Göteborg Kulübü tarihi için 1980’ler en unutulmaz yıllar olarak tarihe geçti. Sadece yıllar sonra yeniden ülkenin zirvesine çıkıp Avrupa’da büyük başarılar elde edildiği için değil, akıntıya karşı da kürek çektiği için.
Sinemadan dışarıya adımını attığında hava dondurucu derecede soğuktu. Yetmiyormuş gibi bir de rüzgar havayı daha da soğutuyor, insana buz kalıbı içerisinde debeleniyormuş hissiyatı veriyordu. Uçuşan paltosunun eteklerini düzeltti, sonra ısınmak için hayat arkadaşının elini tuttu. O ele minnettardı. Kendisini bazen bütün bir dünyanın karşısında duran tek bir adam gibi hissediyordu. Ancak o anlarda da bu el hep ona yardımcı olmuştu, tıpkı şimdi bütün bedenine yayılan ısıyı verdiği gibi.
Saatine baktı: 23.20. Sinema geç bitmişti. Yürümeye başladıklarında arkadan bir adamın kendilerine doğru hızla yanaştığını hissetti. Yanında hiç koruması yoktu. Kötü bir şey olabileceğini hissetti, tam arkasını dönmek istediğinde birbiri ardına patlayan silah seslerini duydu. Sonra büyük bir acı hissetti bedeninde. Eli az önce tuttuğu elden sıyrıldı, bedeni yere çakıldı. Birkaç saniye önce arkasından yaklaşan adam Avrupa tarihine damga vuracak Olof Palme suikastını gerçekleştirmişti.
Bu suikasttan yıllar önce aynı ülkenin bir takımı da Avrupa futbol tarihine damga vuracak yükselişin ilk adımlarını atıyordu. Ancak bu ilk adım kimse tarafından pek de anlamlandırılamamıştı. 1979-80 sezonu başında Göteborg takımın başına Sven-Göran Eriksson’u getirildi.
Eriksson’un teknik ekip kariyeri henüz 28 yaşında olmasına rağmen aslında pek de istemediği bir biçimde başladı. Karlskoga kulübünde sağ bek olarak oynarken teknik direktörlüğünü yapan Tord Grip, takımdan ayrılıp Degerfors’un yolunu tutmuştu. Bu ayrılıktan bir süre sonra Eriksson ağır bir sakatlık geçirdi. Bu sakatlığı duyan Grip, yaşı genç olmasına rağmen Eriksson’un kendi asistanı olmasını istedi. Eriksson bunu kabul etti. Ancak bir süre sonra Grip bu kez milli takımda asistan olarak göreve gidince kulüp, takımı Eriksson’a emanet etti. Takımın başına geçtikten sonra oldukça başarılı bir grafik çizen genç menajer, Degerfors’u iki kez play-off’lara taşımayı başardı. İkincisinde de takımını bir üst lige, İsveç 2. Futbol Ligi’ne çıkardı.
“Degerfors adlı küçük bir takımın menajeri olan utangaç bir adamdı ve bir anda ülkenin en büyük takımının sorumluluğunu almıştı. Onu ne oyuncu ne de teknik direktör olarak hiç duymamıştık. Ona alışmak ve saygı duymak biraz zaman aldı.” Göteborg’un yıldızlarından Glenn Hysen oyuncuların yeni teknik direktöre karşı tepkisini böyle özetlemişti. Aynı durum basın ve Göteborg taraftarları için de geçerliydi. En büyük rakiplerinden biri olan Malmö son on sezonda tam beş kez Allsvenskan şampiyonluğuna ulaşırken, kendileri zirveye bir kez olsun çıkamamıştı ve durumdan hiç memnun değillerdi.
Dönüşen İsveç futbolu
Artta kalan on yılda İsveç futbolu tam bir dönüşüm geçirmişti. Dönüşümün kaynağı ise İngilizlerdi. 1974 yılında Bobby Houghton’ın Malmö’nün başına geçmesi İsveç futbolunda yaşanacak dönüşümün de başlangıcıydı. Eriksson gibi genç yaşta teknik direktörlüğü seçen Houghton takımın dizilişine ve saha içindeki disiplinine, kişisel becerilerden çok daha fazla önem veriyordu. Takıntı derecesinde diziliş konusunda çalışıyor, kadrosunu kafasında kurduğu bu dizilişi en iyi ve disiplinli bir şekilde sahaya yansıtacak oyuncularla dolduruyordu. Alan savunmasını ön plana çıkarıp top rakip takım ayağındayken sert presler yaptırıyordu. Arkaya atılan topları engellemek için de savunmayı olabildiğince öne çıkarıp olabildiğince ileride yapmaya çalıştığı ofsayt taktiğini kullanıyordu. Topu kapar kapmaz da pas yerine hızlıca ileriye uzun paslar attırıyor, defansın arkasına düşen toplarla forvetlerini buluşturmayı amaçlıyordu. Houghton’ın etkisi sadece Malmö’yle de sınırlı kalmamıştı. Maidstone United’ın başındayken hem oyuncu hem de antrenör olarak takımına kazandırdığı Roy Hodgson’nın bu kez teknik direktör olarak yine İsveç takımlarından Halmstads’ın başına geçmesine ön ayak olmuştu.
Hodgson Maidstone’da çalışırken Houghton’dan çok etkilenmiş ve onun taktik birikimini kendini geliştirmek için kullanmıştı. İsveç’e gelince de adeta onu kopyaladı. Alan savunmasına çok önem veren ve uzun toplarla başarıya giden bu iki İngilizin çalıştırdığı iki takım, lige hükmetmeye başladı. 1973’den 1979’a kadar olan altı yıllık sürede beş şampiyonluk çıkarmayı başardılar. Hatta Malmö 1979’da Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’ne çıkmış ancak bir başka masal kahramanı Brain Clough’un Nottingham Forest’ına boyun eğmişti. Bu ikili her ne kadar kupaları toplamayı başarsa da İsveçliler tarafından pek de sevilmemişti. Hodgson yıllar sonra verdiği röportajda o günleri anlatmıştı:
“Savunmada penaltı bölgesinde bekleyen bir libero ve hiç geriye dönmeyen bir forvetin olduğu sahaya bir ucundan diğerine yayılan bir takımla oynamak yerine alan savunması sistemi kurduk. Tabi ki topu gol bölgesine çok daha hızlı gönderdik. İsveçliler bu şekilde iki İngiliz tarafından futbolları üzerinde hakimiyet kurulmasından hoşlanmadı.”
Eriksson da bu dönüşümün izinden gidenlerdendi. Küçük yaşlarında Liverpool taraftarı olan ve kış tatillerinde babasıyla Anfield’da maçlara giden Eriksson, futbol konusunda İngilizlerin deneyimlerinden yararlanmayı seviyordu. Aynı taktik anlayışı benimsemişti. Maçın her anını kendi akışına bırakmak yerine teorize ediyor, bunu futbolcularına ders anlatır gibi aktarıyordu. Kimilerine göre bu futbolcuların robotlaşma süreciydi. Ama İngiliz pragmatizmi sonuç veriyordu!
Sezona kötü başlayan Göteborg ilk üç maçını kaybetti. Son maçın ardından Eriksson görevi bırakmak istedi ama görüşmeler sonucu yola devam etme kararı aldı. O kararın ardından yükselişe geçen Göteborg ligi Öster’in ardından ikinci tamamladı ancak İsveç Kupası’nı almayı başardı. Ama bu taraftarın ilgisini hiç çekmedi. Başarılı bir sezona rağmen ortalama seyirci sayısı 16.450’lerden 13.320’lere geriledi. O günlerde gazeteci olarak çalışan Frank Sjöman, durumu anlatmak için şöyle yazmıştı:
“Çok geçmeden daha çok taktiksel farkındalık yaratsa da eski ve kibirli oyuna bağlılığını gösterdi. Sonuç olarak yenilmesi zor Göteborg, izlenmesi de zor hale geldi.”
Goteborg, Eriksson’lu ikinci sezonunu da liderin hemen arkasında bitirdi. Ancak bir sonraki sezon büyük bir başarı gelecekti.
Yeniden zirveye
1981-82 sezonu başlarken dünya büyük bir siyasal dönüşümün içerisine girmişti. Avrupa’da Margaret Thatcher, İngiltere Başbakanıydı. 1981 Ocak’ında da Ronal Reagen, ABD Başkanı seçildi. Bu değişimle birlikte yükselen yeni sağ politikalar geliri, zenginler lehine yeniden düzenlerken, felsefesi de Thatcher’ın sözlerinde somutlaşıyordu: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” Toplumu, en küçük alt birimlerine kadar parçalamak isteyen bu görüş, en başından beri bir takım oyunu olan ve toplumla arasında karşılıklı toplumsal bağlar bulunan futbolu da derinden etkiliyordu.
O sıralar İsveç’te yapılan seçimlerde Avrupa’nın en güçlü demokratik sosyalist liderlerinden biri olan Olof Palme yeniden başbakan oluyordu. Dünya neo-liberalizm diye kavramsallaştırılan özelleştirme, sendikasızlaştırma, düzensizleştirme ve çalışan kesimin ücretlerinde büyük kısıntılar gibi uygulamaların yaşandığı bir sürece giderken, İsveç, Palme’yle birlikte tam tersi bir yolu seçmişti. Daha adil bir gelir paylaşımı, eşitlikçi ve bireye değil refah toplumuna dayanan ilişkileri ön plana çıkarıyorlardı. Palme yeni sağ politikaları “aşırı” olarak tanımlıyordu:
“Thatchers ve Reagen birkaç yıl içerisinde oyun dışı kalacaklar. O zamana kadar ayakta kalmayı başarmalıyız.”
Bu dönem dünyada futbolun giderek profesyonelleştiği bir dönemdi. Oyuncular profesyoneller olarak sahaya çıkmaya başlamıştı. Sponsorlar ve televizyonun da etkisiyle yayın gelirleri, oyunu temelden değiştirecek düzenlemeleri getiriyordu. Palme ise oyunun profesyonelleşmesine de karşıydı.
1981-82 sezonu böyle bir iklimde başladı. İsveçlilerin akıntıya karşı kürek çektikleri o yıl Göteborg için Avrupa’da başarıya ulaşacakları bir yıl olacaktı. Eriksson önderliğinde ligde art arda ikinci olan Mavi Beyazlılar bu kez kupayı almayı başardı. Lig şampiyonluğunun yanı sıra İsveç Kupası’nı da müzelerine götürdüler. Ancak en ses getireni UEFA kupası oldu. Aynı taktik anlayışını saha içinde sürdüren Göteborg, çeyrek finalde Valencia ile eşleştiklerinde saha dışında çok ciddi bir sorunla karşı kaşıya geldi. İspanya uzaktı ve ilk maçın oynanacağı Valencia’ya gitmek için yeterli para yoktu. Kulüp açık yüreklilikle bu durumdan taraftarları haberdar etti ve elbirliğiyle para toplandı. Valencia’daki maç ilk 18 dakikada atılan dört golle 2-2 bitti. Rövanşta kazanan 2-0’la Göteborg olunca, İsveç temsilcisi bu zor virajı da dönmeyi başarmış oldu. Yarı finalde Kaiserslautern’i eleyen Goteborg, finalde yine bir Alman kulübü Hamburg’la eşleşti. İlk maçı kendi evinde 1-0 kazandı ama bu skor herkes için korkutucu oldu çünkü Hamburg kendi evinde oynadığı son üç Avrupa maçında tam 11 gol bulmuştu.
Hamburg’ta da kazanan Göteborg oldu. 61.000 kişinin önünde kalesini o gün gole kapayan Eriksson’un takımı Corneliusson, Nilsson ve Fredriksson’un golleriyle maçı 3-0 kazanarak kimsenin beklemediği bir şekilde kupanın sahibi oldu.
Profesyonelliğe karşı
Büyük bir başarıyla geçen sezonun ardından Eriksson, Benfica’nın yolunu tuttu. Onun yerine geçen Gunder Bengtsson, takımı kaldığı yerden devam ettirdi. Takip eden iki senede kulüp yeniden Allsvenskan’ın zirvesinde sezonu bitirirken 1983 ve 1985’te İsveç Kupası’nın da sahibi oldu.
“1986’da Barcelona’ya karşı kazanılan zafer benim spor tarihinde deneyimlediğim en büyük olaydı.” Göteborg’un 1980’li yıllardaki tarihi başarılarını anlatan “The Last Proletarians of Football” filminin yönetmenlerinden Carl Pontus Hjorthén, 1985-86 sezonu Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynan yarı final için duygularını böyle ifade etmişti. 80’li yılların Göteborg için en üst noktası, o yıl oynadıkları yarı final maçları olacaktı..
Maçın arka planında ise başka bir boyut vardı. Futbolun profesyonel dönüşümünün en ileri örneklerinden biri olan ve zenginliği temsil eden Barcelona, yarı zamanlı futbolcuların oluşturduğu Göteborg’la eşleşmişti. Göteborglu futbolcuların hepsi aynı ücreti kazanıyordu ve bu ücret işçi maaşlarından daha fazla değildi. İsveç’teki çalışma saatlerinin insancıl koşulları gereği sadece öğleden sonra saat iki-üçe kadar çalışıyor sonra yeşil sahaya antrenman yapmaya geliyorlardı. Takımın o zamanki önemli parçalarından Ruben Svensson o günkü koşulları şöyle değerlendiriyor: “Hep birlikte çalışıyorduk, herkes eşitti. Ve benim düşünceme göre toplumda aynen böyle çalışmalı. Aramızda hiç kıskançlık yoktu.”
Göteborg’un profesyonelleşmeye ayak direyen yapısı ilk maçtan hemen önce İspanyol kanalları için dalga konusu olmuştu. Kanallardan biri maçı şöyle anons ediyordu: “Yarın profesyonel futbol kulübü Barcelona, Göteborg’un aşçılarına, depocularına ve tesisatçılarına futbolun nasıl oynandığını gösterecek.”
Tam tersi oldu! Göteborg ilk maçta aşçı Torbjörn Nilsson’un iki ve tesisatçı Tommy Holmgren’in bir golüyle 3-0 sahadan galip ayrılan takım olmuştu. Bir anda bütün İsveç’te en çok konuşulan konu bu oldu. Bu maçtan bir ay kadar önce Başbakan Palme, o sinemadan eşiyle birlikte el ele çıktığı gecede arkasından vurulup öldürülmüştü. Dünyadaki değişime engel olan ve birçok ülkenin de örnek aldığı Palme’nin kim tarafından öldürüldüğü bugün bile çözülebilmiş değil! Ancak o suikasttan sonra oynan bu maç özellikle İsveçlilerin gözünde profesyonelleşen ve bireyselleşen futbola anlayışına karşı, amatör ve takım olmayı ön plana koyan futbol anlayışının karşılaşmasını simgeliyordu. O nedenle alınan bu galibiyet İsveçliler için sıradan bir futbol maçının ötesine geçmişti.
Rövanş 16 Nisan günü 100.000 Barcelona taraftarı önünde oynanacaktı. Ancak karşılaşma öncesi ilginç bir durum yaşandı. Katalanlar, takımın en büyük silahı olan Torbjörn Nilsson’a 10 Milyon kronluk bir teklif sundular. Bu teklif basına sızdı. Nilsson İsveçli muhabirin konu hakkındaki sorusuna şu yanıtı verdi: “Hayır ilgilenmiyorum. Aşçı olmayı tercih ederim.”
Barcelona’daki maçta Mavi Beyazlılar, Pichi Alonso’nun hat-trickine engel olamayınca maç uzatmaya gitti. Uzatmalarda da gol olmayınca büyük bir gerginlik altında penaltı vuruşlarına geçildi. Penaltıyı ilk kaçıran ekip Barcelona oldu. Beşinci penaltıda topun başına gelen Roland Nilsson golü atsa finale çıkan ekip Göteborg olacaktı ama o, kaçırdı. Altıncı penaltı da kaçınca finale adını yazdıran kıl payı Barcelona oldu.
Göteborg bir sonraki sene yeniden ligde şampiyon olup UEFA Kupası’nı tekrar müzesine götürdü. Hatta 1990’lı yıllara beş şampiyonluk daha sığdırdı. Ancak kulüp tarihinde 1980’li yılların her zaman özel bir yeri oldu. Sadece yıllar sonra gelen lig şampiyonlukları ve Avrupa’daki bir daha tekrarlanamayan başarılarla değil, Palme ve onun toplumsal sistemi ile adeta bütünleşen ve futbolun son proleterlerinden Torbjörn Nilsson’un sözlerinde vücut bulan felsefesiyle:
“Hayat finansal bağımsızlıkla, zengin olmakla ilgili bir şey değildir. Hayat tamamen bir şey yapmak için tutku sahibi olmakla ilgilidir.”