Bir top geliyor, bana sert giriyor; taraftarda büyük sevinç… Bir böyle, iki böyle… “Allah’ım, şunlara bir gününü göstereyim” dedim. Aldım bir top, daldım 18’e işi bitirdim. Taraftara da hareket yapınca o teller parçalandı.
Çok iyi bir takımdı Trabzonspor ama milli takıma giden futbolcu sayısı biraz azdı. Trabzon’dan milli takıma giden ilk futbolcu olarak hava nasıldı? Milli Takım, Anadolu’da oynayan futbolculara karşı kapalı mıydı sizce de?
Yani o dönem Trabzonspor gümbür gümbür, milli takım ise pek başarılı olamıyordu. Milli takım, sonradan önem kazanmaya başladı. O zaman da önemliydi de futbolcuların bakış açısı farklıydı. Edirne’den dışarı çıktın mı üç ya da beş yerdik. Ama o dönemler ister istemez öyleydi. Avrupa’ya çok nadir giderdik. İtalya ile İngiltere ile çok nadir oynardık. Hep Romanya, Bulgaristan gibi takımlarla karşımıza çıkardı. Şimdiki gibi maddi bir katkısı ya da havası falan da yoktu. Benim için çok değerliydi ama. A Milli olmak hele de İstanbul dışından bir futbolcu olarak bunu başarmak, gurur vericiydi. İstanbul dışından milli takıma çağrılan futbolcu çok sınırlıydı. Eskişehirspor’dan İsmail Arca falan vardır işte. Oraya benim katılmam çok önemliydi.
Milli takımda oynamaya başladım. “Niye sadece Ali Kemal? Orada bir sürü adam var.” Sonra beş-altı kişi olduk Trabzonlu. Hatta bir ara dediler ki; “Çıkartalım Trabzonspor’u Türkiye Milli Takımı olarak oynatalım.” Yani o hale geldi Trabzonspor. Hakikaten çok büyüktü bu olay. Ama bu sadece ayaklarda, yetenekte değildi. Biz kafamızda işi bitirmiştik. “Bizim önümüze kim çıkacak? Kim çıkarsa çıksın havasını alır.” diye düşünüyorduk. İnanın Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray maçlarına -ki bizim bir dönem tek rakibimiz Fenerbahçe’ydi- bunlara üç atalım beş atalım da keyfimize bakalım diye düşünüyorduk. Bırakın berabere kalmayı, kalemize gelmeleri mümkün değildi. Böyle bir ruh oluşmuştu bizde. Bunun önünde de kimse duramazdı. Sadece yetenekle bazı şeyler olmuyor. Kafada da bitirmek gerekiyor.
Mesela Fenerbahçe’ye transfer oldum İnönü Stadı’nda ısınıyoruz ilk maç. Rahmetli Erol Togay da yeni transfer olmuştu Altay’dan. Maçı da Altay’la oynayacağız. Ben düşünüyorum “Altı mı atarız yedi mi?” diye. Isınırken Erol Togay geldi; “Ya Ali Kemal ne olacak bu maç?” dedi. Bu anlayışta olan insan bu takımda oynuyorsa bu normal değil. “Bu takımdan hiçbir şey olmaz” dedim. Bu kafada olan bir oyuncu bu takımda oynuyorsa her şey normal. Bu işi kafada bitireceksin. Hani bi laf vardır; “Bir işin yarısı başlamaktır” diye. Önce o işi kafanda halledeceksin. 1-0 galip başlayacaksın.
Milli takıma davet aldığınızda ne hissettiniz?
Müthiş gurur verdi bana. Ayaklarım titredi. Şaşırdım, çünkü sen ne kadar oynarsan oyna, Anadolu’da isen seçmiyorlardı. Bir anım var: Ümit Milli Takım seçilecek, gelip izleyen falan yoktu. Sadece duyumlarla adam çağırıyorlardı. Bursa yakın mesela oraya giderlerdi. Onun dışında yok. Bırak milli takımı, Ümit Milli Takım’ı da böyle seçerlerdi. Bu arada demek ki çok telgraf, telefon oldu “Böyle bir futbolcu var, bunu niye Ümit Milli Takım’a seçmiyorsunuz?“ diye. Öyle geldiler. Hoca da beni sigara içerken bir maçta görmüş. Çağırdı beni.
-Sen misin Ali Kemal?
-Evet, benim.
-Seni almadan kovdum milli takımdan.
Bu kadar dar bir bakış açısı vardı. Ben de “Çok da umurumdaydı alıp almaman!“ dedim kendi kendime. Sonra milli takıma geldiğim zaman, o beni kovan hoca da iki maçlık A Milli Takım’ın başına getirilmişti. Ben de o zamanlar milli takımın as oyuncusuydum. “Şimdi sen bana hocalık mı yapacaksın?“ deyince “Sen ne dersen haklısın.” demişti. Öyle bir düzen vardı…
Beşiktaş’la Galatasaray’ın kötü dönemine Trabzonspor’un başarılı olduğu döneme denk gelmesini bir şans olarak görüyor musunuz?
Ya biz Liverpool’u yendik ya! Dünya markasıydı. O biçim yendik hem de! Ama oraya gittik, adamlar bizi haşat etti. Çağdaş olmadan, sadece ruhla olmuyor. Ben verkaçı 30 yaşımda öğrendim. Bu bir gerçek. Vatan millet Sakarya’yla bazı şeyleri yapıyorduk. Türkiye’de de onu iyi yapıyorduk. Yetenekli futbolcular da vardı bizde, ‘hamal’ tipli dediğimiz çok koşanlar da… Biraz zeki ama yeteneği az olanlar da… Bu birleşimden doğdu bu başarılar. Sen 10 tane yetenekli koysan, bu ‘hamal’ tipli oyuncularla birleşmeden olmaz, ne kadar yetenekli olursa olsun. Yerine göre adamın olacak. Böyle olursa bir yere varırsın. ‘Takım olmak’ bu demek. Hala diyorum; “İskeleti olmayan bir takım, takım olamaz.” Belli başlı oyunculardan oluşan iskeletin olacak.
Günümüzde Trabzonspor’un yanlış yaptığı şey özüne dönüp, bu iskeleti oluşturamamak mı o zaman?
Şu an yetenek olarak Yusuf Yazıcı Türkiye’de bir numara değil mi? Peki geçen sezon başından bu yana Yusuf bu takımda değil miydi? Devre arasında Mehmet Ekici olayı yaşanmasaydı o oynayabilecek miydi? Neden oynatmıyorsun bu adamı? Diyorlar ki; “Adam yok.” E, var işte! Üç-dört tane daha var. Yeter ki sen inanarak koy takıma. Bu ligde şampiyon olacağım diye bu kadar para verilir mi? İflasın eşiğindesin.
Avni Aker’den çıkıp, Akyazı’ya geçildi. Ne düşünüyorsunuz?
Orada aynı yere yapılmadı ya stat. Burada bile rant var. Burada bile farklı işler var. Trabzon’u kullanan kullanana. Yiyen, yiyene. Ne alakası var oraya geçiyorsun.
Mesela Fenerbahçe Stadı ya da İnönü (Vodafone Arena) gibi aynı yere yapılabilirdi…
Evet, tabii ki. O kadar alan vardı orada. O kadar genişlik. Şehrin göbeğinde. İnsanlar rahat rahat maça gidebilir. Şimdi oraya (Akyazı) üç saatte gidemiyorsun. Üç saatte çıkamıyorsun. Park yeri yok, o yok, bu yok…
Takımı taraftardan uzaklaştırır mı?
İnsanlar her türlü koşarak gider. Benim evim orada şimdi. Evime de çok yakın. Evimin değeri de arttı! Ne diyeyim şimdi. Ne alakası var oranın şehirle? Fakat emirler geliyor, emirler gidiyor. Yapacak bir şey yok.
Şöyle bir şey duymuştuk orayla ilgili. Orası Trabzon’un tek doğal plajıymış.
Oralar hep kumluktu, plajdı. Şimdi sahil, doldura doldura üç kilometre daha denize gitti! Denizden uzaklaştık. Şimdi biri denize girmek istese Arsen’e, Akçaabat’a gitmesi gerekiyor…
Peki sizin döneminizde şimdiki stadyumun olduğu sahilde antrenman yaptığınız doğru mu?
Biz her yerde antrenman yapardık. Kumsallarda, caddelerde… Nerede yer bulursak. Caddelerde koşardık mesela. Bir araba gelip vursa bize gittik…
Avni Aker kapanınca bir burukluk oldu mu sizde?
Ben geçmişi çok kurcalayan biri değilimdir. Bugüne bakarım.
Biraz Liverpool maçını konuşalım isterseniz. İlk maçtan beş gün önce İrlanda ile 3-3 biten bir milli maç var. O dönem İrlanda’nın antrenörü de meşhur eski orta saha Johnny Giles. Maçtan sonra Giles “Liverpool beni dinlerse iyi olur, bu Ali Kemal’e dikkat etmeleri lazım” demiş. Gerçekten beş gün sonra Liverpool’a bela oluyorsunuz…
Bizde inanç vardı. Onları ilk maçta yendik, ikinci maçta da yeneriz dedik. Ama adamlar maça fırtına gibi başladı. İlk 15 dakikada daha ayağımıza top değmeden adamlar 3-0 yaptı. Necmi bana geldi, “Maç kaç kaç?” diye sordu. Peki neden böyle oldu? O zamanlar milli takımda sadece ben düzenli oynuyordum. Arkadaşlarımın hiçbirinin Avrupa tecrübesi yoktu neredeyse. Bütün takım heyecanlıydı, onlar da acımadılar. Basit şekilde kaybediyorsun. Yoksa ben bireysel olarak sıkıntı çekmedim. Tek başıma bile bunları yenerim diye düşünüyordum. Hatta takım arkadaşlarımı gaza getirmek için “Birkaç çalım atayım” dedim. “Bakın bunlar da insan, bunlar da geçilebiliyor” diye…
Cidden Avrupa’ya hiç çıkmamış ki benim arkadaşlarım. O tecrübesizlik olmasa belki söz sahibi olabilirdik. Mesela Liverpool’u yenmek o dönem kolay değildi. Yenmeyi geçtim, kalelerine gitmek hayaldi! Futbolcularımız sonradan Avrupa’nın önemini daha iyi kavradı ama takım dağıldı, ben ayrıldım. Kulüp para kazanmak zorundaydı. O takım devam etseydi, Avrupa’ya alışıp daha farklı başarılara imza atabilirdik. Belki Galatasaray’dan önce üst seviyelere gelebilirdik diye düşünüyorum. Sonradan da iyi kadrolar yakalandı ama yönetimle ilgili sıkıntılar çıktı. Hâlâ yakın çevreme söylerim Liverpool maçından iki yıl sonra aynı takımlar tekrar karşılaşmış olsaydı sonuç daha farklı olabilirdi.
O maçlarda bir de rakibe horon oynattığınıza yönelik bir hikâye var…
Taraftar maç koptuğu zaman benden şov isterdi, topu alıp başka futbolcuyla aramıza bırakıp oynamaya başlardım. Rakip topu alacak ama korkuyor. Ben de vurup geçerdim, seyirci coşardı. Daha sonra Göztepe’de sol bek oynayan bir abimiz “İyi futbolcusun ama karşındaki futbolcuyla alay etme, ileride alay edilecek duruma düşersin” dedi. Ben de bir daha yapmadım, seyirci istese de…
Trabzon’daki Liverpool maçından önce Necmi Perekli’nin “Ben eve gidiyorum, hotelde uyuyamıyorum” demiş…
O biraz farklı biriydi, doğrudur büyük ihtimalle! (gülerek)
Liverpool’a bela oluyorsunuz ama bir sonraki sene Danimarka takımı Boldklubben’e eleniyorsunuz. Oradaki sorun neydi?
Trabzon’daki maçı 10-0 bitirecekken 1-0 bitiriyoruz. O yıl da Avrupa’dan men olayımız var. Hakeme tepki gösterdik, büyük haksızlıklar yapıldı bize. Ofsayttan gol yedik. Basit bir takıma yenilmiş olduk. Oradaki olayda taraftarlar da saldırdı. Şampiyonluğu averajla Fenerbahçe’ye kaybettik, biraz da gevşemiştik “Nasıl olsa Avrupa’ya gidemiyoruz” diye. Bizde de şımarıklıklar başladı. Biraz havaya girince iniş başlıyor işte. Kupa Galipleri Kupası’nda oynama hakkınız var ama gidemiyorsunuz.
İlk şampiyonluğunuza dönersek. Göztepe’de bir beraberlikle şampiyonluğunuzu ilan ediyorsunuz. O sezonun sizin futbol hayatınızdaki özelliği neydi?
O sezon ve şampiyonluk çok önemliydi. Gerçekten bir Anadolu devrimiydi yaptığımız. Bütün Anadolu Trabzonsporlu oldu. Büyük sempati kazandık. Müthiş bir olaydı o ilk şampiyonluğumuz. Şunu da söylemek lazım, daha sonraki yıllarda o sempatikliği kaybettik. Takım olarak, başkanlar olarak… İnsanlar bizden nefret etmeye başladı.
1976 yılında, Avrupa’nın en iyi oyuncusuna verilen Ballon d’Or (Altın Top) oylamasında Dino Zoff ile size birer oy çıkmış. Hatta isminizi Ali Cemal diye yazmışlar. O oyu size kimin verdiğini biliyor musunuz?
Cidden öyle mi çıkmış? (Gülerek) Hiç haberim yok.
Avrupa’da da isminiz duyulmaya başladığı o dönemde transfer teklifi geldi mi?
Devamlı geliyordu ama kulüpten ayrılmayı hiç düşünmüyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam Werder Bremen istemişti. Gelip izlemişler beni, sonra pazarlığa oturdular. Bizim kulüp bana 10 milyon değer biçti, Johan Cruyff zaten 11 milyondu! Adamlar “Ne oluyor, ne satıyorsunuz?” dediler. Yani bizimkiler satmamak için öyle bir numara yaptılar. O zaman yurtdışına gidebilseydim belki daha farklı olabilirdi. Futbolculuğum, ilişkilerim… İdmanlarımız, kendimize bakmamız çok daha farklı olabilirdi.
Yurtdışına transfer olmama konusunda pişmanlığınız var mı?
Yok! Çünkü Türkiye’de ye, iç, yat… Yine kralsın. Daha ne kendimi sıkayım. O zamanlar öyle düşünürdüm.
Hücumcu olmanıza rağmen o dönemde çok kırmızı kart görmüşsünüz… Mesela Balıkesirspor maçı var. Üç ay ceza almışsınız. Hakem Cumhur Demir “Kokardımı yırttı” diye rapor yazmış. Ne oldu o maçta?
Aslında o ceza bir seneydi. O dönemler çaylağım tabii… Bir de annem babam rahmetli olmuştu. Sıkıntılarım vardı biraz. Ama esas Trabzonspor’u çok sahipleniyordum. Haksızlığa dayanamıyordum. Ben rakip oyuncuya tekme atmaktan atılmadım hiç. Hep hakeme saldırmaktan atıldım. Niye hakeme? Hakkımız yenildiğini düşünüyordum. Beşiktaş ve Fenerbahçe’de oynarken takımı o kadar sahiplenmemiştim mesela.
O dönemde futbolcu-şehir ilişkisi günümüzdeki gibi kopuk değil. Bunun da etkisi var büyük ihtimalle bu sahiplenme duygunuzda. Siz de sürekli Trabzon’da halkın arasına karışıyordunuz tabii. İlginç bir anınız oldu mu?
O dönemde bekardım, bir çapkınlık denememde yakalandım. Gazeteler beni manşet yaptı. Altı-yedi ay sonra bir gün pazara gittim, alışveriş yapacağım. O günlerde eski gazeteleri, kese kâğıdı yapmak için atmazdı esnaf. Girdim, sebze alacağım… Aldım alacağımı sonra da sırada beklemeye başladım ödeme yapmak için; önümde de yaşlı bir kadın… Manavın kese kâğıdı için hazırladığı gazete kağıdında boy boy resimlerim. O çapkınlık mevzusundan manşetler… Yaşlı kadın görür görmez: “Ha bunlar bizim uşaklar değul mudur?” dedi. Adam da “Evet” diye cevapladı. Ben de sessizce onları izliyorum… Kadın başladı; “Reziller, terbiyesizler, puhh Allah seni kahretmesun!” Adam da eşlik etmez mi: “Ha bu saçlar da ne böyle!” Ben de kendi kendime “Ali buradan gitmelisin” dedim. Elimdekileri kenara bıraktım ve sessizce uzaklaştım oradan.
O dönemki takım uyumunda İstanbul medyasının size yukarıdan bakmasının etkisi oldu mu? Bir kere şampiyon oldular ama arkası gelmez düşüncesi…
Aslında öyle demediler ama bizi kıskandılar. Bizi fazla yüceltmemeye çalıştılar. Bir de kulüplere bağlı insanlar vardı. Misal bir gazetenin spor müdürü Fenerbahçeli, diğer Galatasaraylı… Bizi sevdiler ama bize fazla methiyeler düzmediler. Onları da anlıyorum, gazete satmaları lazım. Pazarları farklı…
İstanbul’da oynadığınız maçlarda hiç yabancılık çekmemişsiniz…
O zamanlar stadyumlar yarı yarıyaydı. İstanbul’daki Trabzonlular bizi hiç yalnız bırakmazdı. Misal Fenerbahçe ile oynuyoruz. Stadın yarısı bizim uşaklarla dolu olurdu. Kimi zaman üstünlük bile bizdeydi. Onları sürükleyen de o dönemde yarattığımız heyecandı. Takımda biraz heyecan olsun, Trabzon taraftarı hemen arkandan akın akın gelir.
Az önce de dile getirdiniz bunu. Son yıllarda o küskünlük niye oldu?
Taraftar neler olduğunu görüyor. Yanlış transferler, yönetim hataları…
Peki bu küskünlük ne zaman başladı?
Bana göre Mehmet Ali Yılmaz’ın son döneminde başladı. Arkası da çorap söküğü gibi geldi…
96’da kaçan şampiyonluk bir kırılma noktası diyebilir miyiz? Orada şampiyonluk gelse…
Bak gelse değil, gelmedi. Trabzonspor o krizleri hiç yönetemedi. Çünkü Şenol Güneş ve Ziya (Doğan) zamanında bir ara takım oldular. Şampiyonluk potasına girdiler. Şu oldu, bu oldu kaybettiler. Ya bir kadron var, tut elinde. Trabzonlusu var, başkası var. O zaman Gökdeniz var, Fatih var… Yahu, bunları tut, birkaç tane daha takviye yap. Aynı kadroyla devam et! Ama paramparça oldular. Sonra golü atmadı, şöyle oldu, böyle oldu… Takım darmaduman.
Aslında 96’daki kadro bizim dönemimizden daha iyi bir kadroydu. Tamam şampiyon olamadın, Allah’ın bir lütfu. İki maç üst üst kaybettin. Oldu… Yahu sonra; hocayı kov, oyuncuları kov. Paramparça ettiler takımı. Belki ondan sonra beş sene üst üste şampiyon da olabilirsin. Geldik 2011’e. Bana göre Trabzonspor şampiyon. Ama gene paramparça ettiler takımı. Krizi yönetemediler. Yaptığın hataları kabul et, yoluna devam et. Sonra bir sürü adam aldılar, yanlış adamlar hem de. Yerlerde süründüler yine.
Bunda Trabzon taraftarı ve medyasının sabırsızlığı etken olabilir mi?
Bana ne sabırsızlıktan! Ben orada başkan olacağım, seyirci ayaklanacak, çok umurumdaydı! Trabzon’un başarısını göstermek isterim, ben orada başkanlık yapacağım diye kulübü felakete sürükleyemem ki. İşte burada dirayetli olacaksın.
Yardımcı antrenörken de bunları hissettiniz mi?
Ben de hatalar yaptım. Ben aslında Özkan Sümer kovulduğu zaman üç aylık teklifi kabul etmeseydim, bir yıl sonra ben oraya beş yıllık imza atardım ama maalesef çok sahiplenmek yanlış oluyor. Sezon başında geleceksin; kimi alacaksın, kimi satacaksın karar vereceksin öyle yürüyeceksin. Böyle olmalı. Bu da benim hatam. Zaten ondan sonra küstüm “Lanet olsun!” dedim.
96’daki takımın yarattığı etki sizin gibi Anadolu’daki birçok insanı etkiledi. Bir kriz yaşandı. Siz o zaman taraftar olarak neler hissetmiştiniz?
Futboldur, olur. Biz Van’ı 15-0 yenebilirdik ama 1-0 mağlup olduk. Bir maç sonra Fenerbahçe geldi. Bu maçların ikisi de içerde ha! Berabere kalsa yine şampiyon olacak. Trabzon tarihinin belki de en iyi maçını oynadı ama iki tane yediler. Herkes bitti; intiharlar, araba kırmalar… Ama durulacaktı. Takımı neden parçalıyorsun? İnan bu krizi yönetseydiler, Trabzonspor üst üste beş yıl şampiyon olurdular.
Sizi biraz gerginliktan uzaklaştıralım… 1976 yılında, Akranes deplasmanında Berkin Barçın’ın İzlandalı kızlara kendini Ali Keman Denizci diye tanıtması olayı doğru mu?
Yok, yok. Ümit Aktan o.
Yeşilçam’un ünlü ismi Tanju Gürsu’nun birçok Trabzonsporlu futbolcu ile iyi dost imiş. Sizi milli maçlarda da ziyarete geliyor hatta.
Abimiz tabii, Bizi çok severdi. İstanbul’a geldiğimiz zaman hatta milli maçlardan sonra bize sahip çıkardı. Yedirir, içirir.. Güya kontrol altında tutardı ama birlikte gece alemine giderdik.
O takımda öyle alemci sayısı da çok herhalde? Bir Şenol Güneş çok disiplinli gibi.
Evet, doğru. Ama sadece Şenol değil. Belli başlı isimler vardı. Necati, Hüseyin… Bunlar da çok disiplinliydi. Kadir, ben, Bekir üçümüz biraz haylazdık. Garibanlıktan gelmesin, Her şeye açsın, bir anda kral oluyorsun. Sonra “Onu yapma, bunu yapma!” diyorlar. Yapmasan da adama “Bunda rahatsızlık mı var?” derler. Bu yönden bana disiplinsizsin diyenlere “S.ktir” derim. Benim yerimde olsanız…
Ama sizi tutmak da zormuş. Trabzonspor döneminizde takım Aksaray’da oteldeyken siz sürekli kaçarmışsınız.
Kaçmazdım, kapıdan aslanlar gibi çıkardım! Bana hiç kimse bir şey diyemezdi, antrenörümüz Ahmet Suat Hoca da bana karışmazdı. Zaten o oyuncuları idare etmeyi iyi bilirdi. Bana karşı disiplin uygularsa beni kaybedeceğinin farkındaydı. Çünkü ben ne kadar kötü yaşarsam yaşayım, idmanlar ve maçlarda en iyi performansımı sergilerdim. İstanbul’a gelince bu ayrıcalığım biraz törpülendi tabii ki! Ama bazen diyorum ki; keşke Ahmet Suat Hoca bana karşı disiplin uygulasaydı da, öyle durumlarda beni kadro dışı bıraksaydı, daha farklı olurdum…
Son olarak Şenol Güneş nasıl biriydi? Siz haylaz, o disiplinli… Çatışma olur muydu?
Şenol şimdi neyse, o zaman da aynıydı. Ne kokar ne bulaşır! Zararsızdır. Onun dediği biraz anlaşılmaz da felsefidir yani feylesof! Aramızda hiç problem olmadı. Beni çok sever. Hala da aynıdır. Bana, “Sen kendini yiye yiye bitiremezsin. Öyle bir havan var ki; ne yaparsan yap bitmez. Benim senin yaptığının binde birini yapsam, benim işim bitmişti!” der.