Trabzonspor, ülke futbol tarihine geçecek önemli başarılara imza atarken, takımla özdeşleşen isimlerden biri de spiker Öztürk Pekin idi. Ali Kemal’li yıllardan Şota’lı yıllara Trabzon anılarını, Öztürk Pekin’den dinliyoruz…
1990’lı yıllarda Trabzonspor’u takip eden bizim kuşak futbol seyircisi, birçok maçı onun sesinden dinledi. “Saçmaladın Viktor!” ya da “Kim vurursa gol olur ve gol!” nidaları, onun anlatımıyla akıllarımıza kazındı. Trabzon ile yolları 1975’te kesişen ve ilerleyen yıllarda takımla özdeşleşen Öztürk Pekin ile Beşiktaş’ta bir çay bahçesinde oturduk ve Trabzon anılarını dinledik…
1) 1972’de TRT sınavlarını kazandım ama ODTÜ’de önemli bir projede çalışıyordum, ayrılamadım. “O zaman gel, hafta sonu maç anlat” dediler. 1972-1974 arası Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde maç anlatmaya gidiyordum. 1974’te askere gittim, 1975’te geldim ve TRT ile anlaştım. Orada da ODTÜ’de devam mı etsem yoksa TRT ile mi anlaşsam diye gidip geliyordum sürekli. O arada da Trabzonspor, 1.Lig’e çıkmıştı. “Haydi, sen yenisin, bir Trabzon yap” dediler. Bilmiyorlar ki başlarına bela aldıklarını! Trabzon, anlatıcıların pek sempatik bakmadığı bir yerdi. Ankara’ya uzaktı bir kere. Uçaklar çok sağlıklı değil, bazen otobüsle gidip geliyorsun. Trabzon, iklim olarak zor bir şehir. Şehri bulutlar kapladı mı uçaklar inmezdi. Bu gibi durumlarda başka çare yok; otobüsle gideceksin. Yollar da çok zorlu, virajlı; dönerken otobüsün kıçını görüyordun! Öyle başladım Trabzon’a ve devam ettim. Ben de çok sevdim şehri.
2) Orada çok özel dostlar edindim; halktan dostlar. Abdullah Ocak gibi… İlk gittiğim sene Trabzon’da yemek için nezih bir yer arıyorum. Baktım, Şehir Kulübü var; herkese de açık. Gittim, oturdum… Önce garson, bir süre sonra da benden birkaç yaş küçük bir delikanlı geldi. “Ağabey, ben Abdullah Ocak. Burada aşçıyım. Spikerlerin de hastasıyım. Ne emredersin, sana ne yapayım?” dedi. Muhteşem bir balık geldi. Gecenin ilerleyen saatlerinde de Abdullah Ocak, masama misafir oldu. Bir başladı taklit yapmaya… Ben hariç bütün spikerleri bire bir yapıyor. “Abidin Aydoğdu şöyle maç anlatır, Tansu Polatkan şu cümleleri kullanır” O kadar dikkatli dinlemiş ki onların sık kullandığı kelimeleri bile ezberlemiş. Sonra cebinden sigara paketi kadar bir radyo çıkardı, “Bütün maçları, futbol programlarını bundan dinlerim. Trabzon’da hangi radyoyu dinleyeceksem ona göre pozisyon alırım. Kıbrıs Bayrak Radyosu’nu dinleyeceksem, Boztepe’ye çıkarım” dedi. Adam, Trabzon’un haritasını çıkarmış. Radyosu da silah gibi cebinde duruyor. O günden sonra 40 yıllık dostum oldu. Hatta kendisine bir radyo hediye ettim… Öte yandan basın dünyasından da Orhan Kaynar gibi harika bir insanla tanıştım.

Trabzonspor, 1975-1976 sezonunda kazandığı ilk şampiyonluğu kutluyor.
3) İlk şampiyonlukta son maçlara kadar kimse Trabzon’un şampiyonluğuna ihtimal vermiyordu. İstanbul takımlarının kontrolü ele alacağını düşünüyordu herkes. Nur içinde yatsın, Necmi Tanyolaç’ın bir yazısı vardır: “Bir sene Trabzon’un şampiyon olması için uğraştım, keşke uğraşmasaydım. İstanbul takımları şampiyon olduğunda gazetenin tirajı 15-20 bin artacaktı, Trabzon şampiyon oldu ama bin artmadı”
4) Liverpool maçı öncesinde Liverpool takımı ile Ankara Havaalanı’nda beraberdik. Aynı uçak ile Trabzon’a gideceğiz. Ya kâğıt oynuyorlar ya da barda bira içiyorlardı. Adamların anlayışı o. Yani Trabzonspor’u küçük görme gibi bir durum yok ortada. Bir ara Liverpool futbolcularına doğru yürümeye başladım. Karşıdan da bir kız geliyor… Kız, “Gözünü kim morarttı?” dedi. Hâl, hareket, tavrından ve İngilizcesinden yurtdışında eğitim gören bir kız olduğu belli. Arkamdan Kevin Keegan geliyormuş. Büyük ihtimalle bir önceki maçlarında bir dirsek yemiş ve gözü mosmor. Kızı geçtik, Keegan arkasını döndü ve şunu söyledi: “Senden güzel değildi” Orada saha dışı zekânın da bu adamları farklı kıldığını düşündüm, hayran oldum. Esprinin inceliğine bakar mısın?
Şehre vardığımızda büyük bir stres var: (Kevin) Keegan ve arkadaşları gelmiş. Başka bir futbolcu tanınmıyor zaten. Heyecan çok büyük. Önce Liverpool’un kaldığı Özgür Otel’de biraz oturduk. Takım istirahat ediyor. Biz de; Ümit Aktan, ben, Orhan Kaynar, Abdullah Ocak ve Özkan Sümer sohbet halindeyiz… O sırada elektrikler kesildi, büyük bir gürültü oldu. Kısa süre sonra elektrikler geldiğinde, Liverpool’lu oyuncuları masaların altında bulduk, suikast zannetmişler. Adam hayatında ilk kez elektrik kesintisi görüyor belki de. Oysa o zaman elektrik kesintisi Türkiye’de çok normal bir şeydi. Takım, odalarına çekilince orada bir şey kalmadı. Biz de Trabzonspor’un kamp yaptığı Kalfa Otel’e geçtik. Tabii bütün gece Trabzon halkı, Liverpool’un kaldığı otelin önünde davullar çalmış, uyutmamış. Daha sonra Hajduk Split’e de yapmışlardı aynı şeyi. Bir nevi uğur olmuştu…
Kalfa Otel’de Ahmet Suat Hoca, Özkan Hoca ve bizim gazeteci ekibi oturmuş sohbet ediyoruz… Futbolcular da odalara çekilmiş. Gecenin 1’i, merdivenlerden biri inmeye başladı. Bir baktık, Necmi Perekli! Ahmet Suat Hoca’nın yanına geldi, “Ben uyuyamayorum, eve gideyurum!” dedi. Ahmet Suat da “Git yat!” dedi. Adam eve gitti, öbür gün maça geldi.
O maçta biz yayıncılar, büyük bir şark kurnazlığı yaptık ve BBC’ye kulübemizi verdik. Bir tane yayın kulübesi vardı o zaman. Radyodan yayın yapacağız ve bunun için tribüne çıktık. Rövanşta da bir jest bekliyoruz… Ama onlar kuruldu camekâna, bize de en kötü yeri verdiler.
Seyirci çok coşkulu ve maça odaklanmıştı. 1-0 galip geldik ama o kadar heyecanlıydık ki bugün ne golü hatırlıyorum ne de bir detay. Ama rövanşla ilgili hatırladıklarım var… Farklı şeyler yaşadık orada. Bir gün önce Liverpool Başkanı, basın mensuplarına bir davet verdi ve hepimize birer kravat hediye etti, hala da durur. Sonra da “Eğer Liverpool ile ilgili hatıra eşyaları almak istiyorsanız, mağazamıza buyurun” dedi. Adamlar store işine ta o zamandan girmişti…

Anfield’daki Trabzon seyircisi. (Foto: Milliyet Arşiv)
Sonra meşhur KOP Tribünü’ne götürdü bizi. Etraf inanılmaz sidik kokuyor! “Burası berbat kokuyor” dedik tabii. Şu yanıtı verdi adam: “Bizim fanatik seyircimiz, burada maçtan ayrılmak istemez ve bu sırada da fazlasıyla bira tüketir. Olduğu yere yapar ve maçı izlemeye devam eder.” Dikkatlice bir baktık ki sonra, adamlar kanallar yapmışlar, sidik dışarıya gitsin diye.
Ertesi gün, stadyuma beş bine yakın Türk gelmiş; büyük ölçüde Avrupa’da yaşayanlar… Üç-dört saat bağırdı bizim seyirci. Liverpool seyircisi tribünde bile değil. Neyse, maça kısa süre kala gelmeye başladılar ama yine hiç ses çıkmıyor. Başlama düdüğüyle birlikte bir Liverpool tezahüratı başladı ki, gök gürültüsü gibi, inanılmaz! Hiç unutmam, soldan geldiler, bizde şut denebilecek şiddette bir orta yapıldı… Bizde de rahmetli ‘Takoz’ Cemil (Usta), açtı kollarını, topu göğsüne almak için… Top bir çarptı Cemil’e, epey açıldı. Gelişine bir çaktı David Johnson; gol! 3-0 yenildik. Ama Trabzon o dönemlerde iç sahada kolay kolay kimseye teslim olmadı.
5) Fıkra gibi bir Trabzon hatırası anlatayım. 1981-1982 sezonu, Trabzon’da bir maç anlatacağım… Şehre indim, Özgür Otel’e gidip eşyalarımı koydum. O zaman bir nevi adet olmuştu, yakındaki Trabzon radyosuna uğradım. Ankara’dan gittiysen, oradaki insanlar seni bekler, Ankara’dan haber almak için… Radyoda bir arkadaş beni görür görmez, “Ağabey, kulüpten üç-dört kez telefon geldi, seni arıyorlar” dedi. Derken, Nevzat (Ergüney) içeri girdi: “Uşağım neredesin? Başkan seni arıyor.” Başkan da Mustafa Günaydın. Nevzat ve muhasebe müdürünü otele gönderip, “Bulun o adamı” demiş.
Gittik, gittik, uzun yol aldık. Bir pasaja, pasajda da bir terzi dükkânına girdik. Başkan, orada ceket diktiriyor. Mustafa Günaydın’a, “Başkanım, beni arıyormuşsunuz” dedim. “Uy uşağım gelmiş!” diye ayağa kalkınca dayanamadım artık, “Hayırdır?” diye sordum. Öğrenmek istiyorum bu kadar acil olanın ne olduğunu. Başkan ne dese beğenirsin: “Çok güzel bir fıkra duydum, sana onu anlatacağım!” Bir süre önce Polonya’daki Avrupa Kupası maçı esnasında, Varşova’ya otobüsle dönüyoruz kafile halinde. Mustafa Günaydın da o zaman başkan filan değil. Mikrofonu alıp üç saatlik yol boyunca fıkra anlatmıştı. Biz fıkralara değil, onun anlattığı fıkralara gülüşüne kahkahalar atıyorduk. Ama o, fıkralarını sevdik sanmış herhalde, unutmamış. Bundan dolayı alelacele çağırtmış.
6) Özkan Sümer, çok esprili, futbolu bilen ve kendini devamlı geliştiren bir antrenördü. Ama biraz fazla küfür ederdi. Özkan Sümer’e Galatasaray’ı çalıştırırken, Metin Yıldız’ı soruyorlar:
– Hoca, Metin Yıldız nasıl topçu?
-Gelmiş geçmiş en büyük topçu! Öyle bir büyük topçu ki hem benim anamı hem de rakip takımın anasını s…yor.
7) Benim de Trabzonspor taraftarından çok acayip küfür yediğim bir maç var. Altay-Trabzonspor oynuyor, İzmir’de… Altay’da da Yesic var. Trabzon, ceza sahasına hapsetmiş Altay’ı… Vuruyorlar, çıkıyor, vuruyorlar, çıkıyor… En sonunda top, yuvarlanarak kalenin içine doğru gitmeye başladı… Yesic, kayarak ayağının üstüyle gol olmadan çıkardı topu… Birkaç santim kalmıştı gol olmasına. O heyecan içinde, “Top kaleye gidiyor, top kaleye gidiyor… Allah’tan Yesi var da çıkardı topu!” dedim. Allaaaaah! Bir küfür, bir küfür… Her gören “Allah’tan Yesic var ha!” diyor. Lazio maçındaki “Yapma Viktor, ne yaptın Viktor, saçmaladın Viktor!” da spikerin söylememesi gerek şeyler ama orada da aynı heyecanı yaşamış, maça kaptırmıştım kendimi. Ama hakikaten de saçmalamıştı ya herif!
Bir de Şenol’u (Güneş) kızdırdığım bir maç vardı. Haber gönderdi, “Mahkemeye vereceğim” diye. Avrupa maçıydı ama rakibi hatırlayamıyorum… İlk yarı 0-0 bitmiş. İkinci yarı başladı ve rakip antrenör, yeni bir oyuncu aldı oyuna. İlk dakikada bir girdi sol kanattan; katladı, katladı, direğin dibine kesti, savunma zor çıkardı. Birkaç dakika sonra yine aynısını yaptı. Ben de dayanamadım, “Aşağı inmek, Şenol Hoca’ya bir şeyler söylemek istiyorum” dedim. Önlem alması gerekiyor, herif soldan gele gele yakacak bizi! Bunu duymuş Şenol ve çok kızmış bana. Tabii sonra tatlıya bağladık meseleyi.
8) Trabzon basını da enteresandır. Konyaspor-Trabzonspor maçı anlatacağım… Konya’da kaldığım otelden çıktım ve Trabzonlu arkadaşlarım ile karşılaştım. Hepsi kapının önünde toplanmış, belli ki dışarı çıkacaklar.
-Hayırdır beyler, nereye?
-Burada bir Akçaabat köftecisi varmış, oraya gideceğiz.
-Ulan, daha dün memlekette yediniz Akçaabat köftesini. Burada etli ekmek var, bamya çorbası var… Onları deneyin.
-Olmaz, Trabzonlu bir arkadaş burada köfteci açmış, oraya gideceğiz.
9) Futbolcularla hiç samimi olmadım. Ama prensip meselesi, çok özel şartlar olmazsa muhakkak soyunma odasına inerdim. Kadroları alırdım bir sorunla karşılaşmamak için. Bununla ilgili de güzel bir anım var. 1991-1992 sezonunun ilk maçı; Trabzonspor-Samsunspor. Trabzon’a da (Jacek) Cyzio diye bir topçu gelmişti, Polonyalı. Soyunma odasına indim, “Bu yeni arkadaşın ismini bir öğrenelim ki doğru söyleyelim” dedim. Geldi Cyzio:
-What’s your name?
-Szio
-Sio?
-No, Szio
Dört defa tekrar ettim, onun istediği sesi çıkaramıyorum. Ben provaya devam ederken Samsun kalecisi (Vladen) Radaca geldi. Birkaç yıldır Türkiye’deydi ve biz hep yazıldığı gibi telaffuz ediyorduk ismini. Bir baktım, durmuş orada bizi dinliyor.
-Kardeş, sen Cyzio’nun adını öğrenmeye çalışıyor ama benim adımı hep yanlış söylüyor!
-Ne senin adın?
-Radaka
-Bak, üç senedir buradasın ve herkes sana Radaca diyor. Annen, baban gelse değiştirmem.
“Radaka” dersem başka bir adam sanacaklar, kaç yıl geçmiş…
10) Bir gün maç bitti, yayın yönetmeni de rahmetli Ahmet Yakacıklı… “Arkadaşlar veda ediyoruz, İstanbul, caption girin” falan diyor… Bu cümleler, benim için “Kapat” anlamına geliyor. Yönetmenler, spikerin özel olayları söylemesini pek istemezler. Çünkü kameranın görmediği yerdeki bir olayı söylediğin zaman yönetmen de “Sen niye görmedin” diye ona yüklenir. Neyse, kapatacağım ama bir baktım, Şota karşı tribünün önünde dans ediyor, seyirci de tempo tutuyor. “Sayın seyirciler, sizlere veda edeceğiz ama şu an Şota, seyircilere özel bir gösteri yapıyor” dememle birlikte, Ahmet Yakacıklı’nın bağırışını duydum, “Nerede lan, bulun hemen şu Şota’yı!”
Şota farklı bir tipti. Olaylara farklı bakabilen bir çocuktu. Bana göre, Trabzonspor formasıyla izlediğim en özel oyuncudur. Tabii şunu da söyleyeyim ikizi Arçil ondan da iyi futbolcuydu ama istikrarlı bir şekilde izleyemedik. Arçil ile Şota aynı anda sahada olduklarında da enteresan olaylar yaşanırdı. Spikerlere o maçtan önce haber verilirdi: “Arçil, eldiven takacak” gibi… Ayırt etmeniz imkânsız adamları, yan yana otursalar yine anlamazsınız. Yazın da haber gelirdi, “Biri beyaz konç giyecek” diye.
Orhan Kaynar, onların komşusuydu, havaalanı yolunda villada oturuyorlardı. Orhan aynen şunları söylemişti: “Öztürk, böyle bir futbol sevgisi olamaz. Sabahın yedisi, iki kardeş bahçede top oynuyorlar!”
Şota’nın Eskişehirspor’a attığı bir gol vardı; kafasıyla taşımıştı topu. İşin enteresanı, birkaç maç evvelinde sohbet ederken, bana böyle bir gol atacağını söylemişti. “Hayalimde bir gol var. Topu almışım, kafamda sektiriyorum, gidiyorum ve top yere düşmeden vurup golü atıyorum. Hayalimdeki gol bu” O pozisyonda topu kafasında sektirmeye başlayınca ben de saymaya başladım. Zaten golden sonra da anlatımımda bir golcünün hayal gücünün ne kadar önemli olduğundan bahsediyorum.
Bazı futbolcularda bu vardır: “Seyirciye özel bir şey göstermeliyim!” Tıpkı tiyatrocular gibi bir solo yaparlar ve “Vay be! Usta işte” dedirtirler. Mesela Metin Oktay ve Metin Tekin’de bu vardı. Metin Oktay ne kadar kötü oynarsa oynasın bir hareket yapar, ne biliyim uçan kafa vuruşu ya da şık bir vole ile seyirciyi coştururdu. Şota da böyle bir futbolcuydu.
11) Düşünebiliyor musun, maç anlatıyorsunuz, top geliyor kornerden… “Kim vuruşa gol olur! Aut!” Bu felaket bir spiker için. Orhan’ın Aston Villa’ya attığı gol benim kariyerimde bu açıdan çok önemlidir. Golden önce golü tahmin etmek bir spikerin en çok mutlu olduğu anlardandır. Tabii Hami’nin de ortası muazzamdı. Güzel anılardan biridir Aston Villa maçı ama benim için Trabzonspor ile en çok özdeşleştiğim mücadele, Fransa’daki Lyon maçıdır. O karşılaşmayı internetten ara ara izlerim hala. İzlerken de şunu derim hep kendi kendime, “Ulan, amma çok dilek kipi kullanmışım!” Devamlı “Yap şunu, götür şunu, at o golü!” diyorum. Oluyor da istediklerim… Fransız takımını orada 4-3 yenmek, çok özeldi. Ünal’ın ezip geçtiği ve yaptığı asist falan…
Bir de Lazio maçı var. Ama Zoff olayı ile aklımda daha çok. Trabzon’daki bütün maçların öncesinde ve sonrasında organizasyonlar Süleyman Restoran’da yapılır. Lazio yönetimine de bir yemek verilecek. Biz de Orhan Kaynar ile beraber erkenden gittik, bara oturduk. Kokteylin yapılacağı salonda her şey hazır, misafirler beklenirken, idarecilerin canı sıkıldı. “Şuradan kağıt getirin de altı kol oynayalım” dediler, kapıyı da kilitleyip içeriye girdiler… Derken, Lazio yöneticileri geldi; Dino Zoff da kulüp başkanı. Dışarıdan birisi seslendi: “Misafirler geldi!” Kağıt oynayanlardan biri cevap verdi: “Beklesinler biraz, oyun bitmedi daha!” 15 dakika bekledi Dino Zoff orada. Düşünce şu: Hiç kimse Trabzon’dan daha büyük değildir!
12) Bir futbol takımını, 11 kişinin ne kadar birbirini tamamladığı üzerinden incelemek lazım. Lego gibi parçaların birbirine oturması gerekir. Mesela 1970’li yılların takımında bence en önemli oyuncu Necati idi. Asla beş yıldızlık oynamadı; ya üç ya dört yıldız. İki yıldıza hiç düşmez ama. Kadir’in hatalarını toplar devamlı. Bakıyorsun şimdi, savunmanın ortası birbirini tamamlıyor, iki bekin olağanüstü… Orta sahan; Bekir, Ali Yavuz… Birbirini tamamlayan farklı oyuncular. Biri savunmaya yönelik, Ali Yavuz harika bir oyun kurucu… Forvetlerin de harika. E, bu adamaların arasında yabancı soktun mu saçmalar zaten. 1996’daki kadro takım olarak daha iyi olabilir belki ama uyum olarak 1970’lerdeki takım çok farklıydı. Onlar beraber eğleniyorlar, beraber zaman geçirip, beraber seviniyor ve üzülüyorlardı. Kamp olmasa bile aynı kahvede hep birlikte oturuyorlardı. Başkaydılar ya!

“O takım başkaydı!”