Dönemin en iyi liberosuydu. 94 Dünya Kupası Finali’nde sakatlığına rağmen sahaya çıktı ve unutulmaz maçın kahramanlarından birisi oldu…
İlk Dünya Kupası heyecanımdı. Yaz tatilinin de etkisiyle ‘gezelim, görelim’ tadında bir kupa geçirmiştim. Kupayı, Almanya-Bolivya maçıyla açtığımızda Batman’daydık. En büyük hayali: ‘Oğluyla Dünya Kupası izlemek’ olan babamla birlikte ekranın başına çivilenmiştik. Güneydoğu’nun kavurucu sıcağının etkisiyle her maçta misafirimiz olacak olan küçük kertenkele de penceredeki yerini almış ve sacayağını tamamlamıştı. Tatsız bir ilk maçtan sonra babam: “Şansına ilk maçın zevksiz geçti” dedi. Ama daha çok maç vardı ve benim kahramanım henüz sahaya çıkmamıştı.
1993 UEFA Kupası Finali’nden sonra tam bir Roberto Baggio sevdalısına dönüşmüştüm. Bu sevda, İtalyan futboluna sempatimi de yanında getirdi. Kısacası 1994 Dünya Kupası’nda İtalya’ya gönül vermiştim. Fakat İtalya, bu gönül bağını daha ilk maçtan sarsmıştı. İrlanda’ya 0-1 mağlup olmuş, daha da kötüsü Roberto Baggio berbat bir oyun oynamıştı. İtalya’dan pek hoşlanmayan babam ise Azzurilerin 6 numarasının hayranıydı. Bu 6 numara, 94 Mayıs’ında Barselona’yı perişan eden Avrupa Şampiyonu Milan’ın kaptanı ve liberosu Franco Baresi’ydi. Pek futbolcuya benzemese de muhteşem bir oyuncuydu. Kısa boyuna rağmen hava hakimiyeti kusursuz, sezgileri muhteşem ve sertliği de tam kıvamındaydı. Futbol temeli o dönemde henüz oturmamış olan bendenizi bile etkilemeyi başarmıştı. Roberto Baggio kötü oynasa da önemli değildi artık. Bir başka kahramanım daha vardı!
‘İyi dediğim iki gün yaşar’ olmuştu. Grubun ikinci maçında Norveç ile karşılaşan İtalya, zor da olsa kazanmış fakat ‘yeni’ kahramanım Franco Baresi’yi kaybetmişti. R. Baggio’nun berbat performansına devam etmesi de cabasıydı. İtalya, son maçında Meksika ile berabere kalıp, debelenerek bir üst tura çıksa da; Baresi, son adam görevini Costacurta’ya bırakmıştı ve ben, bu durumdan pek hoşnut değildim. İkinci kahramanım artık oynamayacak mıydı yoksa?
Eleme maçlarına geçildiğinde yaz tatili maksadıyla Çeşme’deydik. Çeşme, Roberto Baggio’ya uğur getirmiş ve kendine yakışan oyunu oynamaya başlamıştı. Sırasıyla; Nijerya, İspanya ve Bulgaristan’ı tek başına yenmiş ve İtalya’yı finale taşımıştı. İtalya’nın grupta can çekiştiği maçlar esnasında: “İtalya böyledir, gruplarda bir bok yiyemez ama sonra final oynar” diyen babama da saygım katlanarak devam ediyordu…
Final gelip çatmıştı; İtalya – Brezilya. Maç California’ydı, biz de Türkiye turumuzun Edirne ayağında… Çevremdekilere göre İtalya, geleceği yere kadar gelmişti. Brezilya ise kendisine her zaman sadık kalan Türk seyircisinin bile beğenmediği bir takımdı. Parreira’nın sıkıcı futbolu; Zico, Socrates, Careca ve Falcao’nun oynadığı 80’lerdeki Brezilya’dan çok uzaktı. Brezilya taraftarı babam, Romario ve Bebeto’ya güvenirken, benim de silahlarım Roberto Baggio ve dört buçuk maç sonra kaptanlık pazubandını takan Baresi’ydi. Fakat en önemli silahım ilk dakikalardan tutukluk yapmaya başlamıştı bile… Roberto Baggio, grup maçlarındaki performansına dönüş yapmıştı. Aldığı her topu eziyor ya da hatalı paslar atıyordu. Bu performansta, Parreira’nın ‘çift çapaları’ Mauro Silva ve Dunga’nın da etkileri yadsınamazdı tabii. Baresi ise bu maç için doğmuştu sanki. Bebeto ve Romario odaklı Brezilya hücumlarında muhteşem müdahaleler yapıyor, öbek öbek hareket eden İtalya savunmasını yönetiyor ve kaptığı toplarla İtalyan futbolunun olmazsa olmazı kontra atakları başlatıyordu. Hatta Massaro, Donadoni ve R. Baggio üçlüsünden umudu kesip liberoların alâmet-i farikası topla çıkışları da ihmal etmiyordu. İsminin önüne yapıştırılan: ‘Tecrübeli libero’ sıfatındaki ‘libero’yu anlamıştım. Aslında takımın yarısıydı ama sırtında ‘10’u taşımadığı için herkes fark edemiyordu bunu. Bir süre sonra benim için, Baresi – Brezilya maçına dönmüştü karşılaşma. İtalyan savunmasının arkasına atılan toplarda müthiş sezileri ve çabukluğunu kullanarak Romario’ya göz açtırmayan tecrübeli libero, karşılaşmada eşitliğin bozulmasına izin vermiyordu. Nitekim 90 dakikada da bunu başardı. Karşılaşma uzatmalara gitmişti ve hiçbir şey ‘Çelik Adam’ Baresi’nin inadını kıracağa benzemiyordu. O kadar kararlıydı ki, uzatma bölümünde bacağına giren kramp bile tarihe geçmesine engel olamayacaktı…
Baresi’nin ‘Milano geçilmez!’ savunması, uzatmalarda da eşitliğin bozulmasına mani oldu. Maç, penaltı vuruşlarına kalmıştı. İlk penaltı için Franco Baresi, Taffarel’in koruduğu kaleye doğru ilerledi ve topu beyaz noktaya dikti. Gerildi, topa vurdu ve top dışarıda! Büyük libero, muhteşem oynadığı maçta penaltıyı kaçırmıştı. Tabii bunda ayağının kaymasının da payı vardı. -En azından benim için öyleydi- Önderlerine eşlik eden İtalyanlar, daha sonra iki penaltı daha kaçırmış ve kupayı Brezilya’ya sunmuştu. Son penaltıyı kaçıran isim ise bir diğer kahramanım R. Baggio olacaktı bildiğiniz üzere…
Değişik hikayeler barındıran ilk Dünya Kupası maceram, hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı. 1982’de Dünya Kupası’nı kazanan kadroda bulunsa da, ‘Grande’ Scirea’nın yedeği olarak boy gösteren Baresi’nin küslükler ve umutlarla dolu milli takım kariyerindeki son turnuva da aynı hayal kırıklığını barındırıyordu. ‘Maçın Adamı’ oylamasında Romario’dan sonra ikinci sırayı aldı ama o kupayı İtalya kazansa durum çok farklı olacaktı belki de. Ama olmadı işte…
Benim İtalya sevdam 1994’le sınırlı kalmadı. Daha sonra oynanan dört Dünya Kupası’nda da ‘Forza Azzuri!’ nidaları yükseldi bünyemden. Bergomi, Maldini, Nesta ve Cannavaro gibi savunma dehalarını, Del Piero ve Pirlo gibi de futbol sanatkârlarını izledim gök mavili formayla. Pirlo, Baggio’nun yerini çoktan aldı da, savunmacıların hiçbirisi bir Baresi olamadı. 13’ü uğurlu kılan Alessandro Nesta bile…