Futbola dair eleştirilerin kahramanlarından biri de ‘Klâsik’ 10 numaralardır. Peki, bugün eleştirilen futbolcu yapısı, gerçekten ‘klâsik’ tanımına uyuyor mu?
Her şey 1920’lerde başladı. O döneme kadar sahaya çıkan futbolcular sadece hangi takım için oynadıklarını simgeleyen formalar giyerken, bir anada mevkileri için de ipuçları veren numaraların sırtlarına eklenme fikri doğdu. 1930’larda ise numara mevzusu resmileşti. Kaleci 1 numarayı aldı ve rakamlar forvete kadar artış gösterdi. İlk başlarda fazla anlam yüklenmedi numaralara. Sağ bek, sol iç ya da forveti belirledi sadece… Algılar, yıllar ilerledikçe değişecekti…
1954 Dünya Kupası Finali, Almanya’nın sürprizi kadar Ferenc Puskas’ın sakatlığıyla da yâd edilir. Ferenc Puskas, dünya futbolunu değiştiren ‘Muazzam’ Macaristan Takımı’nın yıldızıydı. Turnuvanın grup aşamasında oynanan Almanya maçında sakatlandı ve finale kadar dinlendirildi. Finalde Wankdorf Stadyumu’na çıksa da birçoklarına göre formundan çok uzaktı. Bern Mucizesi, Fritz Walter ve Sepp Herberger’in kupalı pozlarıyla tarih sayfalarına geçecek olan turnuva, futbola yeni bir olgu daha sunmuştu: Ferenc Puskas ve 10 numara…
Dört yıl sonraki Dünya Kupası’nda ise 10 numara simgeleşeceği ismin sırtına geçecekti. Brezilya’nın çaylağı Pele, finalde attığı golleri, üzerine yapışacak forma ile kutluyordu. Numaranın kerameti hala, sol iç ya da sağ iç oynayıp gol atmaktı…
Topu Al ve Yönet
1960’lar WM’nin yavaş yavaş ortadan kalktığı yıllar oldu. Brezilya, 4-2-4’le Dünya Kupası’na ulaşmış, WM’nin ileri beşlisinde ve orta ikilisinden birer topçu, geriye çekilmişti. İngiltere menajeri Alf Ramsey, kimilerine göre ‘yerli malı’ WM’ye ihanet ederek 4-3-1-2 ile 1966 Dünya Kupası’nda arzı endam etmişti. Üçlü orta sahanın önünde oynayan Bobby Charlton, hem takımının hücumlarını organize ediyor hem de rakip kalede gol arıyordu. Oyun kurucu kimliği iyiden iyiye belirginleşmeye başlamıştı. Fakat İngilizler, 10 numara mevzusuna uzaktılar ve Charlton’ın sırtındaki 9 numara, belki de onun ilerleyen yıllarda büyük 10 numaralar listesinden muaf tutulmasına sebep olacaktı ama tesellisi büyüktü tabii. İngiltere, Alf Ramsey’in eleştirilen sistemiyle ilk Dünya Kupası’na ulaşmıştı. Ada’nın tabu hücum planı kanatlar ortadan kalkmış, her şey orta sahanın meziyetleriyle çözülmek istenmişti…
Avrupa’nın güneyi ise 10 numara-oyun kurucu birlikteliğinin hakkını vermeye başlamıştı 1960’larda. Milan antrenörü Nereo Rocco ve Inter’in ‘katı’ hocası Helenio Herrera ile kendini hissettirmeye başlayan Katenaçyo ağırlığı, Çizme’yi ve Avrupa’yı sarmaya başlarken, iki takımın da orta saha şefliği 10 numaralara emanetti. Inter, maestro koltuğuna, transfer rekoruyla Barcelona’dan aldığı Luis Suarez’i oturtmuştu. Luis Suarez sırtına geçirdiği 10 numarası ile hem defansından top alıyor hem de oyun görüşüyle hücumlara destek veriyordu. Milan’da ise İtalyan futboluna damga vuracak Gianni Rivera dönemi başlamıştı. ‘Altın Çocuk’, 1963’teki Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğu ile rüştünü ispatlamış ve en büyük kupayı İtalya’ya getiren ilk takım sıfatını kazandıran ekibin yıldızı olmuştu. Herrera’nın Inter’i bir sene sonra nöbeti teslim aldı ve iki sene üst üste tahttan inmedi. İki büyük 10 numara da takımlarına kıdem kazandırsa da oyun stilleri farklıydı. Suarez, bugünün deyimiyle ‘oyunu iki yönlü oynayabilen’ bir orta saha oyuncusu iken Gianni Rivera daha çok toplu oyunla haşır neşir oluyordu. Bugünkü 10 numaralardan farkı, orta sahadaki pas organizasyonunu da yapmasıydı. ‘Narin ve zayıf’ eleştirileri nedeniyle ünlü İtalyan gazeteci Gianni Brera tarafından ‘Abatino’ (Küçük Keşiş) lakabını alan Gianni Rivera’yı korumak adına antrenör Nereo Rocco’nun planı hazırdı. İtalyanların ‘Mediano’ adını verdikleri ‘gereğinden fazla’ koşan orta saha oyuncuları, neredeyse her takımın 11’inde bulunuyordu. Herrera, 1964’te Carlo Tagnin, 1965’te ise Gianfranco Bedin ile bu kontenjanı kullanarak ‘Abatino’su’ Sandro Mazzola’yı korumuştu. Fakat avantajı, oyun kurucusu Suarez’in defans işlerine de burnunu sokmasıydı. Rivera ise top rakipteyken pek oralı olmuyordu. Rocco, bu nedenle ‘Mediano’ sayısını ikiye çıkardı ve Giovanni Trapattoni ile Giovanni Lodetti’yi bu göreve atadı. İki koşan orta saha oyuncusu, Gianni Rivera’nın performansını arttırdı ve 1969’da hem Şampiyon Kulüpler Kupası hem de Ballon d’Or Milan’ın 10 numarasının ellerinde gökyüzüne yükseldi…
İkon
10 numaranın bir ‘ikon’ halini alması ise bir sene sonraya tekabül edecekti. Futbol giderek popüler kültürün ana malzemelerinden biri oluyordu ve bunun için bir kahramana ihtiyaç vardı. Ortaya, Brezilya’nın yıldızı Pele çıktı. 1958’de Brezilyalı yetkililerin sırt numaralarını FIFA’ya göndermemesi sonucu FIFA çalışanları tarafından 10 numara ile ‘ödüllendirilen’ 17 yaşındaki Pele, 1970’te takımının 10 numaralı yıldızı olarak Meksika’daki Dünya Kupası’nda sahne almış ve finalden sonra birçoklarına göre dünyanın en iyisi olduğunu kanıtlamıştı. İtalyanlar büyük 10 numaraları Rivera’yı yedekte çürütürken, Brezilya antrenörü Zagallo’nun dört 10 numarası; Gerson, Rivelino, Tostao ve Pele’ye yer açan pasa dayalı sistemi, yeni bir futbol anlayışını da peşinden getirecekti…
Güney Amerika, 10 numaralara olan yatkınlığını 1970’li yıllarda iyice ileriye taşımaya başlayacaktı. 1950 ve 1960’lı yıllarda İtalya Ligi’ni sarsan Arjantinli Omar Sivori’nin bıraktığı bayrağı Pele daha da yükseğe sabitlemişti. Sıra Brezilyalı Rivelino’daydı. Takımın hücumlarını yöneten, flip-flap hareketiyle rakipleri hipnoz, seyircileri de mest eden bıyıklı 10 numaranın bahtsızlıklarından biri de 1974 ve 1978’de Brezilya’nın Dünya Kupalarından hayal kırıklıklarıyla dönmesiydi. Bu arada Güney Amerika’nın küçük ülkelerinden Peru da desteğini esirgememiş ve Teofilo Cubillas ile 10’lar kulübüne katkı vermişti. Cubillas’ın 1978’de İskoçya’ya attığı frikik golü, numaranın zarafetini simgeleyen anlardan biriydi…
Brezilya, Rivelino sonrasında ise daha büyük bir ismi bu mertebeye çıkaracaktı. Arthur Zico, kulübü Flamengo’nun stadı Maracana’yı ve tüm Brezilya’yı büyüleyen yeteneğiyle 1970’li yılların sonunda adından söz ettirmeyi başarmıştı. Ezeli rakip Arjantin’de ise 1970’lerdeki simge Ricardo Bocchini’ydi. ‘Minik’ oyun kurucu, driplingleri ve bir nevi hastalık haline dönüşen asist tutkusuyla Arjantinlileri mest ederken, 1978 Dünya Kupası’nda yer almaması da klasik bir ’10 şanssızlığı’ olarak kayıtlara geçti. Bocchini’den etkilenen bir başka ‘ufaklık’ ise genç yaşında takımını sırtlamaya başlamıştı bile: Diego Armando Maradona…
Avrupa kıtası 1970’leri her ne kadar Cruyff-Beckenbauer rekabetiyle geçirse de, antrenörler oyun kurucularını el üstünde tutmayı görev biliyordu. İtalya’da Rivera saltanatı sürüyordu. Döneme hem kulüp hem de milli takımlar düzeyinde damga vuran Almanlar, futbol tarihine geçecek iki büyük 10 numara: Günter Netzer ve Wolfgang Overath ile keyif sürüyordu. Overath’ın pasa dayalı, tempoyu ayarlayan tarzı; Netzer’in ise driplingleri, uzun pasları ve frikikleri, ilerleyen yıllarda 10’larda olması gereken özellikler olarak belirlenecekti. Günter Netzer’in nevi şahsına münhasır ‘serseri’ halleri de onu farklı kılan bir diğer unsurdu. Buna tanıklık edenlerden biri de dönemin yerli yıldızlarından Mehmet Oğuz oldu. ‘Büyük’ Mehmet, o anı şöyle anlatıyor: “İstanbul’da Almanya ile oynadık. Misafir oldukları için maçtan sonra onlar adına bir kokteyl düzenlendi. Kokteylin yapılacağı salonda Federal Almanya oyuncularını bekliyoruz. Bir süre sonra salona girdiler. Hepsi traşlı, kravatlı, gayet düzenli… En son içeriye Netzer girdi. Gömleği göbeğine kadar açık, saçlar uzun ve dağınık, elinde de bir kadeh viski. ‘İşte adamım!’ dedim görür görmez. Muhteşem futbolcuydu ama. O gün de sahanın yıldızıydı. Bizim orta sahayı mahvetmişti.”
Rinus Michels ve Ajax önderliğinde futbolu değiştiren Hollanda Milli Takımı ise belirli bir oyun kurucu üzerinden oyunu yönlendirme taraftarı değildi. Özellikle Ajax’ta organize görevi, 14 numaralı Cruyff üzerindeydi ve orta sahada Netzer, Overath ya da Rivera gibi şefler bulunmuyordu. Fakat Hollanda Milli Takımı –birçokları Ajax kopyası dese de- biraz farklılıklar gösteriyordu. Ajax’ın altın yıllarında orta sahada yer alan Arie Haan, 1974 Dünya Kupası’nda Wim Rijsbergen’le beraber savunmanın göbeğinde yer alıyordu. Orta sahada Johan Neeskens ve Feyenoord’lu Wim Jansen, Michels’in Ajax modeline uygun isimlerdi. Ama muhteşem sol ayağı ve oyun görüşü ile fark yaratan Feyenoord’un 10 numarası Williem van Hanegem, Ajax’ta hatta Hollanda topraklarında bulunmayacak derecede kıymetli bir oyun kurucuydu. Kupada üç numaralı forma ile arzı endam etse de Hollanda hücumlarına muhteşem pas yeteneği ve sol ayağının dışıyla katkı sağlamaktaydı. Michels’in ‘her oyuncu alanı kapamalı’ düsturuna uyarak tabii… 1974 yazının bir diğer 10 numarasız 10 numarası da Polonya’nın beyni Kazmierz Deyna’ydı. Kazmierz Gorski’nin takımında Lato gol krallığıyla dikkat çekse de, defans ikilisi Zmuda ve Gorgon’dan çıkan neredeyse her top, yüksek oranda Deyna’yla buluştuktan sonra nereye gideceğine karar veriyordu. Alfabetik sıraya göre oyuncuların forma aldığı Polonya’da, Deyna 12’yi giyse de, hem kulübü Legia Varşova’da hem de milli takımda 10’u sık sık sırtına geçirmişti.
1970’lerin ikinci yarısından itibaren kulüpler düzeyinde alınmadık kupa bırakmayan İngiltere ise ’10 mevzusuna’ hâlâ uzaktı. Şampiyon Kulüpler Kupası’na ambargo koyan Liverpool ve Notthingam Forest, hücum planlarını forvet ve kanat oyuncularının yeteneklerin emanet etmişti. 1970’lerin sonunda Tottenham formasıyla dikkat çekmeye başlayan ve 1980’lere damga vuran Ada’nın sayılı 10 numaralarından Glenn Hoddle, zarif futbolcuların İngiltere’de neler çektiğini, A Touch of Genius belgeselinde şu sözlerle anlatmıştı: “Her takım klasik 4-4-2 oynardı. Top gereğinden fazla havada kalırdı ve bir oyuncu üç-dört kez herhangi bir ceza almadan size sert müdahalede bulunabilirdi. İngiltere’de yaratıcı bir futbolcu olmak, gelgite karşı yüzmek gibiydi…”
Hoddle, gelgitlere karşı yüzmeyi başaranlardandı. Kendini kabul ettirdi ve muhteşem pas yeteneğiyle kısa sürede dünyanın en çok zevk veren orta saha virtüözlerinden birine dönüştü. 1974 ve 1978 Dünya Kupalarını boş geçen İngilizler, 1982’de İspanya’ya giderken, oyun kurucularına güvenleri tamdı. Ama bir şeyi de hesaba katmamışlardı…
Cennet
1980’li yıllar 10 numaralar için cennetten de öteydi. Neredeyse bütün takımlar 10 numaralarıyla cümle içinde kullanılmaya başlanmış, bu yükü sırtlarında taşıyan 10 numaralar da görevlerinin hakkını vermişti. Fiziksel güç yavaş yavaş dünya futbolunda etkili hale geliyordu. Bu da oyun kurucuların daha çabuk hareket etmesini gerektiriyordu. Bu nedenle saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar kısa sürede muhteşem teknik ve zekâ pırıltıları, futbolseverleri heyecanlandırmak için yeterliydi. 1982’de İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası, bu anlamda gerçek bir futbol festivalini anımsatıyordu…
Peru, 1970’lerden kalma 10 numarası Cubillas ile oradaydı, Cezayir’in pas ustası Lakhdar Belloumi de… Federal Almanya’dan Hansi Müller ve Belçikalı Ludo Coeck, diğer 10 numaralı mühim oyun kuruculardı. Fakat bu isimler daha çok ‘üvertür’ olarak sahne aldılar. Beklenen iki assolist, Güney Amerika diyarından Güney Avrupa’ya gelmişti: Diego Armando Maradona ve Arthur Zico…
Maradona hayal kırkılığıyla turnuvayı kapasa da Zico ve Brezilya, gönüllerin şampiyonu olarak kupaya damga vurdu. Maradona’yı yıldıran İtalyan Claudio Gentile’nin Brezilya maçında benzer sertliği Zico’ya uygulaması, Brezilya’nın 10 numarasını pek de yıldıramadı. İtalyanları, hücumun her anında etkin oynayarak zorlasa da Paolo Rossi’ye boyun eğmişlerdi. Kupanın şampiyonu İtalya’da da tarihinin önemli 10’larından Giancarlo Antognoni, özellikle çabuk düşünme yeteneğini kullanarak büyük işler yapsa da, Paolo Rossi, Dino Zoff ve Bruno Conti’nin gölgesindeydi. Belki de bunun nedeni, alışık olduğu 10 numara yerine 9’u giymesiydi… Turnuvanın başka bir anlamda kazanan 10 numarası ise Fransızların ‘Platoche’u Michel Platini’ydi. Fransızların her şeyi olan orta alanda Alain Giresse, Jean Tigana ve Bernard Genghini’yi, dolayısıyla tüm takımı yöneten Platini, geriden oyun kurması, pasları ve ihtiyaç durumunda ortaya çıkan ceza sahası bitiriciliği ile dünyayı büyüledi. O güne kadarki birçok 10 numarada bulunmayan hava hâkimiyeti, dikkat çeken diğer özelliğiydi. Turnuva sonrasında Juventus’un yolunu tutan Platini, dönemin en güçlü ligi Serie A’nın birkaç sene boyunca en büyük yıldızı oldu. Gol attı, asist yaptı ve Avrupa’da fırtınalar estiren Juventus’un beyni oldu. Fiziksel olarak yeterli olmadığını düşünenler olsa da oyunun her yerinde top alıp, olumlu kullanabilme özelliğini kanıtladı. Bu ‘yetersizlik’ görüşüne katılanlardan biri de antrenör Giovanni Trapattoni’ydi. Belki de bu nedenle, tıpkı Milan’daki hocası Nereo Rocco’nun Rivera’ya uyguladığı sistemi benimsedi ve iki ‘mediano’ Marco Tardelli ve Massimo Bonini ile Platini’nin açıklarını kapadı. Platoche’un zarafeti, futbolu sevenler kadar yönetenleri de büyülemişti. Yıllar sonra Juventus Başkanı Gianni Agnelli’ye doğum gününde sorulan “Sizi hayatta en çok ne mutlu eder?” sorusuna verdiği cevap, bunu özetliyordu: “Michel’i 10 dakika daha futbol oynarken izlemek!”
Evet, 1980’ler 10 numaraların dönemiydi. Japonya menşeili futbol temalı çizgi filmlerde de başrollerde 10’lar vardı. Pele’den sonraki en ikonik futbolcu-10 birlikteliği de aynı dönemde yaşandı. Diego Armando Maradona, önce Arjantin’i Dünya Kupası’na sonra da Napoli’yi Serie A zirvesine taşıdı. Topu dağıttı, harika tekniğiyle engellenemez driplingler yaptı ve birçok santrforun yapamayacağı vuruşlar sonucu kalecileri alt etti. Diğer numaradaşlarından en büyük farkı ise inanılmaz hızıydı aslında… Dünya Kupası Azteca Stadı’nda ellerinde yükselirken, kadroda bulunan idolü Bocchini’nin kariyerindeki Dünya Kupası noksanı da Diego tarafından ört pas ediliyordu. Maradona kupaya damga vursa da, ilerleyen yıllarda dünya futbolunda ses getirecek diğer 10’lar da bu kupada orta çıktı. Michel Laudrup, Enzo Francescoli ve Enzo Scifo, en önemlileriydi…
Hollanda, 1988’de Avrupa Şampiyonu olduğunda mezkûr forma, Ruud Gullit’teydi. Gullit, sahanın neredeyse her yerinde oynama kabiliyetine sahip olsa da, asli görevi forvete destek vermekti. Finalde SSCB’ye attığı kafa golü, yeni tip 10 numaraların tanımıydı. Yetenek artık yavaş yavaş bitiricilik noktasında kullanılıyordu… Gullit, kulübü Milan’da da antrenör Sacchi’nin sistemi gereği Marco van Basten’in en büyük ceza sahası yoldaşıydı. Orta sahayı yönetme işi ise, Roma yıllarında biraz daha defansif oynayan Carlo Ancelotti’nindi. Oyunun merkezindeki 10 numaralar dönemi yavaş yavaş kapanıyordu…
Baggio ve Diğerleri
10 numaranın Avrupa’daki sebatkâr temsilcisi İtalya, 1982 Dünya Kupası’nnda şampiyonluğa ulaşan jenerasyonu ile 1986’da çuvallayınca, takımın başına, altyapılarda milli takıma hizmet eden Azeglio Vicini’yi getirdi. Vicini, artık ülkeyle eş anlama gelen ‘savunma’ zincirini kırmak istiyordu. 1988 Avrupa Şampiyonası’nda bunun emarelerini ortaya koydu. 1990 Dünya Kupası ise İtalya’da düzenlenecekti ve şampiyonluktan aşağısı İtalyanları kesmeyecekti. Azeglio Vicini’nin gözde 10 numarası Roma’lı Giuseppe Giannini’ydi. ‘Roma’nın Prensi’ lakabıyla başkentin ilahıydı ve 1980’lerden kalma 10 numaraların özelliklerini taşısa da, yeni model, ceza sahasına daha yakın bir orta saha oyuncusu olarak da dikkat çekiyordu. Vicini’nin başını ağrıtan ise ‘sonradan çıkan’ 10 oldu. Fiorentina ile coşan Roberto Baggio, forvet seçiminde Vicini’nin kâbuslarının başaktörüydü. Ne Gianni Rivera ne de Giancarlo Antognoni gibiydi Baggio. Daha çok “Gol!” nidalarıyla adı anılmaktaydı. Vicini’nin takımı yarı finalde elenerek hayâl kırıklığı yaratsa da 1990’lar ‘simge 10’unu bulmuştu. Baggio’nun dört sene sonra 1994 Dünya Kupası’ndaki performansı ve kaçırdığı penaltı sonrası çöküşü, bir jenerasyonun futbol namına hatırlayacağı ilk kareler olacaktı…
Avrupa’nın bir diğer 10’cusu Almanya da değişen düzene ayak uydurdu. Yaygınlaşan 3-5-2’de orta sahanın ortasını iki yönlü bir oyuncuyla kapatmaya çalışan antrenör ‘Kaiser’ Franz Beckenbauer, 10 numarasını Lothar Matthaus olarak belirledi. En önemli özelliği tekniği ya da akıl dolu pasları değildi. İnanılmaz bir gücü ve kondisyonu olan Matthaus, hem saha içinde Beckenbauer’in sağ koluydu hem de orta sahanın dinamosu. Hücuma katkısı yadsınamaz olsa da esas ceza sahası görevi; Littbarski, Hassler, Klinsmann, Völler ve devamlı hücumda beliren sol bek Andreas Brehme’nin üzerindeydi. Buna rağmen kadroda eski tip ‘zarif’ orta saha elemanları da vardı: Olaf Thon ve Uwe Bein. Güney Amerika ise bu geçiş döneminde 10 numaradan vazgeçmiyordu. Maradona hâlâ takımın finale çıkaracak kadar formdaydı. Brezilya ise Zico sonrası bunalımı atlatamamıştı. Uruguay’ın akıbeti hâlâ Francescoli’nin ayaklarındaydı. Kolombiya ise zarafetini gölgede bırakan saçlarıyla Carlos Valderrama’nın liderliğinde sahaya çıkıyordu.
Avrupa futbolunda söz hakkı Milan’daydı. Önce Sacchi temeli attı sonra da Capello mirası iyi kullandı. 1994 Mayısında Milan, Barcelona’yı 4-0’la şoka sokarken 10 numarası, Yugoslav Dejan Savicevic’ti. Daha çok forvet oyuncusu özellikleri taşıyan ‘dripling dâhisi’ için görev alanı, rakip ceza sahası civarıydı. Capello, eski oyun kurucuların topla ilk buluştuğu bölge olan kendi defansının önüne, ilerleyen yıllarda ‘ön libero’ olarak literatüre geçecek defansif özelliklere sahip orta saha oyuncusu, Marcel Desailly’yi yerleştirmişti. Tıpkı ustası Sacchi’nin Hollandalı Frank Rijkard’ı kullandığı gibi, önce rakip hücumlarını sersemletmek, sonra da topu bir an önce hücum bölgesine aktarmaktı amacı. Orta sahadaki ‘pasör’ denebilecek isim ise Demetrio Albertini’ydi. Bu görev tanımı, İtalyan futbolunda yeni terimler ortaya çıkarmış, eskilerinin ise anlamını değiştirmişti. Albertini gibi savunmanın önünde oynayan ve pas alışverişleriyle defans-hücum bağlantısını sağlayan defansif orta saha oyuncuları ‘Regista’ olarak anılmaya başlandı. 1980’lerde ortaya çıkan bu terim, İtalyancada ‘yönetmen’ anlamını taşımaktaydı ve Platini, Zico gibi orta saha şefleri için kullanılıyordu. Tabii 1990 model ‘registalar’ 1980’lerde de mevcuttu. Roma’nın kaptanı Agostino Di Bartolomei bunlardan biriydi. Albertini ve benzerleri tamamıyla Di Bartolomei ekolünü temsil ediyordu. Alışılmış 10 numaralar içinse yeni sıfat; “Trequartista” oldu. Bu terim aslında, 1960 model futbolda da benzer anlamlar taşıyan bir başka sıfatla aynı manadaydı. ‘Fantasisti’, Inter’in hücumcusu, ‘Tanrı’nın sol ayağı’ olarak anılan Mario Corso ve Torino’yla yıldızı parladıktan sonra trafik kazasında genç yaşında hayata veda eden ‘İtalyan Best’ lakaplı Gigi Meroni için 1960’larda kullanılmaktaydı. Driplingleri, hızları ve hayal güçleri ile hücumda fark yaratan, savunma işiyle pek de alakalı olmayanlar için ortaya çıkan bu terim, 1990’lardan itibaren ‘trequartista’ olarak değişti ve Roberto Baggio, Gianfranco Zola tipindeki oyuncuların sahadaki sıfatı oldu. Kısa sürede de 10 numara ile özdeşleşti. Trequartista’ların görevi, orta saha ile forvet arasında gezinerek, vizyon ve yetenekleriyle takıma gol kazandırmaktı. Roberto Baggio sonrası bu görevi önce Alessandro Del Piero sonra da Francesco Totti aldı…
Son 10
10 numaranın tanımı değişirken, dünya da buna ayak uydurmaya çalışıyordu. Brezilya, 1994’te Dünya Kupası’nı alırken, sırtında 10 numara olan isim, Socrates’in kardeşi Rai’ydi. Eski tip oyun kurucuların son örneklerinden olan Brezilyalı, belki de ülkesi için bu isimlerin sonuncusuydu. Ondan sonra gelen ‘milli 10 numaralar’ Rivaldo ve Ronaldinho, tam manasıyla birer ‘trequartista’ydılar… Aynı değişim, bir başka 10 diyarı Arjantin’de de yaşandı. Maradona sonrası büyük şeyler umulan Ortega, belki dinamizm olarak Maradona’nın yanına dahi yaklaşamazdı ama tekniği ve pasörlüğü takdire şayandı. Fakat olmadı! Ondan sonra gelenler ise Riquelme ve Aimar gibi ‘forvet arkası’ isimlerdi…
Dünya futbolu 2000’lere doğru ilerlerken 10 numaralar da yeşil sahadaki yaşamlarına devam ettiler. 1980’lerde başlayan kariyeri 1990’larda zirve yapan Romanya’nın süper yıldızı George Hagi, mesleğe eski tip 10 numara olarak başladı. Galatasaray yıllarında ise daha çok trequartista olarak devam etti ve 2000’lerin başında büyük başarılar kazandı. Türkiye’den geçen bir diğer büyülü krampon da Jay Okocha’ydı. Harika tekniği ve frikikleri ile numarasının hakkını verdi ve kısa süren Türkiye kariyerinin sonunda arkasında azımsanmayacak hayranlar bıraktı. Fransa’nın göçmen 10’u Zinedine Zidane, İtalya’daki ’90 model ‘regista’ günlerinden sonra Real Madrid’de ‘Platinivari’ bir patrona dönüştü ve biraz da medyanın desteğiyle birçokları için akıllarda kalan son büyük 10 numara oldu. Hollandalı Dennis Bergkamp da yeni model, forvet arkası bir ince iş ustasıydı. Almanya ise Matthaus sonrası Mehmet Scholl ve Michael Ballack gibi iki farklı 10 numara denedi ve son olarak ‘güncel 10’ Mesut Özil’le zirve yaptı. İtalya, Del Piero, Totti ya da –yanlarına pek yaklaşamasa da- Antonio Cassano ile kontenjanını kullandı. Bütün bu isimlerden kulüplerindeki katkıyı alamasalar da özlerinden kopmaya başlayan İtalyanlar, eski model ‘Regista’ Andrea Pirlo’nun oyun kurma yeteneği ile 10 açığını kapayıp Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonaları’nda önemli yerlere getirdi. 2000’li yıllar simge 10 numarasını bulmak için yine çaba sarf etmedi. Barcelona çocuğu, Arjantinli Messi, milenyumun ilahı olmaya devam ediyor. O da işi sadece ‘gol’ olan yetenek abidelerinden. İngilizler ise Joe Cole ve Wayne Rooney gibi isimlerle mevzuya ne kadar uzak olduklarını göstermeye devam etmekte…
Son yılların en çok gündeme gelen tartışmalarından biri, “10 numaralara yer var mı, yok mu?” münakaşası. Olmadığını düşünenlerin argümanları; bu özellikteki topçuların koşmamaları, sadece toplu oyunda sahneye çıkmaları ya da orta sahaya yardıma gelmemeleri üzerine… Bu sebepleri temel alarak yapılan yorumlar ise genelde şu cümleyle bitiyor: “Artık klasik 10 numaranın futbolda yeri yok!” Bunu söylerken hangi ‘klasikten’ söz ettikleri ise meçhul. Puskas dönemi ‘forvet’ 10’lar mı, 1970 ve 1980’lerdeki ‘beyin’ 10’lar mı yoksa 1990’lardaki ‘forvet arkası’ 10’lar’ mı? Nitekim görev olarak üçü de epey farklı. Anadolu rock denklemi misali bir bilenden alalım bu farklılığın yorumunu. Söz, Köln ve Almanya Milli Takımı’nın 10 numaralı oyun kurucusu Wolfgang Overath’ta: “10 numara geçmişte bugünkünden çok daha önemliydi. Daima takımın amaçları doğrultusunda bir şeyler yapma isteği olan oyun kuruculara aitti. Benim dönemimde en önemli oyuncuların numarasıydı. Bugün sadece sonucu değiştirmeye yarıyorlar!”