Eskişehirspor, 60’lı yılların sonu, 70’li yılların başında Türk futbolundaki İstanbul hegemonyasını yıkmaya çok yaklaşmıştı. Maalesef bir çağı kapatıp yeni bir çağ açamadılar. Ama takımda genç bir futbolcu vardı: Ender Konca. Konca, Eskişehirspor’dan Almanya’nın Eintracht Franfurt takımına transfer olarak Türk futbolunda bir devri değiştirdi. Bu transfer, Anadolu’dan Avrupa’ya ilk büyük transferdi. Gelin, 1947’de dünyaya gelen Ender Konca’nın Kasımpaşa’da başlayıp, sırasıyla İstanbulspor, Eskişehirspor, Eintracht Franfurt, Fenerbahçe ve tekrar Eskişehirspor’da süren futbol yaşamına misafir olalım.
Futbola ne zaman başladınız?
Semt sahalarında oynamaya başladım. Bulunduğumuz Hacıhüsrev semtinde, Cindere diye ufak bir saha vardı. Orada top oynuyorduk. Yine Dolapdere’de, Yenişehir sahası dediğimiz toprak saha vardı… Semt sahaları o zamanlar fazla olduğundan sabah bir çıkardık, o mahalle senin bu mahalle benim 10’da devre 20’de biter maçlar yapardık. Akşam anca eve girerdik. Şimdi öyle semt sahaları yok. Her yer bina! Şimdi insanlar çocuğunu futbol okullarına götürüyorlar. Futbol okulunda da bir saat anca antrenman yapıyor. O bir saatte çocuğa ne öğreteceksin? Ben Fenerbahçe’nin altyapısında da çalıştım. Zaten 20-25 dakika ısınmayla geçiyor hele soğuk havalarda daha fazla. Hareket yaptıktan sonra dinlenme veriyorsun. Fazla topla haşir neşir olamıyor çocuk. Ama biz hep topla haşir neşirdik. Topla öğreniyorduk…
Peki Kasımpaşa altyapısına girmeniz nasıl gerçekleşti?
Babam ve amcam beni teşvik etti. İkisi de çok severdi futbolu. Beylerbeyi’nde Kasımpaşa’nın seçmeleri oldu. Kasımpaşa o zaman birinci ligdeydi. Ben Kasımpaşa’nın seçmelerine gittim. Biraz da geç kalmıştım o gün. Cemil Bey vardı, Kasımpaşa’nın kulüp müdürü. Amcam ona rica etti bizim çocuğu da deneyin diye. “Yok, bundan sonra oyuncu denemek istemiyoruz.” dedi. O gün seçmeye gelenler çok kötüymüş. Kasımpaşa’nın o zaman İtalyan Renato (Vignolini) adında antrenörü vardı. “Tamam, gelsin bir bakalım” dedi. 15 yaşındaydım o zaman. Soktular beni de toprak sahaya… Sonra beğenildim. Kasımpaşa genç takımına seçildim. İlk maçım Mithatpaşa Stadı’nda Galatasaray Genç Takımı’ylaydı. Beni de kadroya aldı hoca ve ilk 11 oynattı. Biraz kiloluydum o zaman. Nefes nefese kaldım maçta hiç unutmam. Maçtan çıktıktan sonra babama: “Ben bırakacağım, oynamayacağım.” dedim. Babamın cevabı ise “Oğlum, açılırsın sonradan.” oldu (gülüşmeler).
Kasımpaşa ile geçen dört sezon sonunda İstanbulspor’a transfer oluyorsunuz…
Tabii sonra İstanbulspor’a transfer oldum. İstanbulspor, o sezon küme düştü. Fakat çok güçlü bir kadromuz vardı. Takımın küme düşmesi hiç beklenmiyordu. Arap Yılmaz, Beşiktaşlı Bahattin Baydar, Güngör Abi, Zorbay, Kasapoğlu, Bilge Tarhan, Santrafor Gökmen, Haluk, Hasan… Hasan da şarkıcı Hakan Altun’un babası. İyi bir kadro vardı ama hiç beklenmedik olaylar oldu, düştük. Eskişehir’e mağlup olduk. Sonra Karşıyaka maçında kaleci Taşkın harika oynadı. Sonra da zaten birlikte Eskişehir’e transfer olduk.
Eskişehirspor’a transferiniz nasıl gerçekleşti? Gençler Şampiyonası’nda sizi izlemişler herhalde?
Aydın Begiter gördü beni orada, o beğenmiş. Bu arada Galatasaray ve Fenerbahçe istiyordu beni ama gitmedim. Hatta Fenerbahçe’nin doktoru vardı, Reşat Dermanver’di adı. Uzun yıllar kulüp doktorluğu yaptı. Fenerbahçe’ye çok emeği geçti. Onun muayenehanesine çağırdı beni. Gittiğimde Şeref Has, Ogün Altıparmak gibi baba futbolcular masaj yaptırıyorlardı (gülerek)… “Oğlum, Fenerbahçe’de oynamak ister misin?” dedi. “İsterim efendim.” dedim. “Tamam, sana amatör olarak 50 bin lira vereceğim. Tamam mı?” dedi. “Tamam” dedim ben de. “Bak, yarın gelip de 51 bin lira istersen kovarım seni.” dedi ve ayrıldık. Eve gittim radyodan Fenerbahçe’nin transferlerini duydum. Büyük transferler yapılıyor 110 bin liraya, 100 bin liraya falan… Babama, “Ben yarın gideceğim 100 bin lira isteyeceğim.” dedim. Hani öyle bir zihniyet var ki, benim yaşımdaki bir çocuğa 100 bin lira verirlerse beni muhakkak oynatırlardı. Çünkü ben de hep oynamak istiyorum. Yedek kalmak falan istemiyorum. Babam da, “Sen bilirsin oğlum.” dedi. Ertesi gün gittim, “Başkanım ben profesyonel olmak istiyorum, 100 bin lira istiyorum.” dedim. “Ne konuştuk senle! Çık yıkıl karşımdan!” dedi, kovdu beni. Fenerbahçe’den öyle ayrıldım. Galatasaray’dan, Gündüz Kılıç çağırdı beni. Galatasaray’la antrenmanlara çıktım. O zaman Ali Sami Yen Stadı yeni çimlenmişti. Devamlı Beyoğlu’ndan arabalarla oraya antrenmana gidiyorduk. Metin Oktay’lar, Turgay Şeren’ler, Fahri’ler, Candemir Berkman’lar falan… Muazzam kadrosu var Galatasaray’ın… Düzce’ye maça götürdüler beni, orada oynadım. Hiç unutmam, Ağa Camii’nin oradaydı Galatasaray’ın tesisi… Beyoğlu’nda da spor salonu vardı. Yağmur falan yağdığında orada antrenman yapıyorduk. Gündüz Kılıç beni çağırdı: “Oğlum bak, çok gençsin. Burada kaybolup gitmeni istemiyorum. Git bir sene bir kulüpte oyna. Önümüzdeki sezon seni muhakkak alacağım.” dedi. Sonra ben de İstanbulspor’a transfer oldum. Hoca, Ziya Taner’di o zaman İstanbulspor’da. Bir sene İstanbulspor’da oynadım. O arada da Genç Milli Takım maçları oynandı, Eskişehir’de. Eskişehir beğendi beni, Eskişehirspor’a transfer oldum sonra da.
Gündüz Kılıç neden geri almadı sizi?
O zaman alamadılar, Eskişehirspor çok büyük paralar istedi. Fenerbahçe de almak istedi. O zaman bizim Eskişehirspor’un başkanı Murat İnce’ydi. Aynı zamanda Kılıçoğlu Kiremit Fabrikaları’nın müdürüydü. Esas finansör Yalçın Kılıçoğlu’ydu. Bütün parayı veren Yalçın Kılıçoğlu’ydu anlayacağınız. O zaman Eskişehirspor öyle bir kadro kurdu ki… Genel kaptan Aydın Begiter vardı mesela… Transferlerin yapılışında etkindi ve futboldan anlayan biriydi. 1965’te takım kurulduğu zaman, Eskişehir’in içinden futbolcular ve çok az transferle çıktılar yola.
Eskişehirspor’la 67-68 sezonunda Türkiye Kupası’nda yarı final oynuyorsunuz…
İzmir’de Adnan Süvari’nin Göztepe’sine kaybettik. O dönem çok iyi kadrosu vardı Göztepe’nin. Kaleci Ali, Çağlayan, Fevzi Zemzem, Ertan, Nevzat, Gürsel… Muazzam kadro! Yendiler bizi ama baya döve döve yendiler! (gülüşmeler)
O günlerden, Abdullah Gegiç’ten bahseder misiniz? Sizce nasıl bir teknik adamdı?
Türkiye liglerinde oynadığım dönemlerde hep iyi teknik direktörlerle çalıştım. Eskişehirspor ve Fenerbahçe’de Gegiç’le, yine Fenerbahçe’de Didi’yle, Kaloperovic’le, İstanbulspor’da Ziya Taner’le, Kasımpaşa’da Tamer Kaptan’la, Doğan Koloğlu’yla çalıştım. Abdullah Gegiç, benim çalıştığım tüm bu hocalar arasında bu işi hakikaten çok iyi bilen bir hocaydı. Çünkü sürekli kendini yeniliyordu. 1967 yılında ısınmayı bize topla yaptırıyordu. Diğer hocalar hep koşarak yaptırırdı ama o topla yaptırıyordu. Bu istasyon çalışmalarına falan hep Gegiç zamanında geçtik. Çok bilgili hocaydı. Benim çalıştığım hocalar arasında en iyisiydi. Tabii o yıllarda yanlış yapılan şeyler yok muydu? Vardı tabii ki. Antrenman metotları her zaman değişiyor. Muhakkak vardı ama çok bilgili bir hocaydı bence.
Ben Almanya’ya gittiğimde mesela Erich Ribbeck’le çalıştım. Almanya’da çok ağır, anormal kondisyon antrenmanları yaptırıyorlardı. Kalbim duracak gibi oluyordu. Mesela hatırlıyorum, antrenman sahasının tribün merdivenleri vardı 20 tane. Ben 72 kiloydum, aynı kiloda bir oyuncuyu sırtıma alıyordum zıplayarak 20 merdiven çıkıp iniyoruz. Sonra değişiyoruz. O alıyor beni çıkarıyor. 10 sefer tekrarlıyorduk bunu. İlk antrenmanım, Türkiye’de normal sezon başı hep böyle tanışma şeklinde geçiyordu. Yeni transferlerle falan, 15 dakika ısınma, yarım saat çift kale, sonra 15 dakika yine bir kültür-fizik hareketleriyle ilk antrenmanı bitirirdik. Almanyada’ki ilk antrenmanımda ben de öyle bir şey bekliyordum. 30 dakika ısınma yaptık. Sonra sahanın etrafında 400 metre ip ile atladık. Sonra iple streching yaptık, sonra tekrar iple atlayarak 400 metre. Böyle sürekli tekrarlayarak 30 dakika çalıştık. Arkasından 20 tane 50 metre, 10 tane 100 metre, beş tane 200 metre saniyeyle koştuk. Türkler de var antrenmanda, beni izlemeye geldiler. 20 tane 50 metreyi koştum. Diğer oyuncular hep hazır gelmişler. 10 tane 100 metreyi de koştum. Dörderli gruplarla çıkıyoruz. Beş tane 200 metrenin iki tanesini koştum, üçüncüsünde laktik asit birikti vücutta, sapsarı oldum. Anladı zaten hoca suratımdan. “Dinlen sen.” dedi. Ben kaldırdım ayaklarımı. Nefes alamıyorum. Başım dönmeye başladı. Koşular bitene kadar dinlendim. Ondan sonra da yarım saat çift kale maç. Ama kıran kırana.
Ertesi gün antrenmana geldim ısınma yaptık, “Konca” dedi.“Senin üç tane daha 200 metren vardı, onu koş ondan sonra katıl antrenmanlara.” Ama o sürat devamlılık antrenmanlarında falan nabız 190. Zorlanıyor insan. Allah korusun o yıllarda Türkiye’de yanlış yapılan antrenmanlardan dolayı ölen futbolcular bile oldu.
Enteresan metotları olduğu söylenir Gegiç’in. Oyuncuların kafası havada, topa bakmadan dripling yapmaları için boyunlarına karton bağladığı gibi…
Hep yenilikler getiriyordu. Sahamız olmadığı için şeker fabrikasındaki toprak sahada antrenman yapıyorduk. Tribünün altında soyunma odası, iki tane duş… Derme çatma bir soyunma odası… Hiçbir şey yok! Kartonları boynumuza iplerle bağlıyordu. Topu hiçbir şekilde görmüyorduk. Top sürme antrenmanlarını o kartonlarla yapardık. Kartonlar, o soyunma odasında duruyordu en son gördüğümde… Değişik metotlar buldu. Kurşun yelekler falan taktırırdı mesela… Çok bilgili bir hocaydı. Hiç unutmuyorum, Köln Spor Akademisi’ne gidip eğitim alabilmek için Fenerbahçe’ye transfer olduğunda Feneryolu’ndaki evini satmıştı.
Eskişehirspor ile lig ikincisi olarak şampiyonluğa epey yaklaşmıştınız. O süreci dinlemek isteriz sizden. Şampiyonluğa inanmış mıydınız? Gegiç, bunu aşılayabilmiş miydi takıma?
Şampiyonluğa inanmıştık ama o zamanlar büyük takımların hegemonyası vardı. Kolay kolay Anadolu’ya kaptırmıyorlardı şampiyonluğu. Şampiyonluğu kaybettiğimiz maç, Ankara’daki Şekerspor maçıydı (1968-69). 1-0 galipken son dakikada yaptığımız bir hata sonucu frikikten gol yedik ve maç 1-1 bitti. Bir de İstanbul’daki Galatasaray maçı vardı. İstanbul’da 2-0 öndeyiz… Önce 2-1 oldu sonra da Metin Oktay kendini yere attı, hakem de penaltı verdi. Yabancı bir hakem (Avusturyalı Herbert Schram) yönetiyordu maçı da… Metin Oktay da o penaltıyı attı ve 2-2 bitti maç. Önemli bir puan kaybıydı. Galatasaray’ın ilk golünü de Eskişehirspor’da fazla forma şansı bulamayıp o sezon Galatasaray’a giden Atılay (Özgür) atmıştı (gülerek). Karşıyaka’dan gelmişti ama tek tük oynadı bizde. O maçı almış olsak şampiyon olurduk. Galatasaray’la çekişiyoruz, Mersin deplasmanındayız ama Mersin’in antrenörü Turgay Şeren, kadroda Kadri Aytaç falan var. Eski Galatasaraylılar hep… Vermediler bize şampiyonluğu yani…
Klasik tabirle Eskişehir’in önünü mü kesildi?
1969’da 1970’de bir Anadolu takımının şampiyon olması mümkün değildi. Başta biz de inanıyorduk ama zamanla çok zor olduğunu biliyorduk. Acaba bizim önümüzü keserler mi diye düşünüyorduk. Hatta Galatasaray maçında da bir şeyler olduğunu da hissettik.
Şampiyonluk olmasa da, en az şampiyonluk kadar sevindirici olan bir zafer var. Fuar Şehirleri Kupası’ndaki meşhur Sevilla maçını sizden dinlemeden olmaz. Neler hatırlıyorsunuz o eşleşmeyle ilgili?
İspanya’da 1-0 mağlup olmuştuk ama iyi oynamıştık. Çok sıcaktı hava. Gece bile dışarı çıkamıyorduk. Öyle bir sıcak görmedim! Hatta Gegiç: “Çocuklar, gidin alışveriş yapın” diyordu ama kimse klimalı oteli terk etmiyordu (gülerek). Eskişehir’deki maçta da 79. dakikada Sevilla 1-0 öne geçince seyirci stadı terk etmeye başladı. Bu arada Sevilla’nın bir sağ beki vardı; çok sert oynadı maç boyunca. O sakatlanıp bir müddet oyun dışı kaldı ve o ara Sevilla dağıldı. Son 10 dakikada ‘Tatar’ İlhan, sağ taraftan müthiş varyasyonlar yaptı, ortaladı, Fethi kafayı vurdu ve golü attı. Bu arada seyirciler çıkmaya devam ediyordu. Hep sağ taraftan geldi ortalar (gülerek). Sonra 3-1’i yakaladık.
Şehirde büyük bir bayram oldu değil mi?
Büyük olay oldu, büyük sevinç yaşandı. Sevilla iyi takımdı o dönemde. Sonra Twente’yle karşılaştık. Eskişehir’de 1-0 yendik ama Hollanda’da 6-1 yenildik.
Neden öyle bir sonuç çıktı?
Çok iyi bir takımdı Twente. Muhteşem oyuncuları vardı; van de Kerkhof kardeşler gibi… Golleri de yiyince dağıldık tabii. Yumuşak bir zeminde oynamıştık. O kadar güçlülerdi ki, çimleri kaldırıyorlardı! Ben bir de Hollanda’da yaptığımız kahvaltıyı unutmuyorum. Enschede’de oynamıştık rövanşı. Kaldığımız otelde muazzam bir kahvaltı vardı. Kahvaltı nedir orada gördüm. Reçeller, peynir çeşitleri, sütler… Hatta koyu bir süt geldi de bizi uyardılar: “Dikkat edin, midenize dokunabilir!”
Daha sonra Eintracht Frankfurt maceranız başladı. Biz ne kadar bilsek de, bir de sizden dinleyelim o transfer dönemini…
Milli maçta Federal Almanya ile 1-1 berabere kalmıştık. Ben de Berti Vogts’a karşı iyi bir maç çıkardım. Gerçi takım halinde çok iyi oynadık… Ben, Cemil, Alpaslan, Kamuran… 1-0 da öndeydik üstelik! Fakat Müller’in golüyle 1-1 berabere biti maç. İşte o maçta beğenilmişim. Daha sonra İstanbul’da 3-0 mağlup olduğumuz maçta da iyi oynadım. Herkes “Berti Vogts’u yerlere yatırdı” falan demişti. Ama öyle sağlam bir bekti ki… Çalım atıyorum bir daha karşıma çıkıyor… Çalım atıyorum bir daha basıyor… Kayarak müdahale ediyor… Hiç yılmıyordu! Neticede o maçta beğenildim ve transfer gerçekleşti.
Sizi, Frankfurt ve milli takımın yıldızlarından Grabowski’nin tavsiye ettiği söylenir. Doğru mu?
Evet, ben de duymuştum Grabowski’nin tavsiye ettiğini, ‘bu adam alınsın’ dediğini.
Almanya, 1974’te Dünya Kupası’nı alırken Grabowski sağ açıkta, Hölzenbein da sol açıkta oynuyordu. İkisi de sizin takım arkadaşınızdı. Bu iki önemli açık takımdayken siz hangi mevkide oynadınız?
Ben, kendi mevkiim olan sol açıkta oynadım. Hölzenbein, orta sahada oynuyordu ben oynadığım zaman. Hözenbein ofansif orta saha, Grabowski sağ açık, ben sol açık, Avusturyalı Parits de santrfor oynuyordu. Zaten o dönem iki yabancı hakkı olduğu için benle Parits’ten başka yabancı yoktu.
Eskişehir’den Almanya’ya gitmeniz epey radikal bir karar. Anadolu takımından Avrupa’ya transfer olan ilk oyuncu oldunuz zaten bu transferle. Giderken heyecanınız var mıydı? “Yapabilecek miyim acaba?” dediniz mi hiç? Ya da gidince ne hissettiniz?
Transferi telefonla öğrendim. Gazeteci Doğan Pürsün aradı, “Ender, Eintracht Frankfurt seni transfer etmek istiyor” dedi. Heyecanlandım tabii. O dönemde değil Anadolu’dan, Türkiye’den Almanya’ya transfer olmak bile büyük iş! Şaşırdım kaldım Doğan Pürsün arayınca. “Hayırlısı ağabey” dedim ama çok mutlu oldum. Frankfurt’un beni alacağını söyledi. Başkan geldi ve anlaştık. Hilton’da imzaladık mukaveleyi. Otobüste de takım arkadaşlarım beni bekliyor… Otobüse bindim, oturdum ve ağlamaya başladım Eskişehir’den ayrılacağım diye. Ben Eskişehir’i çok sevdim. İstanbullu olmama rağmen hala orada yaşıyorum!
Eintracht Frankfurt ile deneme antrenmanına falan çıkmazdınız değil mi? Direkt transfer oldunuz.
Direkt transfer oldum. Hatta Eintracht Frankfurt’un Başkanı Zellekens, İstanbul’a Fenerbahçe’yle oynadığımız maça geldi. Çınardibi Oteli’nde bir görüşme yaptık. “Konca, buz gibi bir beyaz şarap söyle” dedi. Söyledim, yanına döndüm ve bana: “Konca, iyi de oynasan kötü de oynasan seni transfer ettim” dedi. O görüşmeden sonra Fenerbahçe maçına çıktım ve 3-0 yendik Fenerbahçe’yi kupa maçında. Babam, ben ve gazeteci Doğan Pürsün, maçtan sonra Hilton Oteli’ne gittik ve orada sözleşmeyi yaptık.
Almanya’da zorlandınız mı? Dil veya Almanya’da oynanan futbolun seviyesi sizi sıkıntıya soktu mu?
Dil açısından çok zorlandım ama futbol adına hiç zorluk yaşamadım. Çok güçlüydüm o zaman. Dil konusunda çok zorlandım ama. Kulüp, kurslara gönderdi ama gramer olarak öğretiliyordu orada. Belki konuşma dilinde öğrensem daha iyi olacaktı. Zor lisan çünkü! Neyse ki tercümanım vardı. Feriköy’de de oynamış Yaman adında bir çocuktu.
Tercümanınızı nasıl buldunuz?
Kulüp bulmuş. O dönem Türkiye’den oyuncu transfer edileceği için kulübe başvurmuş. Tabii Almanya’da daha önce uzun yıllar yaşaması ve Feriköy’de futbol oynadığı için futbolun dilini bilmesi nedeniyle de kulüp kabul etmiş.
İlk yılınızda Frankfurt, ligi beşinci bitirdi. Hatta 101 golle şampiyon olan Bayern Münih’i de yenmeyi başardınız. O maçla ilgili hatırladığınız bir şeyler var mı?
Frankfurt’ta yenmiştik onları. O maçla ilgili değil de Münih’te oynadığımız maçla ilgili var. 1860 Münih’in sahası Grünwalder’de oynuyordu o zaman Bayern Münih… Karşımda sağ bek Hansen vardı. Onu epey bir zorladım o maç… Bir pozisyonda Hansen’i geçtim, Beckenbauer’e de bacak arası attım. Bunun üzerine Beckenbauer tekme attı bana! (gülüşmeler). Pozisyon gereği bir bacak arasıydı o. Beckenbauer var diye yapmadım.
Almanya günlerinizden aklınızda kalan başka ilginç anlar var mı?
Borussia Mönchengladbach bizi Mönchengladbach’ta 7-1 yendi. Mönchengladbach da Münih’ten sonra şampiyonluğa oynayan takım! Vogts, Netzer, Wimmer, kaleci Kleff, Heynckes, Bonhof falan… Ben de maçtan sonra moralim bozuk bir şekilde otobüste oturdum. Otobüse binerken ön kısımda kumanyalar vardı. Herkes aldı bir şeyler, bindi otobüse. Ben ise kukumav kuşu gibi duruyorum sessiz sessiz. Grabowski geldi yanıma, tercümanım Yaman vasıtasıyla “Konca niye almıyor?” dedi. Ben de çat pat Almancamla “kein moral” dedim. Almamı söyledi ve aldım. Ertesi günü antrenmandan sonra gece kulübüne götürdü bizi. Şarap, bira, viski hepsini içiyorlar. Maçın analizi sırasında birbirine giriyorlar. Her seferinde birbiriyle konuşmazlar derdim ama toplantı bitince kulübün lokaline gidip bira içiyorlardı beraber. .
1972-1973 sezonunda Eintracht Frankfurt ile UEFA Kupası oynadınız. İlk turda daha sonra şampiyon olan Liverpool’a elendiniz. Liverpool eşleşmesiyle ilgili hatırladığınız bir şeyler var mı? Liverpool’un sağ beki Tommy Smith, rövanşta oyundan çıkmış mesela. O da sizin kurbanınız sağ beklerden birisi miydi yoksa? (gülüşmeler)
Yok, hatırlamıyorum sağ bekle ilgili öyle bir durum. Almanya’da berabere kalmıştık ama İngiltere’de yenildik Liverpool’a. Çok iyi bir takımdı. Keegan falan vardı… Bir de Liverpool Kulübü, maçtan önce kupa vermişti bize. Üzerinde “F.C Liverpool” yazıyordu. O zamanlar böyle hediyelik eşyalar armağan edilirdi. Kuzey İrlanda milli maçında da bayraklarının olduğu küllükler vermişlerdi mesela.
Keegan demişken… Almanya’da karşılıklı oynadığınız en iyi oyuncu kimdi?
Bayern Münih’te Höeness, Müller, Beckenbauer, Breitner vardı. Mönchengaldbach’ta aynı şekilde çok iyi oyuncular vardı. Ayırt etmem zor. Takım arkadaşım Grabowski de büyük oyuncuydu. Sonra Hamburg’ta Uwe Seeler vardı… İlk maçımı ona karşı oynadım hatta 5-1 mağlup olduk. O maçta Özcan’la (Arkoç) karşı karşıya kaldım. Özcan da çok cüsseli, çıkınca kaleyi kapadı tamamen. “Ne bu! Dev gibi adam” dedim kendi kendime. Kucağına teslim ettim topu (gülüşmeler). Midem bozuldu. Hamburg maçından oyundan çıkma zorunda kaldım. Ondan sonra çoğu maçta oynadım.
Türkiye’de futbol oynamak, Almanya’da oynamak arasındaki fark?
Ben Türkiye’de oynarken çok topla oynuyordum, çok çalım atıyordum. Beklerle dalga geçercesine oynuyordum. Hatta Eskişehir’de oynarken, 2-0 yendiğimiz bir Galatasaray maçında Ali’yi (Elveren) yerlerde süründürdüm. O çocuğu geçiyorum, bekliyorum, tekrar çalım atıyorum. Maçtan sonra seyirciler sahaya girdi, omuzlara aldı beni. Sonra duş aldım, Babam da maça gelmişti. Herkes tebrik ediyor. Babam geldi “Ender böyle top oynayacaksan hiç oynama! Lanet olsun oynadığın topa! O da ekmek parası için oynuyor. Onunla alay etmeye hakkın yok!” dedi. O gün çok bağırdı bana. O yıllar çok topla oynuyordum. Almanya’ya transfer oldum… Hep kontrol-pas oynuyorlar. Daha süratli oynamaya çalışıyorlar. Benim oyunum da değişti tabii. Hatta Alman gazeteciler dönemin Batı Almanya Milli Takımı antrenörü Helmut Schön’e beni sormuşlar nasıl futbolcu diye. İyi futbolcu ama oyunu ağırlaştırıyor demiş. Mecburen oyun tarzım değişti. Türkiye’ye Eskişehir ve Fenerbahçe ile hazırlık maçlarına geldiğimizde basın, “Ender’in oyunu değişmiş” dedi. O yıllarda Almanya’da her takım adam adama oynuyordu. Benim adamım sağbekti ve 90 dakika onunla oynuyordum. Her maç 10-15 sefer adamı kovala, topu kap, hücuma çık… Anormal enerji sarf ediyordum. İşte kazandıkları 1974 Dünya Kupası’nda o sistemi değiştirdiler. Belli yerde adam adama, belli yerde alan savunmasına geçtiler.
1974 Dünya Kupası’nda Almanya’yı mı desteklediniz?
Evet, hatta turnuva öncesinde gazetelere “Almanya kazanır” diye beyanat verdim.
Almanya’ya ikinci göç dalgasının olduğu dönemde futbol oynadınız. Türkiye’den gelen gurbetçilerle ilginç hikayeleriniz var mı?
Yedi bin ile 10 bin kişi arasında özel seyirci geliyordu. Türklerle birlikte ‘Küçük Pazar’ diye bir yer vardı oraya giderdik. Türk kasap, Türk manav, İtalyan, İspanyol tüm milletten esnaf vardı. Bizim kasap da ‘Kasap’ Çetin, Çetin Akyol’du. Gidiyordum yanına bana bonfile falan yapıyordu. Schumacher’in kaleci olduğu sene Fenerbahçe’nin saha müdürüydü hatta. Hasta Fenerbahçeliydi. Almanya’dan uçağa binip Fenerbahçe maçlarına giderdi (gülüşmeler). Türk ailelerle tanıştım orada. Onun dışında Almanya’da çok zorlandım. Daha olgun yaşta gitsem belki uzun süre kalırdım orada.
Türkiye’ye dönüşünüz nasıl oldu?
Bana, transfer parası olarak 300 bin mark verdiler. Bir de Eskişehir’den transfer olduğum dönem asker olduğum için transfer yapamıyordum. Genel kaptanımız Ender bana dedi ki: “Ya bu parayı kabul edersin, ya da bir sene bedava oynatırım seni!”. İlk seneliği 50 bin marka, üç yıllığına imza attım. Üçüncü yılımda ücretim 100 bin mark olacaktı. İlk yıl yedi tane gol attım. İlk yılımda, sakatlığım olmadığı zaman hemen hemen her maçta oynadım. İkinci senemde ilk devre oynadım, daha sonra ücretim olan 50 bin markı aldım ama parayı Almanya’da aldığım için vergi kestiler ve iki senede toplam 37 bin 500 mark para geçti elime. Bunun üzerine ben oynamayacağım dedim ve maçlardan kaçmaya başladım. Ceza falan verdiler bana. Neden böyle yapıyorsun diye sordular, ben de “amatör topçu bile 100 bin marka oynuyor” dedim. Sözleşmeyi açtılar, “Sana dünyanın parasını verdik. 300 bin markın 150’si sana, 150’si de Eskişehir’e verildi. Git Eskişehir’den iste paranı” dediler. Ben oynamamakta diretince beni Fransa’nın Nice takımına vermek istediler. O zaman çocuğum bir yaşındaydı, hanımım da “Türkiye’ye dönelim” dedi. İlk önce Galatasaray geldi görüşmeye ama anlaşamadık. Sonra Beşiktaş başkanı Mehmet Üstünkaya geldi. Beşiktaş’la anlaştık. Almanya’da devre arasıydı, Mehmet Üstünkata ile İstanbul’a beraber döndük ve Eskişehir – Beşiktaş maçını izledik. Beşiktaş’ı da Gegiç çalıştırıyordu. Ben, daha sonra ikinci yarı hazırlıklar başlayınca Almanya’ya döndüm. Dönerken Mehmet Üstünkaya bana dedi ki: “Ender, sen git ben seni almaya geleceğim.” Ama gelmediler! O ara Emin Cankurtaran geldi. “Ender, Mehmet Üstünkaya benim arkadaşım, alamazlar seni. Ben alırım” dedi. Ben de “Beşiktaş’a söz verdim. Üstünkaya ile görüşeyim sonra sizinle konuşuruz” dedim. Mehmet Üstünkaya’yı aradım birkaç defa ama çıkmadı telefonlarıma. Bir daha da aramadılar. Ben de Fenerbahçe ile mukavele imzaladım.
Pişman oldunuz mu Almanya’da kalmadığınıza?
Çok pişman oldum! Kalabilirdim orada çünkü iyi top oynuyordum. Başkan, seni bırakmayız diyordu. Ama sorarsan Almanya’da futbol oynayarak ne kazandım? Almanya’da futbol oynamış oldum! Bunun yanında çok şey kaybettim. Mesela milli takımda banko oynuyordum ama Almanya’ya gidince milli takımdaki yerimden de oldum. Ben Almanya’ya gittiğim zaman 41 kere milli olmuştum. Almanya’dan beni iki sefer çağırabildiler. O zaman Futbol Federasyonu’nun para gücü o kadar yoktu. Sigorta yaptıramıyorlardı. Frankfurt’un hocası Erich Ribbeck de, tıpku Frankfurt’un yaptırdığı gibi sigorta istiyordu. Bir sakatlık falan olursa diye… Ama milli takım yaptıramıyordu. Bir Polonya maçında çağırdılar beni, İzmir’de 1-0 yenmiştik. Cemil atmıştı o gün golü. Bir de Lüksemburg maçına çağırdılar.
Gerçi ben de 50 kez milli olabilirdim ama affımı istedim ayrıldım milli takımdan. Rahmetli Coşkun Özarı’ydı teknik direktör. Sarıyer’de Sarıyerspor’la hazırlık maçı oynayacaktık. Tarabya Otel’de kamp yapıyoruz. Maçta sağ bek devamlı tekme atıyor falan. Ben de kart gördüm, hakem attı beni. Ben de çıkmadım. Olaylar oldu falan. Beni, Coşkun Özarı’yaşikâyet ettiler. Hakem sonra ikaz etti falan devam etti yönetti maçı bitirdi. Otele gittik. Toplantıda Coşkun Özarı; “Cemil’le Mehmet (Mehmet Oğuz) dışında takımda kimse çalım yapmayacak. Ender sen de top sana geldiğinde hemen tek pas yaparak oynayacaksın.” dedi. Ben de hemen parmak kaldırdım “Hocam bu dediğiniz benim oyun sitilime uymuyor, ben affımı istiyorum Milli Takım’dan.” dedim, vurdum kapıyı çıktım. Metin Türel geldi arkamdan, “Oğlum deli misin? Manyak mısın sen?” dedi. “Bu hocayla çalışmam ben.” dedim. Ayrıldım Milli Takım’dan. Almanya’da maddi olarak da zararım oldu. Fenerbahçe, Frankfurt’tan çok daha fazla para veriyordu ama Almanya’da top oynamak da gurur verici tabii!
Almanya’dan Fenerbahçe’ye geldiniz. Avrupa çapında iyi kariyerli bir oyuncuydunuz. Fenerbahçe’de de Cemil Turan, Osman Arpacıoğlu ve Ziya Şengül gibi Türkiye çapında iyi oyuncular var o dönemde. Sizi kabullenme anlamında bir ego savaşı oldu mu takımda?
Yok, olmadı. Hepsi arkadaşlarımdı zaten. Ziya Şengül, Yılmaz Şen hepsi iyi arkadaşlarımdı. Diğer takım arkadaşlarımla da aram iyiydi. Cemil, Osman, Zafer, Ersoy… Hepimiz aynı yaş jenerasyonundandık zaten. Bu birliktelik de bize kazanılan iki şampiyonluk getirdi. Bir de kıl payı kaçan bir şampiyonluk var tabii…
Ve Fenerbahçe’nin başında bir dünya efsanesi vardı, Didi…
Onunla iki sene üst üste şampiyon olduk (1973-74, 74-75). Türkiye Kupası’nı kazandık. Didi, Brezilya’nın efsanesi… Öyle bir hocayla çalışmak muazzamdı. İnsan futbolcuyken eskilerinin meşhur futbolcularından birinin onun antrenörü olmasını ister. Güven duymak ister. Didi bize o güveni verdi. Mesela Galatasaray maçları öncesinde bizimle taktik maktik konuşmazdı. Bize tek söylediği şey; sakin olun! Rakip futbolcular size tekme atacak, siz bacak arası atın. Rahat topunuzu oynayın. Her maç da yendik Galatasaray’ı. Bize şut çalışmaları yaptırırdı. Hatta kendisi bir topa vururdu, bir falso verirdi, top fırıldak gibi giderdi. Beli sakattı ama hala tekniği mükemmeldi hatta bizimle de oynardı. Bize öyle kondisyon antrenmanları yaptırmazdı. Hep çift kale yapardık, şut çekerdik. Tekniğe dayalı oynardık.
Didi’den Sonra Necdet Niş geldi, sonra da Abdullah Gegiç. Abdullah Gigiç’in gelişinde isin bir katkınız oldu mu? Eskişehir’de birlikte çalıştınız sonuçta.
Yok olmadı.
Fenerbahçe’den sonra Eskişehirspor’dan teklif aldınız…
Yok, aslında ilk beni Zonguldakspor istedi. Ömer Kaner ile Ersoy da yeni transfer olmuştu oraya. Hatta Zonguldak’ın hocası Gündüz Tekin Onay ile Pera Palas’ta buluştuk. 500 bin liralık bir de çek yazdı. Kabul etmedim! Eskişehir’e gideceğimi söyledim. Öyle de yaptım… 250 bin liraya Eskişehir’e gittim. Eşim oralıydı ve orada yaşamak istiyorduk.
Eskişehir’e döndüğünüzde takım eski gücünde değildi. Ne hissetmiştiniz?
Eskişehir’e döndüğümde çoğu arkadaşım yoktu zaten takımda. Bir İsmail Arca vardı. Diğerleri hep altyapıdan yetişen genç çocuklardı. 1982 yılına kadar düşe kalka ligte mücadele ettik. O yıl küme düştük. İkinci ligde de bir sezon oynadım. Bir önceki sezon İsmail Arca jübile yapmıştı, ben de ikinci ligde şampiyon oluruz, daha iyi bir jübile yaparım diye bir sezon daha oynadım. Ama olmadı. Gençlerbirliği şampiyon oldu biz ikinci olduk ve çıkamadık
Eskişehirspor, Anadolu’dan çıkan ilk şampiyon olmaya çok yaklaşmıştı. Sizce o dönemin Eskişehirspor mu daha iyi takımdı, yoksa yıllar sonra Anadolu devrimine imza atıp, şampiyon olan Trabzonspor’un ilk kadrosu mu?
Trabzon takımı da çok iyi takımdı ama ikimiz de aynı sezonda karşılaşsak Eskişehirspor çok az daha ağır basardı. Aslında şöyle söyleyebiliriz, Eskişehirspor’da biz galip gelirdik, Trabzon’da onlar kazanırdı.
Son olarak sizden bir 11 rica etsek.
Kalede hep Datcu’yu düşünürüm. Çok iyi kaleciydi. Santrahafta Eskişehirli İsmail Arca, stoper olarak Muzaffer (Çil), sol bekte Fenerli Alpaslan Eratlı, sağ bekte Göztepeli Mehmet. Orta sahada Eskişehirspor’un üçlüsü Kamuran, Koko Burhan (İpek) ve Vahap. Forvete her zaman Cemil’i yazarım. Fethi Heper de santrfor… Sol açığa kendimi koyuyorum. Aslında ilk 11’ime Yusuf Tunaoğlu, İlhan Çolak, Göztepeli kaleci Ali Artuner, Osman Arpacıoğlu, Metin Oktay ve Uğur Köken’i de almak isterim. Yusuf ile Kamuran zaten kimseye top vermez.