-Bir Mustafa KOÇ yazısı-
Değişimi, gelişmeyi çok sever insanoğlu. Bunun yanında da değişime çok da açık değilizdir zaman zaman. Hele ki değişime konu olan çok sevdiğimiz futbol olursa. Ancak bu oyuna emek verenlerin yaptığı devrimler sayesinde oyun bu günlerine geldi. Ufak bir yolculuk yaparak kimler neler yapmış, oyun üzerinde nasıl izler bırakmışlar bir göz atalım.
Yolculuğumuza klişe tabiri ile “Oyunun Yalnız Adamları” ile başlayacağız. Adresimiz İngiltere. Harika bir spor adamı olan George Kitchen, 14 yaşında profesyonel golf oynamaya başladı. Daha sonra ise çalışmaya başladığı Dulwich College’da kriket oyuncusu oldu. Ancak 20’li yaşlarında futbol oynamaya odaklandı ve kaleci olarak birkaç yerel takımda oynadıktan sonra ulusal lige ilk adımını Everton formasıyla attı. Burada geçirdiği yedi sezon sonunda West Ham’a geçti ve burada takımın penaltıcısı oldu. 1905 yılında, sezonun açılış maçında, Swindon Town’a karşı sahaya çıktığı ilk maçında gol attı ve bu alanda bir öncü oldu. Rasim Kara, Chilavert, Ivankov, Butt ve daha niceleri onun açtığı yoldan gittiler. Chilavert’ten harika frikikler, Bursaspor’un şampiyonluğunda Ivankov’dan penaltı golleri izledik. Kitchen, yedi sezon da West Ham formasını terletti ve bu süreçte altı gol attı.
Ancak gol atan ilk kaleci Kitchen değildi tabii ki. 14 Nisan 1900 tarihinde Manchester City kalecisi Charlie Williams’ın yaptığı degaj, rakip takım Sunderland’ın ağlarıyla buluştu. Bu gol bir kalecinin attığı ilk gol olarak tarihe geçti. Daha sonraları şansın, rüzgârın, zeminin ya da rakip kalecinin dikkatsizliği yardımı ile böyle golleri çok gördük tabii ama bir kalecinin gol atması her zaman ağzımızı açık bırakmıştır.
Dizilişimizi Değiştiriyoruz
Her şey ofsayt kurulanın futbolun içine girmesi ile başladı. 1925’te Arsenal’de göreve başlayan Herbert Chapman, ofsayt kuralının gelişi ile hücumda ve defansta bu kuralla baş etmek üzere çözüm arayışı sonucunda sistem değişikliğine gitmeye karar verdi ve yeni bir diziliş ile oyun anlayışını takımına aşılamaya başladı. O dönem Ada’da kullanılan ve “Piramit” adıyla anılan 2-3-5 sisteminin artık ihtiyaca cevap verdiğini düşünmüyordu Cahapman. Aslında Piramit sistemi de futbol tarihinin kayıtlara geçmiş en eski, uzun süreli kullanılan ve başarılı sistemiydi. İngilizlerin daha önce sadece havadan oynayıp gol atmayı hedeflediği oyun tarzında, dizilişin pek bir önemi yoktu. Ancak ofsayt kuralının gelişi ve oyunun gelişmesi ile birlikte topun yere indirilmesi gerekliliği ve savunma yapma gereksinimi de takımların saha yerleşimlerinde radikal kararlar alınmasına yol açtı. Artık kalecinin önünde iki libero, orta sahada üç merkez oyuncu ve ikisi kanat forvet olmak üzere beş forvet oyuncu ile sahaya çıkmaya başladı takımlar. Bu dizilimin öncüsü de o dönem Blackburn Rovers’ı çalıştıran Thomas Mitchell’di. Cahapman’ın geliştirdiği “WM”ye göre ise takım defansta, iki stoperin arasında bir libero ve onların önünde de iki ön libero şeklinde yerleşiyorlardı, bu da tahtada “M” harfini andırıyordu. Hücumda ise görevi öndeki merkez santraforu ve kanat oyuncularını desteklemek olan iki oyun kurucu ve onların önünde iki kanat forvet, ortalarında ise bir merkez santrafor ile sahaya yerleşiyorlardı. Bu yerleşim ise “W” harfini andırıyordu. Bu yüzden de bu diziliş futbol literatürüne “WM” olarak geçti ve neredeyse tüm futbol kamuoyu tarafından kabul edildi. Bu sisteme göre “M” dekiler sadece savunmadan “W” dakiler de hücumdan sorumluydular. Bu değişiklik ile özellikle orta sahanın kontrolünü elinde tutmayı hedefleyen Chapman, bunu başardı ve Arsenal ile iki lig şampiyonluğunun yanı sıra bir de federasyon kupası kazanmayı başardı. Tüm bunları yanı sıra bu oyun şekli, yeni bir oyuncu tarzını da doğurmuş oldu. Arsenal forması giyen Alex James, forvet hattının arkasında, “Oyun Kurucu” rolünde oynamaya başladı ve bu pozisyonun ilk oyuncusu olarak o da tarihe adını yazdırdı. Tüm Ada tarafından kullanılmaya başlanan sistem, İngiltere Milli Takımı’nın, “Muhteşem” Macarlar tarafından iki defa hezimete uğraması sonucunda rafa kalmak zorunda kaldı. Tabii ki herkes bu sistemi alıp ayını şekilde kullanmadı. Oyun içinde bu sisteme de kendi yorumlarını katan onu geliştirenler de oldu. Macar teknik direktör Marton Bukovi, kendisi için küçük ancak takımı ve futbol için büyük bir adım attı. Herkesin yaygın olarak kullanmaya başladığı WM sistemi ile defansın ortasındaki güçlü ve fiziksel olarak gelişmiş defans oyuncuları ile elindeki merkez santraforu baş edemez ve o da bu oyuncuyu daha geriye çekerek bu görevi arkasındaki iki sağ iç ve sol iç forvet oyuncusuna verir. Yani bizim “M” ters döner ve sistemimiz “WW” olur. Saha içinde oynanan oyun ve kısa paslaşmalarla kurgulanmış hücum planları dönemi için büyük yankı uyandırır. Değişim bununla da bitmez. Birbirinden bağımsız ve farklı zamanlarda Macaristan’da ve Brezilya’da 4-2-4 sistemi tartışılmaya başlanır. “WW” sisteminin değişik bir versiyonudur bu. Orta sahadaki oyuncunun biri defansa çekilerek defans, bir diğeri de forvet hattına çekilerek forvet dörtlü haline getirilmişti. Orta saha ise ikili halde ve daha çok defansa yardım etme amacıyla kurgulanmıştı. Macaristan’da bu dizilişin de öncüsü yine Marton Bukovi’ydi. Tam bu form da olmasa da denemelerde bulunuyordu. Yine Macar Bela Guttmann da bu sistemi deneyenlerdendi. Ancak en bilindik haliyle ve başarılı bir şekilde bu sistemi Brezilyalılar uyguladılar. 1950’lerde Brezilya Milli Takımını çalıştıran Flavio Costa, Brezilya adına ilk kullananlardandı. Hatta bir gazetede sistemini şablonlar halinde açıklamış ve ilk defa sayılarla bir sistemi ifade etmiştir. Daha sonrasında da büyük tartışmalara yol açmıştır. Ancak Brezilya’nın şampiyonluğu ile sonuçlanan 1958 ve 1970 Dünya Kupa’larında bu sistemin ne kadar başarılı olduğu ortaya çıkmıştır.
“WM” ve türevleri herkes tarafından böyle kabul görmüş ve uygulanıyorken başka bir yerde, bir başka devrimci farklı bir oyun tarzı için kafa yormaya başlamıştı. Avusturyalı Karl Rappan, İsviçre Milli Takımı’nın başındayken süpürücü bir liberoyu kalecinin hemen önüne yerleştirerek defansif bir oyun anlayışını ortaya koymaya başladı ve daha sonra özellikle İtalya’da Nereo Rocco ve “Grande Inter”i yaratan Herrera tarafından geliştirilerek “Katenaçyo” adını alan oyun sisteminin temellerini attı. Evet, bu oyun tarzı çok sıkıcıydı ama tamamen sonuca odaklıydı. 1-0, 2-1 gibi skorların sık görülmesine yol açtı.
Turuncu Formalılar, Ajax ve Barselona
Ne zaman turuncu formalılarını sırtlarına geçirmiş Hollanda’yı sahada oynarken görsek hemen oynadıkları oyuna “Total Futbol” yakıştırmasını yapıştırıveririz. 74 Dünya Kupası ve 88 Avrupa Şampiyonası ile tüm dünyayı ağzı açık bırakan bir performans sergileyen Portakallar, oynadıkları oyun ve temeli Ajax’ta atılan yeni oyun anlayışla çığır açmışlardı. Ancak son zamanlarda onlar da bu oyunun çok çok uzağında bir anlayışla başarıya ulaşma adına daha kolay yöntem olan “Kontrol Futbolunu” benimsemiş bir şekilde oynuyorlar. Son yıllarda bu oyunun değişik bir formunu, yine bu oyun tarzını benimseyen ve ustasından öğrenmiş olan Cruyff’la beraber çalışmış Pep Guardiola uygulamaya çalışıyor. Ajax, Hollanda ve Barcelona üçgeninde gelişen ve hocadan öğrencisine herkese ilham veren bu oyunun asıl kaynağında bir İngiliz karşımıza çıkıyor.
Herkes Total Futbolun kaynağını Rinus Michels olarak gösterir ancak onun da ilham aldığı bir hocası vardır. 1915-1947 yılları arasında üç defa Ajax’ta görev almış İngiliz teknik adam Jack Reynolds, Total Futbol’un öncüsü olarak kabul edilir. Aslında ilk efsane Macar Takımı’nın uyguladığı konuşulan oyunun, günümüzdeki bilinen ve klasikleşmiş formuna en yakın hali, İngiliz teknik adam tarafından 40’lı yıllarda uygulanmaya çoktan başlanmıştı. Çok kısa bir süreliğine Hollanda Milli Takımı’nı da çalıştıran Reynolds, üç kez görev aldığı Ajax’ta sekiz lig şampiyonluğu ve bir de federasyon kupası kazandı. En son göreve geldiği dönemde takımda forvet olarak görev yapan oyuncusu Rinus Michels’e ilham vermeyi de başarmıştı. Michels, futbolu bırakıp teknik adamlığa başlaması ise sadece bir takımı değil tüm futbol oyunu etkiledi. Birçok insan bu oyundan ilham aldı ve geliştirdiği oyun anlayışının değişik formalarını uygulayarak seyircilere Total Futbol’u izlettiler. Jack Reynolds, öğrencisi Michels’i, Rinus Michels, Ajax’ta ve Barselona’da Cruyff’u, Cruyff da Barcelona’dan öğrencisi Guardiola’ya ilham vermeyi başardı ve oyun gelişip değişim görerek bu gün ki halini aldı.
Finale Yakışır Vuruş
1976 Avrupa Şampiyonası final maçında Batı Almaya ve Çekoslovakya karşı karşıya gelmişti. Maçın normal süresi ve uzatmalar da 2-2 bitince, sonucu belirlemek üzere penaltı atışlarına geçildi. Çekoslovak futbolcular ilk dört penaltıyı gole çevirdiler ancak Almanya’da üçüncü penaltıyı Hoeness kaçırdı. Çekoslovakya son penaltıyı atarsa kupaya uzanacaktı ve topun başına takımın orta saha oyuncusu Antonin Panenka geçti. Panenka öyle bir vuruşla topu ağlarla buluşturdu ki, bu vuruşa kendi adı verildi. Kaleci Sepp Maier sağ köşeye atlamıştı ama o koşarak geldiği topun dibine girerek kalenin tam ortasına aşırtma bir vuruş yapmıştı. Panenka vuruşu daha sonra niceleri tarafından denendi. Kimileri attı kimileri kaçırdı rezil oldu ama penaltı vuruşundaki bu devrim hem de final maçının son penaltısı, yüz yıllar boyu akıllardan çıkmayacak cinsten.
1976’da Çekoslovakya Milli Takımı ile Panenka bu devrimi yaptıktan iki yıl sonra 1978’de İngiltere Milli Takımı’na ilk siyahi oyuncu davet edildi. Modern futbolun mucitleri daha önce milli takımda bir siyahi oyunca yer vermemişlerdi ancak bu ilki başaran isim o dönem Nottingham Forest forması giyen Viv Anderson oldu. Anderson’un ilk defa bu adımı atmasıyla gelecekte İngiltere Milli Takımı ülkedeki siyahi oyuncu kaynağından da fazlasıyla yararlanmaya başlamış oldu. Defansta görev yapan oyuncu 30 kez milli formayı sırtına geçirdi ve iki gol kaydetti. Hatta bu gollerden birini de 14 Kasım 1984 tarihinde İnönü Stadyumu’nda oynanan 8-0’lık maçta Türkiye’ye karşı attı.
Anadolu Devrimi
1969-70, 1970-71 ve 1972-73 sezonlarında lig ikinciliği, 1969-70 yılında Türkiye Kupası finalisti, 1970-71 sezonunda Türkiye Kupası Şampiyonu, 1971 Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonu ve 1970-71 yılında Fuar Şehirleri Kupası’nda (UEFA) efsanevi bir Sevilla maçı sonrası ikinci tur… 1969-73 yılları arasında Anadolu’dan Eskişehirspor rüzgârı esti ve tüm bunları kurulduktan dört yıl sonra başardılar. Abdullah Gegic önderliğinde üç sezon lig şampiyonluğuna çok yaklaştılar ancak İstanbul’un büyükleri kupayı başkasıyla paylaşmadılar. Sahada oynan oyunun yanı sıra tribünde de Amigo Orhan’ın liderliğinde harika bir koro vardı. Takım ve şehir, herkesi kendilerine hayran bırakmıştı. Ancak Eskişehirspor’un son ikinciliğinden üç sezon sonra asıl devrimi Trabzonspor yaptı. 1974-75 sezonunda ilk kez çıktığı ligde mücadele etmeye başlayan Bordo-Mavililer, o sezonu dokuzuncu sırada bitirdi ancak Türkiye Kupası’nda Beşiktaş’la final oynadı ve kupayı Siyah-Beyazlılara kaptırdılar. Aslında bu final, yakında olacakların habercisi oldu. Ertesi sezon Trabzonspor, bir ilki başardı ve Fenerbahçe’nin üç puan önünde ligi birinci bitirerek Anadolu’dan şampiyon olan ilk takım oldu. Fakat bu rüzgar hemen dinmedi. Trabzonspor, 1974’ten 1984’de kadar 10 yıllık süreçte, 6 şampiyonluk yaşadı. Bu başarı o kadar büyüktü ki Trabzonspor son şampiyonluğunu elde ettiği 1983-84 sezonunda Galatasaray ve Beşiktaş ile şampiyonluk sayısını eşitlemiş Fenerbahçe ile arasında sadece dört şampiyonluk kalmıştı ve İstanbul hegemonyasını yıkmayı başarmışlardı.
Ligimizin Yabancıları
Bir dönem ligimiz, Yugoslav akımından nasibini fena halde almıştı. Gelenlerden çoğu takımlarına neredeyse hiç katkı vermeden dönüyorlardı. Ama biri var ki adını unutulmazların arasına yazdırıp gitti. 1981’de ligimize Galatasaray ile ayak basan Tarık Hoçiç, üç sezon sarı kırmızılı formayı terletti ve son sezonunda 30 maçta 16 golle gol kralı oldu. Bu gol krallığı başka bir anlam da ifade ediyordu. Tarık Hoçiç, ligimizin ilk yabancı gol kralı olmayı da başarmıştı. Gol kralı çıkarmada büyük bir fark ortaya koyan Galatasaray, bu konuda da öncülüğü elinde bulundurması ile de dikkatleri çekiyor.
Tam Hoçiç’in takımdan ayrıldığı sezon (1984-1985) Galatasaray, takımın başına büyük uğraşlar sonucunda Jupp Derwall’ı getirmeyi başardı. O günden sonra da ülke futbolunun makûs tarihi değişmeye başladı. Batı Almanya ile 1980 Avrupa Şampiyonası’nı kazanan ve 1982 Dünya Kupası’nda da takımına final oynatan Derwall, milli takımı bırakmıştı. Almanya’dan ve Avrupa’nın diğer liglerinden de gelen tekliflere rağmen Galatasaray’ın teklifini kabul etti. Derwall’ın gelişi ile birlikte devrimin ilk adımı Florya’da atıldı. Antrenman sahasının çimlendirilmesi ile başlayan adımlar, antrenman tekniklerinde yaptığı değişikliklerle devam etti ve 1986-87 sezonunda Galatasaray, 13 sezon hasretle beklediği şampiyonluğa yine onun önderliğinde ulaştı. Derwall önderliğinde 1985’te bir de Türkiye Kupası kazanan Galatasaray, onun bulunduğu dönemde aslında kupalardan çok daha fazlasını kazandı. Sarı-Kırmızılılarla çalışmaya başladığında kadroda olan Mustafa Denizli, bir sezon sonra futbolu bıraktı ve Derwall’ın yardımcısı oldu. Derwall emekli olmaya karar verip bıraktığında ise takımı Denizli’ye devretti ve tecrübeli Alman’dan eğitimini alan Mustafa Denizli, ertesi sezon takımı şampiyonluğa taşıdı. Derwall’ın tedrisatından geçen Fatih Terim’le beraber ülke futbolunun ve Galatasaray’ın talihini değiştirmeye başladılar.
Tekrar Diziliyoruz
Euro 84 başlamadan kısa bir süre önce, Fransa teknik direktörü Michel Hidalgo, turnuva boyunca takımını sahaya 3-5-2 dizilişi ile sahaya süreceğini açıkladı. Kalecinin hemen önünde sarkık bir libero ve hemen önlerinde ki iki stoperle rakip forvetleri karşılamayı ve adam adama markajla oynamayı düşünen Hidalgo, bu planında başarıya ulaşır ve takımı Fransa Euro 84’ü şampiyon tamamlayarak kupayı kaldırır. Ama bu diziliş hakkında hala herkesin endişeleri vardır ki aradan iki yıl geçmişken 86 Dünya Kupası’nda bu kez Arjantin’in hocası Carlos Bilardo da takımına 3-5-2 oynatmayı düşündüğünü açıklar. Bu karar büyük tartışmalar doğurur. Aslında Bilardo yönetiminde çıkılan ilk hazırlık maçlarında ki sonuçlar da pek iç açıcı değildir ama zamanla takıma oturttuğu bu sistem, ülkesine Dünya Kupası ile dönmesine yardımcı oldu. 3-5-2 bir şampiyonaya daha damgasını vurmuştu ama bu sefer etkisi daha kalıcı oldu ve birçok teknik adam ve takım bu sistemi uygulamaya başladı. Hatta 4-4-2’nin kalesi İngilizler bile 1990 Dünya Kupası’nda 3-5-2 ile sahaya çıktılar.
İki Facia, Bir Lig
29 Mayıs 1985 günü Juventus ve Liverpool, Şampiyon Kulüpler Kupası finali için Brüksel’de karşı karşıya gelmişlerdi. Ama ne olduysa maçtan önce oldu. Gün içinde Brüksel sokaklarında karşı karşıya gelen iki takım taraftarları maç saatine kadar birçok kavgaya karıştılar. Maç saati yaklaştığında ise tribünlerde güvenlik bariyeri olmadığı için İngiliz taraftarlar, İtalyan taraftarların da bulunduğu tarafsız bölüme doğru saldırdı ve bu bölümdeki taraftarlar panikle kaçmaya başladı. Çıkan arbedede kendini korumaya çalışan ve kaçmaya çalışan taraftarlar, kaçış noktasındaki bir duvarda sıkışıp kaldı. Olaylar sonucunda 38 İtalyan, bir de Belçikalı taraftar hayatını kaybetti. Tüm bu olup bitenler sonunda Liverpool tarafından maça çıkmak istemeyen oyuncular olsa da UEFA yetkilileri tarafından ikna edildi. Sıkıntılı bir süreç sonunda başlayan maçta, Platini’nin olmayan penaltıdan attığı gol ile Juventus kupaya uzandı. Maçtan sonra UEFA yetkilileri suçun tamamen İngiliz taraftarlarda olduğunu iddia ederken, İsviçre Mahkemesi, polis ve organizasyon yetkililerinin de suçlu olduğuna kanaat getirdi. Ancak İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, İngiltere Futbol Federasyonu’na, İngiliz takımlarının Avrupa Kupalarına katılmaması yönünde baskı yaptı. Bir süre sonra da UEFA cezaları açıkladı. İngiliz takımları beş yıl, Liverpool ise altı yıl Avrupa Kupası maçlarından men edilmişti. Bu da Avrupa Futbolu için bir dönüm, İngiltere Ligi içinse değişimin ilk adımı olmuştu. O döneme kadar İtalyanlarla birlikte İngilizler, Avrupa Kupalarını domine ediyorlarken bu cezalarla birlikte bir daha o seviyeye ulaşamadılar. “Demir Leydi” Thatcher’ın yoğun baskılarıyla ligde önlemler alınmaya başladı.
Ancak dananın kuyruğu asıl 1989’da koptu. Hillsborough Stadyumu’nda, Liverpool ile Nottingham Forest arasında oynan Federasyon Kupası yarı final maçında Liverpool taraftarının tribüne girişi sırasında yaşanan arbede ve polisin yanlış müdahaleleri sonucunda 96 kişi hayatını kaybetti. Hillsborough Faciası olarak da bilinen olay yaşandıktan sonra, yine başında Thatcherin bulunduğu hükümet, kulüpler ve basın ortak hareket etme kararı aldı. Bu konuda görevlendirilen Lord Justige Taylor, 1990 yılında bir rapor hazırladı ve hükümete sundu. “Taylor Raporu” olarak da bilinen bu raporda; olayların nedeninin yanı sıra çözüm önerileri de sunuldu. Bu tarihten sonra hükümet kontrolünde stadyumlarda büyük değişimler, artan güvenlik tedbirleri ve modernizasyonlar yaşandı. Lig feshedildi ve Premier Lig kuruldu. Bu değişimin ve yapılan birçok uygulamanın sonucu olarak da tribün olayların gün geçtikçe daha da azaldığı görüldü. Heysel Faciası ile büyük itibar ve güç kaybeden lig, Hillsborough Faciası ile de dibe vurmuştu. Ancak alınan tedbirler ve uygulamaya konulan plan sayesinde Premier Lig tekrar dünyanın bir numarası olmayı başardı.
Bosman’ın Davası
O dönem RFC de Liege takımında forma giyen Jean-Marc Bosman, sözleşmesi bittikten sonra kulübü kendisine büyük bir oranda indirim yaparak yeni sözleşme önerdi. Ancak Bosman bunu kabul etmedi ve bir Fransız takımı olan Dunkerque ile anlaştı. Ancak sözleşmesi bittiği halde Liege takımı 400.000 Euro civarı bir bonservis bedeli talep etti. Bunun sonucunda da Dunkerque takımı anlaşmadan vazgeçti ve Bosman’ı kiralamaya karar verdiler. Bosman ile yapılan kiralık sözleşmesini RFC Liege’e gönderdiler ancak, Belçika takımı sözleşmeyi işleme koymadı ve kendi önerdikleri sözleşmeyi kabul etmediği için de Bosman’ı kadro dışı bıraktı. Böylece önermiş oldukları aylık maaşı da ödemekten kurtulmuşlardı. O dönem var olan yönetmelikler gereği hiçbir takımda oynamaya hakkı olmayan Bosman, çözümü hukuki yollarla çözmeye karar verdi ve ilk önce yerel mahkemede kulübüne, Belçika Futbol Federasyonu’na ve UEFA’ya karşı dava açtı. Dava sonucunda mahkeme Bosman’ı haklı buldu ve davayı Avrupa Adalet Divanı’na havale etti. Adalet Divanı’nda beş yıl boyunca süren davanın sonucu ise, ilk önce Avrupa daha sonra tüm dünya futbolunu etkiledi. İlk önce Avrupa vatandaşı olan tüm oyuncular serbest dolaşım hakkından yararlanarak Avrupa Birliği ülkeleri içinde yabancı oyuncu statüsünde görünmeyeceklerdi. Mahkeme, futbol kulüplerini de ticari kurumlar olarak kabul etti. Futbolcuların sözleşmelerini tamamladıktan sonra kendilerini kulübe bağlayan hiçbir hükmün olmadığına ve sözleşme sonunda serbest kalabileceklerine dair karar verdi. Bu kararlar o gün için devrim niteliğindeydi. Liberal futbolun temelleri de bu şekilde atılmış oldu. O günden sonra futbol, işin içine serbest dolaşım ve büyük sermayelerin girmesi ile birlikte büyük bir gelişim ve dönüşüm geçirdi. Ancak olan Bosman’a olmuştu. Davalar sonuçlandıktan sonra kazandığı 700.000 Euro’nun neredeyse hepsini mahkeme masraflarına harcamak zorunda kaldı. Davadan sonra ise hiçbir kulüp Bosman’ı oynatmak istemedi. Yine bir özgürlük mücadelecisi hakkı olanı istediği için dışlanmıştı.
İnatçı Aslanlar
Dünya Kupası’nı bir Afrika takımının kazanabilme ihtimalini ilk kez akıllara getiren “Aslanlar” oldu. Afrika’nın “İnatçı Aslanları” olarak bilinen Kamerun Milli Takımı, 1990 Dünya Kupası’nda sergilediği performansla herkesin takdirini toplamayı bilmişti. Attığı gollerle kupaya damgasını vuran Milla, gollerden sonra yaptığı dansla da herkesin dikkatini çekmişti. Kamerun, Dünya Kupası’na açılış maçında bir önceki Dünya Kupası’nın şampiyonu Arjantin ile oynayarak başladı. 1-0 galibiyetle biten maç dikkatlerin Kamerun’a dönmesine neden oldu. Grubun diğer dişli ekibi Romanya’yı da 2-1’le geçen Aslanlar, son maçlarında Sovyetler Birliği’ne 4-0 yenilmelerine rağmen grubu birincilikle tamamladılar. Bir önceki kupanın şampiyonu, bunun da en büyük favorilerinden Arjantin, grubu üçüncülükle tamamladı ancak en iyi üçünler kategorisinden kupaya devam etme hakkını elde etti. İkinci tur maçlarında eşleştiği Kolombiya’yı normal süresi 0-0 biten maçın uzatmalarında yine Milla’nın attığı iki golle yendiler ve çeyrek finale yükseldiler. Ancak rüya buraya kadar sürdü. Çeyrek finalde İngiltere ile eşleşen Kamerun, David Platt’ın golü ile 1-0 geriye düşmesine rağmen maçı 2-1’e getirdi ancak maçın sonlarına doğru Lineker’le İngiltere beraberliği yakaladı ve maç uzatmaya gitti. Lineker, uzatmada bir gol daha attı ve İngiltere, Kamerun’u eledi. Aslanlar, yarı finale çok yaklaşmıştı ancak hikâye buraya kadar sürdü. Ancak bir Dünya Kupası’nda çeyrek final oynama başarısı göstermiş ilk Afrika takımı olarak tarihe geçtiler.
Modern Futbolun Altın Çocukları
Luis van Gaal 90’lı yılların başında göreve geldiği Ajax’ta, daha sonra tüm Avrupa futboluna damga vuracak bir takım yaratmaya başlamıştı. 1991-92 sezonunda UEFA Kupası’nı kazanarak temeli atılan takım her sezon üstüne koyarak ve gelişerek ilerliyordu. Saha kenarında Luis va Gaal, saha içinde de Frank Rijkaard takıma liderlik ediyordu. İtalya’da ise Capello, Milan’da harika bir takım kurmuş ve 1993-94 sezonunda Barselona karşısında Milan’ın beşinci Şampiyonla Ligi kupasını kazanmıştı. Yine aynı kadro bir sezon sonra 1994-95 sezonu Şampiyonlar Ligi finalinde karşı karşıya geldiler. Ancak yaş ortalaması 23 olan Ajax, yıldızlar topluluğu, bir önceki sezonun şampiyonu Milan’ı, 19’luk Kluivert’in golü ile mağlup etmiş ve belki de Milan’ın yıllarca Avrupa Kupalarını domine etmesinin önüne geçmişti. Bu başarı bununla da kalmadı. Aynı sezon Avrupa Süper Kupasına’da uzanan Ajax, Ligi de şampiyon bitirmişti. Ertesi sezon Şampiyonlar Ligi’nde tekrar finale kadar da uzanmayı bildiler ancak bu kez karşılarındaki İtalyan Juventus’tu. Normal süresi 1-1 biten maçı penaltılarla Juventus kazandı. İki sezon art arda Şampiyonlar Ligi finali oynamak ve birini kazanmak van Gaal ve takım için muazzam bir başarının da ötesiydi. Çünkü bu takım hocasından oyuncusuna ilerleyen yıllarda da Avrupa futboluna ağırlıklarını koydular. Van Gaal ilk önce Barcelona’ya gitti ve orda da şampiyonluklar yaşadı. Birlikte çalıştığı ekipten daha sonra harika teknik adamlar çıktı. Ronald Koeman, Mourinho’da bunlardan ikisi. Özellikle onunla birlikte futbolcu olarak da çalışan birçok oyuncu daha sonra teknik adamlığa adım attı. Bu futbolcular arasından Pep Guardiola, Frank Rijkaard, Frank de Boer’da akla ilk gelen isimlerden.
Aslan Kral George Weah
Liberya’nın yetiştirmiş olduğu en büyük yetenek Kral George. Monaco ile Avrupa’ya adım atan Weah, daha sonra oynadığı oyun ve attığı gollerle “Kara Kıta” adına birçok ilki başardı. Paris Saint-Germain forması ile Fransa şampiyonluğunun yanı sıra, PSG’in Şampiyonlar Ligi’nde yarı final oynadığı 1994-95 sezonunda Şampiyonlar Ligi gol kralı oldu. Bu başarıları sonucunda İtalyan devi Milan’a transfer olan Weah, burada da bir sezon içinde Afiraka’da Yılın Futbolcusu, Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçildi ve bu alanda bir ilke imza attı. Ama asıl başardığı daha da değerli bir ödüldü. O yıl Kral, Ballon d’Or’u da kazandı ve bunu başaran ilk ve tek Afrikalı futbolcu oldu. Dünyada en iyi oyuncu seçimlerindeki Avrupa ve G. Amerika hegemonyasını yerle bir etmiş oldu.