Pencere kenarındaki divana oturmuş, uzaklara bakıyordu Fatima Gelin. Biraz özlem dolu, biraz mahçup. Suriye’den yeni gelin gelmişti. Türkiye’ye, hiç bilmediği bu topraklara… Ama herkes ona çok iyi davranmıştı. Başta kocası Cemil.
Annesi ona, çok mutlu olacağını söylemişti. Öyle ya Türkiye’de savaş yoktu, insanlar huzurluydu. Oysa oralarda daha 3-4 yıl öncesine kadar Fransızlarla özgürlük yanlısı Suriyeliler savaşmış, insanlar ölmüştü. En azından dedesi onlara öyle anlatıyordu. Zaten geceleri uykusuna zaman zaman silah sesleri karışıyordu. Sonunda Suriye özgür olmuş, bağımsızlığını ilan etmişti ama annesinin deyişiyle gelecekte ne olacağı belli değildi bu topraklarda.
Uzaklara, tam da köyünün olduğu dağlara bakarak “Acaba kardeşlerim, anam, babam iyiler mi?” diye iç geçirdi Fatima Gelin.
“Sayın dinleyiciler burası Ankara. Tarihler 20 Kasım 1949. Şimdi milli maçımızın naklen yayınına geçiyoruz. Ankara’da güneşli bir hava var. Yavaş yavaş Suriye ve Türkiye karmaları…”
Birden Fatima başını çevirdi. Sesin geldiği yere doğru baktı. Babasının da böyle konuşan bir kutusu vardı. Tek bir farkla, o kutunun söylediklerini anlıyordu. Bunu ise hiç anlamıyordu. Sadece geldiği ülkesinin adını, Suriye kelimesini, anlayabilmişti Fatima.
Kocasına baktı. Kutunun yanında oturuyor, cigarasını tüttürüyordu. Yüzündeki mutluluğu, keyfi gördü. Tekrar pencereye döndü, uzaklara daldı gitti…
“19 Mayıs Stadı’nda Cihat Arman’ın idaresindeki onbirimiz şöyle: Kalede Erdal Kocaçimen, bekler: Naci Özkaya ve doktor Vedii Tosuncuk, halfta: Fahrettin Cansever, Harpokullu Mustafa Ertan, Bülent Eken, Hüseyin Saygun ve Gündüz Kılıç, ileride: Erol Keskin, Lefter Küçükandonyadis ve Şükrü Gülesin. Yakın tarihte bağımsızlığını ilan eden Suriye fitbolda ilk resmi maçına bizim karşımızda çıkıyor. İşte komşumuzun karması: Davud, Martini, Attasi, İbrahim, Safadi, Agop, Vasgen, Abdullah, Assiduh, Emanuel, Hamza…”
Birden Fatima, şaşkın gözlerle tekrar o kutuya baktı. Kardeşinin adıydı ”Assiduh”. Hemen ama çekinerek kocasına sordu radyodaki sesin ne dediğini.
Kocası ona fitbolu anlattı. “Bir nevi harp” dedi “ama kimse ölmüyor” dedi. “Topu en fazla direklerin arasından geçiren harbi kazanıyor” dedi. Dedi de dedi… Ona küçükken babasıyla gittiği Mersin’deki maçtan bile bahsetti. Mersin karmasıyla Diyarbakır karması oynamış. Diyarbakır’da bir topçu varmış. Herkes hayranlıkla onu izlermiş. Kendisi de. Zaten o topçunun golüyle Diyarbakır takımı maçı kazanmış. İşte o adam, şimdi bu maçta da oynuyormuş. Adı Lefter’miş.
Cemil anlatıkça anlatıyor ama Fatima dinlemiyordu artık. Dedesinin anlattığı savaş anıları içinde dolaşıyordu: “Suriye’de yine savaş var mıydı? İnsanlar neden savaşırdı?” Sonra dedesiyle oynadığı oyunlar aklına geldi.
“Goooool!!! Ay yıldızlılarımız maça hızlı başladı ve Fahrettin’in ayağından golü bulduk. Dakikalar 12’yi gösteriyor sayın dinleyiciler. Suriyeli topçular topu santra noktasına dikiyor. Evet, bu maçta klasik kırmızı kuşaklı beyaz formamızı ilk kez giyen Beşiktaşlı Fahrettin ile 1-0 öne geçtik. O da ne! Topu kaptık ve şuuut. Goool. Santradan bir dakika sonra yine Türkiye atağı, yine Fahrettin… Ani bir golle skor 2-0 oldu.”
Fatima gol sesleriyle birlikte hayal dünyasından uyandı. Kocasına baktı. Kocası sevinçten yerinde zıplıyordu. Fatima’nın önce yüzünde bir gülümseme belirdi. Sonra Cemil’e ne olduğunu sordu. Cemil gol attıklarını, Türkiye’nin harpte iki sıfır önde olduğunu söyledi. Ama sonra söylediklerinin farkına vararak sustu.
Fatima’nın yüzünü bu sefer endişe ve hüzün kapladı. Savaş kötüydü ve ülkesi savaşta yeniliyordu. Birden kocasının sözleri aklına geldi: “Bu harpta kimse ölmüyordu!”
Cemil de rahatlattı onu. Bunun sadece bir oyun olduğunu söyledi.
“Bildiğiniz gibi 1942 ve 1946 kupaları cihan harbi yüzünden yapılamadı. Artık harp yok! Maç var! Rakibimiz bugün Suriye, yarın Avusturya. İlk yarının bitmesine az kaldı sayın dinleyiciler. Evet, ceza sahasının yakınından faul atışı kullanacağız. Galatasaraylı Bülent topu aldı ve dikti, epey de gerildi. Atışı o kullanacak. Topa doğru geliyor, çaktı şutunu ve gooll goll. Ay yıldızlılarımız 3, Suriye 0.”
Fatima bu sefer radyodaki sese dönmedi. Bir nevi alışmıştı, ülkesi bir gol daha yemiş ama kimse ölmemişti.
Birden Cemil yerinden kalkıp kapıya yöneldi, Fatima ne olduğunu sordu. Cemil harbe ara verdiklerini, ahırdaki hayvanlara bakacağını söyledi.
Bir süre sonra Cemil tekrar odaya döndü. Radyonun başındaki yerini aldı. Bir cigara daha yaktı.
“İkinci yarıya iyi başladık sayın dinleyiciler ama bir türlü golü bulamadık. Top Lefter’de, Ordinaryus’tan bir şut ve gooool. Ver Lefter’e, dördüncü golü yaz deftere.”
Radyoda spiker Lefter ismini söyler söylemez, Fatima bu sefer Cemil’e baktı. Cemil de işte bu dercesine Fatima’ya eliyle işaret yaptı. O işaretten bir dakika sonra yani 67. dakikada Türkiye, Fenerbahçeli Erol’un ayağından bir gol daha buldu. 72’de Galatasaraylı Gündüz Kılıç ile bir gol daha… 87’de ise Fahrettin ilk milli maçında gollerini üçledi.
Yıllar, çok yıllar sonra “Fatima Gelin”, “Fatima Nine” oldu. Aynı yerde, yine pencere kenarında oturuyordu. Başını çevirdi, radyonun olduğu yere baktı. Bu sefer kimsecikler yoktu. Kocası Cemil, 10 yıl önce bir kazada ölmüştü. Öyle ya insanlar sadece savaşlarda ölmüyordu.
Fatima Nine, eski radyoya baktı. Kocası Cemil’i ve o günü hatırladı. Kocasının heyecanını hatırlıyordu. Türkiye o gün Suriye’yi tam 7 golle yenmişti. Ama Avusturya mı, Avıstırya mı (adını tam hatırlamıyordu) isminde bir ülkeyle daha harp yapacaktı. O harbi de kazanırsa topçular çok uzaklara gidecek, cihan devletleri arasında Türkiye’yi temsil edecekti. Ama Cemil’in anlattığına göre o harp hiç olmamıştı çünkü -Fatma’nın bir türlü adını söyleyemediği – o ülke Türkiye’nin karşısına çıkmaya korkmuştu. En azından kocası ona öyle diyordu. Böylece Türkiye, Brezilya denen o uzak topraklara gitmeye hak kazanmıştı. Cemil o gün radyodan haberi öğrenince hemen sevincini Fatima’yla paylaşmıştı. Ama sonraki günler Cemil’in neşesinden eser kalmamıştı. Fatima kocasına nedenini sorduğunda, Cemil: “Topçuların gidecekleri yer çok uzak, devlet babanın o kadar parası yok” demişti. Türkiye ilk kez kazandığı cihan kupasına katılma hakkını kullanamamıştı.
Fatima Nine tebessümle hatırlıyordu o günleri. Sonra tekrar pencereye doğru döndü, dışarı bakmaya devam etti. Birden yüzündeki gülümseme yerini burukluğa bıraktı. Hemen evinin önünde birkaç kişi ellerinde çıkılarla bir yerlere gidiyordu. Öyle ya, Suriye’de yine savaş başlamış, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere yüzlerce Suriyeli hemen köyünün yakınındaki mülteci kampına sığınmıştı. Birçok aile parçalanmıştı. Fatima Nine de elinden geldiği kadar somun pişirip (çocukları, komşuları vasıtasıyla) onlara gönderiyordu. Bir an, keşke her savaş bir futbol maçı olsaydı, kimse ölmese, aileler parçalanmasa diye düşündü.
Fatima Nine’nin gözü daha da uzaklara gitti. O mülteci kampının arkasında uzanan, doğduğu ve büyüdüğü köyünün olduğu dağlara bakarak derin bir iç geçirdi:
“Acaba yeni gelin giden torunum oralarda iyi mi?”