Danimarka’da bir kuaförde başlayan hikaye İtalyan futbol tarihinin en unutulmaz bir yılının en hatırlanacak anını içeren bir masala dönüşecekti. Preben Elkjaer, masalı çıplak ayağıyla yazdı.
İtalya’yı gezmeye gidenler için Verona ilk akla gelen şehirlerden biri değil. Ama yine de Venedik ve Milano arasında bir yerde İtalya’nın kuzeydoğusunda yerleşmiş bu kent, klasik gezi rotalarının dışında kalan bir şeyler isteyenlerin uğrak noktalarından biri. Şehrin en meşhur alanı olan Piazza Bra’ya gittiğinizde Roma döneminden kalma otuz bin kapasiteli harika bir amfi tiyatronun tozlarında geçmişe doğru olağanüstü bir yolculuğa çıkmanız mümkün. Roma tarihinden çok haz etmeyenler için başka bir geçmişe de ev sahipliği yapıyor bu küçük şehir. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde geçen mekanlar da buraya ait.
Bunlar kadar çok bilinmese de şehrin İtalya yakın tarihinde başka bir tarihi dönemi var. O dönemin içerisinde dolaşabilmek için Bra’nın etrafına dizilmiş, birbirinden güzel kafelerden birine girerek duvarlarına bakabilirsiniz. Mutlaka mavi sarılı formayı giyen futbolcuların ve omuzlarda taşınan teknik direktörün elinde kupayla Scudetto’yu kazandığı o inanılmaz 1984-85 sezonuna dair fotoğraflara tanık olacaksınız. Hatta Adige Nehri’nin kenarında yer alan İtalyan futbolu tutkunu İskoçların mekanı olan Celtic Bar’a giderseniz çok uzun süredir La Gazetta dello Sport yazarı olan Matteo Fontana’yı görüp, onunlada o inanılmaz hikayeyi tartışma fırsatına dahi erişebilirsiniz. Ve oraya gittiğinizde hazır olmalısınız, o yılları anmak isteyen onlarca heyecanlı gözün liderliğinde tarihe yola çıkacaksınız.
Verona’nın mucizevi İtalya şampiyonluğunun içinde birbirinden ilginç onlarca hikayeyle karşılaşmak mümkün. İçlerinden birisi Danimarka doğumlu bir futbolcunun Papa tarafından bile fahri olarak Verona Belediye Başkanı ilan edilmesini içerecek kadar sıra dışı. Ancak hikayeye biraz daha geriden başlamak gerekiyor.
“Erkeklere olan aşkın Elkjaer nedeniyle başladığına dair bir kanıt yok, ama öyle olsaydı kimse şaşırmazdı… O kararlılığın somutlaşmış haliydi. Sigara tiryakisi olmasına rağmen Sonsuz bir akciğer kapasitesi var gibi gözükürdü. Rakip takımın defansının üzerine doğru koşardı, bir boşluk bulursa mutlaka değerlendirirdi. Futbol tarihinde onun kadar çok yönlülüğe sahip olan çok az forvet vardır.”
Rob Smyth ve Lars Eriksen The Guardian’daki makalelerinde Preben Elkjaer’i böyle tanımlıyorlar. Danimarkalının ilk kendini gösterdiği takım futbol tarihinin en başarılı teknik direktörlerinden biri olan Hennes Weisweiler’in çalıştırdığı Köln’dü. Yetenekleriyle kendini gösterse de disiplinsiz tavırları ön plana çıktı. Daha sonra “onu çok geç anladım, gerçekten çok geç” diyeceği Weisweiler’in, Elkjaer’i Lokeren’e satması büyük bir skandalla beraber olmuştu:
“Bir gün basın teknik direktörümüze benim hakkımda bir dedikodu yetiştirdi. O gece yanımda sarışın kadınlar ve önümde tamamen boş bir viski şişesiyle çok geç saatlere kadar dışardaymışım. Ertesi gün Weisweiler beni yanına çağırdı çok sinirli bir şekilde sordu ‘Dün gece sünger gibi viski içtiğini biliyorum. Doğru mu? İnkar edebilir misin?’ Ben de içtenlikle cevap verdim: ‘Tam olarak doğru değil. Votka şişesiydi, viski değil’
Lokeren’de ilk maçına Belçika Kupası’nda çıkan Elkjaer takımı 3-0 gerideyken oyuna girip hat-trick yapmayı başarmış ve takımına 5-3’lük galibiyeti getirmişti. Daha sonra da formu giderek üst seviyeye çıktı. Son iki yılında 4 maçta 4 gol birden buldu. Onun saha içindeki yetenekleri, delici koşuları ve sıra dışı bitiriciliği 1984 Avrupa Şampiyonası Yarı Finali’nde İspanya’ya karşı son penaltı atışını kaçırmasına rağmen, kendisinin Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülünde podyuma çıkmasına yetmişti.
Şampiyona bittikten sonraki yaz ise gittiği berber dükkanı, yazılacak bir peri masalının başrollerinden birine onu koyacaktı. Saçlarını biraz düzeltmek için yolunu tuttuğu berber Nicole onun gelecekteki eşi olacaktı ve o gün her nasıl olduysa Elkjaer’in Verona’dan gelen kontrat teklifine baktı. Tam bir İtalya aşığı olan Nicole onu Verona’ya gitmesi için o gün ikna etti ve Elkjaer’in Verona serüveni böyle başladı.
Verona’nın başında, görevi devraldığı günden beri takımı grafiğini hep yukarı doğru çizen bir teknik adam, Osvaldo Bagnoli vardı. O geldiğinde takım ikinci ligdeydi, yıllar içinde üst sıralara doğru tımandılar, İtalya Kupası’nda finali dahi gördüler. Bu yükselişi taçlandırmak için o yaz Elkjaer’le birlikte Hans-Peter Briegel de takıma kazandırılmıştı. Takım emin adımlarla yürüyordu. Bagnoli sadece futbolcu ve teknik direktörken değil, çocukken bile hayatını futbola borçluydu:
“2. Dünya Savaşı sırasında Milan’ın kenar mahallelerinden birinde oturuyorduk. Etrafta bir sürü futbol sahası vardı. Hava saldırılarını hatırlıyorum. Uçaklar üzerimize bombalarını atıyordu, göz yüzünün her yerinde havai fişekler var gibiydi. Kilisedeki ayine ilk katıldığımda siren seslerini duymaya başladık. Yine bir hava saldırısı vardı. Hemen kendimizi en yakındaki sığınağa attık. Tam futbol sahasının altındaydı.”
Hayatının en güvenli sığınağı olan futbol sahası o yıl Verona’nın lig şampiyonluğuyla, İtalya futbol tarihinin küçük takımlarının en güvenli umut sığınağına dönüştü. Aslında takımı Catenaccio’nun en tipik örneklerinden birini sergiliyordu sahada. Takımı mütevazıydı, bütünleşmişti ve çok çalışıyordu ve Bagnoli’nin deyimiyle bir elin parmakları gibiydi.. Savunmada neredeyse hiç boşluk vermiyor, kazandıkları topları da hızlı bir şekilde forvetleri olan Elkjaer ve Giuseppe Galderisi ile buluşturuyorlardı.
O sene İtalya Ligi’nde o yılların en iyi oyuncuları top koşturuyordu. Maradona Napoli’de, Platini Juventus’ta, Rummenigge İnter’de , Falcao Roma’da, Zico Udinese’de, Socrates Fiorentina’daydı. Bu kadar iddialı takımın olduğu o sezona Verona, Napoli’yi 3-1 yenerek başladı. Lig şampiyonluğuna kadar uzanan seride Udinese’yi 5-3, Fiorentina’yı 3-1 geçtikleri unutulmaz maçlar olsa da, Veronalılar’a unutulmaz “an” sorulduğunda birçoğunun cevabı aynı olacaktır: Sindirella golü.
Bu gol daha sezonun başlarında 14 Ekim’de Juventus’la yaptıkları iç saha maçında gelmişti. Maçın ilk bir saati geçtikten hemen sonra Verona, Galderisi ile öne geçti. Bu golden sonra Juventus gol bulmak için oyunu ev sahibi takımın yarı sahasına yıktı. Ancak tam Juventus takım halinde Verona kalesine yüklenmişken ileriye atılan uzun top orta sahaya yakın bölgede, sol çizgide Elkjaer’in önünde sekti. Bu tam Danimarkalı’nın aradığı pozisyondu. Topu kontrol etti ve sol kanattan çok hızlı bir şekilde topu sürmeye başladı. Kendisini karşılayan Tacconi’yi hızıyla geride bırakıp yönünü ceza sahasına doğru çevirdi. Tam o anda Tacconi son hamlesini yaparak topa doğru kaydı ama yetişemedi. Yetiştiği yer top yerine Elkjaer’in son ayağı oldu. Müdahalenin el Elkjaer’i yıkacağını sananlar yanıldı. Tacconi’nin tek yapabildiği rakibinin kramponunu ayağından çıkarmaktı.
Kramponsuz kalan Danimarkalı, saliseler içinde futbol tarihine geçecek kararı verdi: Koşmaya devam etti. Ayakkabısı olmadan ceza sahasına girdi, kendini karşılayan diğer rakibini de güzel bir çalımla yere yatırdı. Daha sonra kalecinin solundan uzak köşeye doğru ayağının içiyle o sevdiği vuruşlardan birini yaptı. Top ağır ağır sürüklenerek ağları bulduğunda unutulmayacak o golün sahibi olmuştu. Kimsenin beklemediği Juventus zaferini, kimsenin aklına gelmeyecek bir şekilde, ayakkabısı olmadan takımına getirdi. “O andan sonra taraftarların idolü haline geldim.”
An-ı şahanenin istisnai örneklerinden birinde başrol alan forvet, sezonun son maçında da 1-0 geriye düştükleri Atalanta maçında takımına beraberliği ve lig şampiyonluğunu getirecek golü kaydetmişti. O Juventus maçındaki “o” anda takımının beynine süzülerek “yapabiliriz” fikrini sokmuş, sahnenin sonundaki “o” anda da kırmızı perdeyi “yaptık” diyerek çekmişti. İtalyan futbol tarihinin en unutulmaz bir yılının en hatırlanacak anını çıplak ayağıyla yazmıştı.