Röportaj: Batu Anadolu – İlhan Özgen – Sezgin Rızaoğlu
O, Galatasaray ve milli takımın unutulmaz kaptanıydı. Türkiye’nin Estonya ve Hollanda maçları öncesinde, Cüneyt Tanman ile ilk milli maçından İngiltere maçlarına, şerefli mağlubiyetlerden İtalya 90 Elemeleri’ne kadar uzanan milli takım kariyerini konuştuk…
İlk milli maçımı Çekoslovakya’ya karşı oynadım. 18-19 yaşlarındaydım. Seçilmem de şöyle oldu: Şekersporlu Cüneyt abinin jübilesinde orta sahadan kaptığım topla dripling yapıp çok uzak mesafeden bir gol atmıştım. O gol milli takıma taşıdı beni. O zamanlar Metin Türel hoca vardı milli takımın başında. Çağrılmamda katkısı çoktur.
Çekoslovakya maçıyla ilgili bir anınız var mı?
Bir yıl önce Avrupa Şampiyonu olmuştu Çekoslovakya. Panenka’nın topun altına girerek attığı bir penaltı vardı. 1-0 yenilmiştik ama o zamanlar bu skor, Avrupa Şampiyonu karşısında başarı sayılıyordu. Maçtan sonra bana tabi biraz da abartarak Cruyff demişlerdi.
O dönemde alınan mağlubiyetler sonrası milli takımdan kopmalar yaşanıyor muydu?
Sürekli başarısızlık olunca kimse milli takıma gitmek istemiyordu. Kendi takımında iyisin, yıldızsın ama milli takıma gidiyorsun 8-0’lık, 3-0’lık, 4-0’lık maçlar oynuyorsun. Daha sonra başarı geldikçe kenetlenme oldu. O zaman daha keyifli olmaya başladı milli takım. Ondan önceki dönemde tabi ki vatani görev gibiydi ama maçlardan sonra vatan haini ilan ediliyorsun
Özellikle de İngiltere maçlarından sonra…
Ben Mustafa Denizli dönemindeki 8-0’lık maçta kadrodaydım ama sakatlığım vardı. Wembley’de antrenmana çıktık, hoca: ‘Forvet oynar mısın?’ dedi. ‘Hocam hem sakatım hem de İngiltere karşısında top değmez ayağıma’ dedim. Türkiye Ligi’ndeki maçlarda, özellikle de kendi sahamızdaki karşılaşmalarda santrafor olarak pata-küte oynardım ama İngiltere karşısında çok süratli olman lazım, takımın çıkması lazım… Biz çıkamıyorduk ki. Çıkarken top kaptırıp 8 tane gol yedik zaten. 8-0’lık maçta oynamadım neticede.
Sahada olmasanız da kulübede ne hissettiniz?
Maç başladı 2, 3 oldu zaten. Kaptırıyoruz atıyorlar, kaptırıyoruz atıyorlar… Hoca oyuncu değiştirmek istedi fark olunca. Arkasını dönüp bakıyor herkes birbirinin arkasına saklanıyor, girmek istemiyor sahaya. 6 bitsin diyoruz 7 oluyor, 7 bitsin 8! Neyse 8’de durdular. Oynamamama rağmen stadyumdan çıkarken en mahcup olduğum maçtır.
Rövanşta oynadınız mı?
Yok. Ben İngiltere maçı oynamadım. 8-0’lık maçta kenardaydım sadece. İyi ki de kenardaymışım (Gülerek).
80’li yılların başı kabus gibi. Hatta 82 Dünya Kupası Elemeleri’nde sadece 1 gol atıyoruz. Niye bu kadar kötüydü milli takım?
Felaketti. Lüksemburg’u bile zor yeniyorduk. Bütün problem kafadaydı. Avrupalılara karşı kendimizi küçük görüyorduk. Altyapı hocalarımız bile ‘Siz Avrupa’da oynayamazsınız’ derdi daha genç takımdayken. Bunu, Derwall ve Mustafa Denizli ile üstümüzden attık. Özellikle de iç sahadaki maçlarda. Futbol takım oyunu, iyi organize olup pas yapman ve topu kolay kolay kaptırmaman lazım. İngilizler pres yapıyor, biz panikle dan-dun vuruyoruz böyle olunca adamlar daha dar alanda oynuyor ve yorulmadan atakları tekrarlıyor. Sonra pas yapmaya, organize olmaya başladık ve başarı geldi.
‘Bütün problem kafada’ dediniz. Aslında o da altyapıyla ilgi değil mi?
Tabi. Biz çok şanslıydık aslında, Galatasaray’ın Brian Birch döneminde altyapıda çalıştık. İngiliz takımlarının yaptığı antrenmanları yaptık ve o kafa yapısıyla büyüdük. Ama o zaman da pasa dayalı bir futbol yoktu. Uzun toplar ön plandaydı. Pas futboluyla İviç sayesinde tanıştık. Dar alanda çok yoğun pas ve pres antrenmanları yaptırırdı. İviç’ten önceki dönemde Uludağ’a kampa giderdik. 15 gün boyunca sadece koşardık sonra topla antrenmana başlayınca adaleler atardı. Antrenman sistemlerinin gelişmesi de önemli rol oynadı Türk futbolunda. Bir de toprak sahalardan çim sahalara geçiş…
1990 Dünya Kupası elemelerinden bahsedebilir misiniz? İyi takımlar karşısında güzel maçlar çıkardık. Hatta son maçlara kadar gitme umudumuz vardı…
Tınaz Tırpan döneminde çok iyi bir kadro geldi. Müthiş oyuncular vardı. Orta sahada Ünal, Mustafa Yücedağ, Oğuz, Uğur gibi iyi adamlar vardı. En önemli isimler de Rıdvan ve Tanju’ydu. Takımın lokomotifi onlardı. Yedekler de çok iyiydi. Mesela Aykut Kocaman, Rusya’daki SSCB maçında yedekti. O tarih benim takım kaptanı olduğum tarih tabii. Önce hazırlık maçlarımız vardı. Yunanistan’ı hem burada 3-0 hem de Atina Olimpiyat Stadı’nda 1-0 yenmiştik. Rıdvan’la şöyle bir anımız var 3-0’lık maçla ilgili: İnönü’de Yunanistan maçı oynadık. Dünya Kupası eleme maçı değildi ama önemli bir maçtı. Rıdvan da o tarihe kadar milli maçı önemsemiyordu ama kendi takımında çok iyi oynuyordu. O gün milli takımda müthiş oynadı. Maçtan sonra televizyona röportaj verirken onu çok methettim. Rıdvan da yanımdaydı. O da çok şaşırdı. Şunu söyledim “Rıdvan zaten Fenerbahçe’de oynuyor. Hakikaten de müthiş de oynuyor. Ama Rıdvan’ı bütün dünyanın izleyebileceği bir oyuncu haline ancak milli takımdaki performansı getirir.” Onu o zaman öyle övmüştüm. Geçenlerde de mevzu konuşulurken o onu gündeme getirdi. “Abi çok iyi konuşmuştun” dedi. Ondan sonra hakikaten o Dünya Kupası döneminde Rıdvan-Tanju bizi müthiş taşıdı. Mesela bir Doğu Almanya maçı vardır. Doğu Almanya o tarihte Avrupa futbolunun en önemli takımlarından bir tanesiydi. Özellikle Doğu Almanya’da oynadığımız maç, harika bir maçtı. Yanlış hatırlamıyorsam 2-0’dı. Orada da Tanju’yla Rıdvan müthiş oynamışlardı. Aslında Rusya’da bir beraberlik alabilseydik… Daha doğrusu bizi o Dünya Kupası’na gitmekten alıkoyan İzlanda takımıydı. Sovyetlere yenilmemiz çok anormal bir sonuç değildi, beklenen bir şeydi. Esas beklenmeyen İzlanda maçlarıydı. Evimizde berabere kalmıştık. Hatta Tanju o maçta penaltı kaçırmıştı. Deplasmanda ise yenildik. Sonuçta İzlanda bize çelme takan takım oldu.
Milli Takım’ın o yıllardaki çıkışı da Galatasaray’ın kıpırdanması ile gerçekleşti.
Tabi, 2000’lerdeki kıpırdanmada da aynı durum söz konusu. Milli Takım Piontek-Terim tarafından çalıştırılırken kamp dönemi başladı. Bizim dönemimizde gazeteciler odalarımızda dolaşıyordu, sen engelleyemiyordun. Piontek döneminde gazetecinin seninle görüşmesi için randevu alması gerekiyordu.
Bir dönem yaşadığınız sakatlıklar nedeniyle milli formadan da uzak kaldınız değil mi?
Çok sakatlığım oldu. Özellikle de Genç Milli Takım’da. Mesela Raşit Çetiner’le beraber başladık Genç Milli Takım’a gitmeye. 1975’te İsviçre’deki turnuvada Avrupa dördüncüsü falan olduk. Ben toplamda 9 kere genç milli oldum, Raşit 30-35 kere oldu, arayı açtı. Ben hep sakattım. Belki yaşla alakalıydı, kemik-adale uyumsuzluğu falan… Galatasaray’da kaptanlığa yükselene kadar da devam etti bu sakatlıklarım. Bir de stretching (esneme hareketleri) yoktu. Birch döneminde halterle çalışıp 160 kg’lık ağırlık kaldırırdık. Elbette yararı oluyordu ama adalelerin ön tarafı çalışıyor, arka taraf çalışmıyordu. Stretching olayını Bayern Münih doktoru Hans Wolfarth’la öğrendik. Gözlerimizden yaş gelene kadar stretching yaptırırdı. Belki genç takımda bunun önemini kavrasak yaşamazdık o sakatlıkları.
Yine alt yapıya geldik.
Tabi ki. Galatasaray’ın alt yapısı en iyisiydi ama saha yok, malzeme yok, hiçbir şey yok!
Milli takımda hangi antrenörlerle çalıştınız?
Metin Türel, Coşkun Özarı, Tınaz Tırpan ve Mustafa Denizli ile A Milli Takım’da; Zeynel Soyuer ve Çetin Gürel’le de Genç Milli Takım’da çalıştım.
Piontek döneminde Milli Takım’a çağırılmış mıydınız?
Yok. Futbolculuğumun son dönemleriydi. Fatih Terim de onun yardımcısıydı. O tarihte hoca beni çağırdı, biraz konuştuk. Ama onun döneminde oynamadım.
Milli Takım’da oda arkadaşınız kimdi?
Tek kalıyorduk. Galatasaray’da ise Hayrettin (Demirbaş) idi. Ama Hayrettin’i pek göremezdim; çok erken yatar, geç kalkardı. Konsantre olmak için yemekten sonra hemen yatardı sabah kalktığımda hala uyuyor olurdu. Çok iyi profesyoneldi, işine sadıktı ama çok düşünmekten ve konsantre olmaktan Fenerbahçe maçlarında kötü oynuyordu.
Milli Takım’da devrecilik var mıydı?
Milli Takım’da da büyüklerle küçükler arasında saygı vardır ama bunu kıran oyuncular olmuştur. Ama her fırsatta o oyunculara fırça atmaya kalkarsan yüz göz olursun ve saygı göremezsin. Bana saygı gösterilirdi çünkü bir şey söyleyeceğim zaman kenarda ya da oyuncunun odasında söylerdim. O tarz ikazlar daha etkili oluyor. Çünkü karşındaki genç, cıva gibi adam. Onu mahcup edersen sana saygı duymaz. Devrecilik derken o manada devrecilik yapmadım ama karşılıklı saygıya önem verdim. Kime, ne zaman, neyi, nerede söyleyeceğini dengeleme işidir bu. Kavga edebilirsin, öyle bir nokta gelir ki vurabilirsin, sert olman gerekir ama onları dengelemen lazım. Fatih Terim’in tarzı farklıdır, eski abilerimizin tarzı farklıdır. Eskiden daha sertti, abilerin duşa girmeden sen giremezdin. Şimdi o kadar değil ama o saygı otomatikman oluşuyor. O şekilde oluşması daha sağlıklı tabi.
Milli Takım’da Mustafa Denizli’nin yardımcılığını ve Milli Takım menajerliğini de yaptınız değil mi?
Bir gün telefon açtı bana. Milli Takım’la ilgili konuşalım dedi. “Eşofman mı yoksa takım elbise mi istersin” diye sordu, takım elbiseyi tercih ettim. Ama eşofman mantıklı olanmış, keşke onu seçseydim. Bir tek “keşke” dediğim odur. Eşofman daha tatmin edici, sahanın içindesin ve topla haşır neşirsin. Ben menajerken hocayla beraber çift kalelerde oynadım. Burada elbiseyle kenarda duruyorsun. İçinden sahada olmak istiyorsun.
Peki Milli Takım’da sizi etkileyen bir antrenör var mıydı?
Bizde Coşkun Özarı, Milli Takım teknik direktörü vasıflarına sahipti. Futbolu bilirdi, seçimini iyi yapardı ve herkes saygı duyardı. Milli Takım hocalığı çok başka bir şeydir. Çok antrenman yapma şansınız yoktur. Orada önemli olan oynayacak oyuncuyu seçmek, bir takım yaratmaktır. Çok iyi bir oyuncu vardır ama uluslararası tecrübesi yoktur. Şu an genelde üç büyüklerden oyuncu tercih ediliyor çünkü kendini kanıtlamış ve orada Avrupa maçları oynayarak o seviyeye yükselmiş futbolcular var. Oyuncunun kendisini kanıtlaması lazım. Mesela Arda Turan Manisa’da oynadığı futbolla üst seviyeye çıkmayı hak etti. Bakın, Almanya Milli Takımı’nın ana kadrosunda fazla oyuncu değişmiyor. Khedira, Mesut gibi oyuncular sürekli omurgayı oluşturuyor. Milli Takım’ı o havaya sokmak lazım. Genç oyuncu varsa da bekleyecek. Belirli bir seviyeye ulaşacak.
Bir dönem Mustafa Denizli hem Galatasaray’ı hem de Milli Takım’ı çalıştırıyordu. Bir nevi geçtiğimiz haftalardaki Fatih Terim’in durumu gibiydi. Bir hocanın hem kulüp hem de milli takımı aynı anda çalıştırması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında ilk baktığın zaman bir teknik direktör iki takımı da çalıştırabilir gibi gözüküyor. Mesela futbolcu milli takıma gidiyor, orada oynuyor, geliyor tekrar takımında oynuyor. Ama teknik direktörlükte öyle olmuyor işte. Bir kere seçtiğin oyuncu, oyundan çıkardığın oyuncu gibi bir çok konuda polemik imkanı var, ikincisi ne olursa olsun iki tarafa bölünüyorsun. Konsantrasyonun, her şeyin bölünüyor. Bir de günümüzde buna gerek yok artık. Binlerce antrenör var. Türkiye de dört maçlığına milli takımı kurtaracak bir tane mi antrenör var? Tabi ki Fatih Terim önemli özellikleri olan bir teknik direktör ama gitme ihtimali çok zayıf olan, dört maçlık bir dönem için Fatih Terim olmaz. Sezon biter 10 yıllığına Türk Futbolu’nun başına getirilir. Altyapılarla da ilgili bütün yetkileri verirsin, sözleşmeni yaparsın. Onu hak eder. Ama dört maçlığına… Halı sahada maç yönetmiyorsun ki! Sonuçta yönetilir gibi bir şey gözükse de ilahi adalet denen şeyler ters gidiyor. Mesela Galatasaray, Antalya maçını iyi oynadı. En az 3-0 kazanırdı ama ters gitti. Real Madrid maçı 6 olur mu? Olmaması lazımdı. Galatasaray, Real Madrid’e en kötü 1-0, 2-0, 2-1 falan yenilecek bir takım. Bu kadar dağılmaması gerekliydi ama 6-1 yeniliyor. İlahi adalet gibi değerlendirebiliriz bu sonucu. Taş yerinde ağırdır derler ya…
Peki, bundan önce Abdullah Avcı vardı. Sizin Milli Takımlar Sorumlusu olduğunuz dönemde Milli Takım’ın başına geçmişti. O dönemdeki bir açıklamanızda da “Abdullah Avcı’nın çok başarılı olacağına eminim” demiştiniz. Sizce Abdullah Avcı ve Milli Takım kimyası neden uyuşmadı?
Dediğiniz gibi onu getiren federasyonun içinde olan biriydim. Öyle olunca insan hiç getirdiği biri için “başarısız olacak” der mi? (Gülüşmeler). Aslında o süreç şöyle gelişti. O dönemde Milli Takım’ın başında Hiddink vardı. Hiddink için o zamanda birçok şey söylendi. “Maç izlemiyor” dendi, “Türkiye’de kalmıyor” dendi. Sonuçlar kötü gitti falan filan… Üstelik maliyeti de çok yüksekti. Bir de Fatih Terim’den sonra bir isim getirmeleri gerekiyordu o tarihte ve böylece Hiddink gelmişti. Ama o da başarısız oldu. O zaman herkeste şöyle bir düşünce vardı, bizlerde de vardı: Milli takımın başında genç, yetenekli bir teknik adam olsun. Uzun vadeli olsun. Abdullah Avcı’nın da daha önce Genç Milli Takım’ın başında başarısı da var. Ondan sonra Büyükşehir Belediye’de de başarılı bir çizgisi vardı. Duruş olarak da milli takıma yakışabilecek genç bir adamdı. Zaten bu kriterlere uyan o dönemde iki üç isim vardı. Biri de Ertuğrul Sağlam’dı. Toplumun %80’inde de Abdullah Avcı gelsin görüşü vardı. Böylece toplumda da federasyonda da Abdullah Avcı bu işi yönetir algısı oluştu. Benim direkt kararım değildi nihayetinde. Ben Milli Takımlar sorumlusuydum sadece. Daha önce de bahsettiğim sebeplerden Abdullah Avcı geldi takımın başına. Ama biz Abdullah Avcı’yla bir maça çıkamadık ki! Abdullah Hoca’yı bizden sonraki federasyon yönetti. Tamam, biz işe aldık, tüm ekibini kendi kurdu ama ondan sonra diğer federasyon çeşitli bahanelerle Erdal’ı, Feyyaz’ı, Gökhan’ı kovdu. Büyük ihtimalle de bu süreç zarfında Abdullah’ın işini de zorlaştırdılar.
Yalnız mı bıraktılar?
Belki yalnız bırakmış, belki şunu oynat bunu oynatma tarzında telkinlerde de bulunmuş olabilirler. Tam bilmiyorum ama sonuçta Abdullah Avcı bizle çalışsaydı farklı olabilirdi. Çünkü oraya getiriş nedenlerimizi, yapabilecekleriyle ilgili düşüncelerimizi onunla birlikte hayata geçirebilirdik. Onu daha iyi yönlendirebilirdik. Oyuncularla ilişkilerini de… Çünkü sonuçlar kötü gidince her geçen gün oyuncularla ilişkileri de koptu. Ama ne olursa olsun bu süreci bitirmesi lazımdı bence.
Peki Guus Hiddink? Sizce Türk futbolu için fazla mı sistematikti? O da başarılı olamadı çünkü.
Yok hayır. Hiddink sadece yarışmacı antrenördü. A Milli Takım dışında o enerjisi de yok. Zaten Hiddink’ten iyi yararlanamamış milli takım. Niye yararlanamamış? Şimdi elinde Hiddink gibi tecrübeli bir teknik direktör var. Eğitimlere, seminerlere çağırıp ondan niye faydalan mıyorsun? Futbol Gelişim Merkezi’nde, antrenör eğitiminde vb yerlerde ondan yararlansana! Ama ne olmuş Ersun Yanal’ı Futbol Gelişim Direktörü olarak atamışsın, o kendini Futbol Genel Direktörü olarak algılıyor, Hiddink’in bile üstünde zannediyordu. Ümit Milli Takımı bile kendisine almış. Aslında tabii ki ikisinin de uyumlu çalışması şart. Ama bırakın uyumu biraraya bile gelmiyorlardı. Tüm ilişkileri kopmuştu.
Hiddink’in sadece ismi vardı o zaman….
Tabii, Hiddink de büyük ihtimalle şöyle düşünüyordu: “Ben dünyanın önemli teknik direktörlerinden bir tanesiyim ama bu adam beni Ümit Milli Takımı’na bile bulaştırmıyor”. Ersun Yanal’a göre Ümit Milli Takım, Futbol Gelişim Direktörlüğü’ne bağlıydı. Mesela bir maça scout yollanacak; A Milli Takım ayrı, Ümit Milli Takım ayrı yolluyordu. Üstelik iki taraf da birbirlerine rapor vermiyordu. Ben geldiğimde durum böyleydi. Aslında ikisi de değerli insan ama sistem öyle kurulmuş ki Ersun Yanal’ın teknik direktörlük hedefleri bitmemiş. Ayrıca o pozisyona gelecek insanın A Milli Takım üstü olması lazım. Bir kere o kişinin hedefi antrenörlük olmayacak. Eğitime, futbolun gelişimine, A Milli Takımı’nın başına gelecek teknik direktörün seçimine kadar her şeyi planlayacak biri olmalı. Şimdi Ersun Yanal’ı oraya getirdiğin vakit onun hedefi ne olursa olsun A Milli Takım teknik direktörlüğü olacak. Bir de çok genç, o yaştaki bir adamın tüm Türk futbolunun gelişimini yönetebilmesi çok zor.
Biraz daha geçmişe gidelim… Oynadığınız dönemde hayran olduğunuz, şu kadroda ben de olsaydım dediğiniz bir takım oldu mu?
Hollanda takımı vardı. Brezilya her zaman Brezilya’ydı. Avrupa takımlarını baz alırsak Alman Milli Takımı önemli bir takımdı. İngiltere bize iki kere 8 attı, onlar da iyiydi. İtalya’nın o dönemde futbolu hoş olmadığı için milli takımı da çok sevilmezdi. Düşündüğümde o tarihlerde Hollanda Milli Takımı iyi bir takımdı. Hatta o takımın önemli oyuncularından biri olan Krol ile bir anım vardır. Ben futbolu bıraktıktan sonra Ali Sami Yen’de veteranlar maçı oynuyorduk. O maçta Krol’un krampon darbesiyle ağır sakatlandım, sonrasında ameliyat oldum.
Milli Takım kariyerinizde birlikte oynadığınız kişilerden bir 11 seçseniz, o kadroda kimler olurdu?
Şöyle diyelim, sadece Milli Takım yapmayalım. Oynadığım dönemi kapsasın o takım:. Kalede Simoviç, sağ bekte İsmail, Yusuf, Erhan, sol bek Erdoğan Arıca, orta sahada Ünal, Uğur Tütüneker, Cevat Prekazi, Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin. Aslında geniş kadro yapsak daha iyi olacaktı. Unuttuğumuz isimlere ayıp olmasın diye…
Son soruyu da Milli Takım dışında soralım. Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final mi daha büyüktü yoksa 14 yıl aradan sonra gelen şampiyonluk mu?
İlk şampiyonluk. Çünkü onun çok ezikliğini çektik yıllarca. Onun tüm sürecinde yer aldım. Bir de o sene şampiyonluğu kaçıyorduk. Rize’de kaçırır gibi, Malatya’da kazanır gibi oldu. Son maça kalmıştı. Müthiş bir andı. Tabii Neutchatel Xamax da, Monako da çok keyifli maçlardı ama o şampiyonluğu almamız lazımdı. O başka bir şey, diğeri ise bugünkü tabirle çilekti.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz kaptan…
Ben de teşekkür ederim.