Michel Platini, Ballon d’Or’u üst üste üç kez kazandığında, bunu henüz başarabilmiş bir futbolcu yoktu. Fransız 10 numaranın yaptıkları bununla da sınırı değildi. Önce Fransa’nın sonra da Juventus’un tarihini değiştirdi. Ya sonra?
İnternetsiz dönemler… Sağlıklı nefes almak için iki kişiden fazlasının olmaması gereken küçük bir oda… Sarıya çalan duvarlar, iki çekyat ve bir televizyon. Futbol çaylağı ufaklık, en saygın bilgi kaynağı babasına, hiç izlemediği ama bir yerlerden ismini duyduğu topçuyu sordu: “Platini nasıl futbolcuydu?” Bacak bacak üstüne atarak televizyona kitlenmiş baba, sağ eliyle çekyatın koluna hafif bir ‘heyecan’ tokadı kondurduktan sonra cevapladı: “Şiir gibiydi!”
Kazanmak Adına
“Futbol, hayat için muazzam bir eğitimdir. Birlikte yaşamayı ve paylaşmayı öğretir.” Michel Platini futbola bakışını böyle açıklıyor. Birçoklarına göre gelmiş geçmiş en iyi Fransız futbolcu o. Bunda muazzam yeteneklerinin yanında, Fransa’nın genel ‘mağlup’ havasına karşı koyması ve yeni nesillere umut aşılamasının payı çok büyük. Spor yazarı Olivier De Los Bueis, “Fransızlar kazanmayı değil ikinci olmayı sever. Gösterişli görünürler ama kazanmak istemezler. Bu bir Fransız hastalığıdır: Fransa kazanamaz!” sözleriyle, aslında Platini ve onun jenerasyonunun karşı koyduğu düzeni anlatıyor…
Michel Hidalgo, 1976’da Fransa’nın başına geçtiğinde iyi futbol oynayan ve kazanan bir takım yaratmak istiyordu. En büyük kozu da genç Michel Platini olacaktı. “Hidalgo ile aynı dili konuşuyorduk. Tutkulu futbol, sokak futbolu, pas futbolu… Oynamamız gereken oyun buydu, ikimiz de biliyorduk.” Fransızların ona verdiği isimle ‘Platoche’, Hidalgo’yla ruh ikizi olduklarını bu sözlerle açıklarken, Hidalgo da saha içindeki ipleri onun eline tutuşturmuştu. 1978 Arjantin’de, başarısız da olsa ilk Dünya Kupası tecrübelerini yaşadılar. Ertesi yıl Platini, kazanmak adına bir adım attı ve ülkenin en güçlü takımı Saint Etienne’e transfer oldu. Kariyerinin ilk lig şampiyonluğuna Yeşiller’le uzandıktan sonra sırada artık milli mesai vardı…
Taraftarlarının bir şey beklemediği Fransa, 1982 İspanya’da yarı finale kadar yükselmişti. Yarı finaldeki trajik Almanya maçı, Fransa futbol tarihinin belki de en büyük dersiydi. Fransızların kazanmaları için bir şeyler eksikti. Platini, belki bilinçli belki de bilinçsiz şekilde bu noksanı gidermek için turnuvadan önce harekete geçmiş ve Juventus ile anlaşma imzalamıştı. Aslında İtalya kararının altında da artık bir ‘kazanan’ olma arzusu vardı.
“Takvim çok yoğundu, Noel’de maç yapılıyordu ve İtalya daha güneşli bir ülkeydi…” Hakkında yapılan bir belgeselde, o sene Arsenal’le birlikte birkaç İngiliz kulübünü niçin reddettiğini kendine has esprili üslubuyla böyle açıklıyordu. Fakat Juventus yıllarında mikrofonlara söyledikleri farklıydı: “Lorraine bölgesinin en iyi takımında oynamaya başladım. Daha sonra Fransa’nın en iyisine geçtim. Son olarak da dünyanın en iyisine.” Serie A, 1980’lerde ihtişamlı bir festivaldi. Juventus da bu festivalin yıldızlarından. Platini, Torino’da geçirdiği beş senede; Kupa Galipleri Kupası, Şampiyon Kulüpler Kupası, Kıtalararası Kupa ve iki de Serie A şampiyonluğu kazandı. Üç kez art arda Ballon d’Or sahibi oldu, üç kez de Serie A gol kralı… Dünya şampiyonu İtalya takımının on birinde altı oyuncusu bulunan Juventus’tan gerçek manada elde ettiği şey kazanma mantalitesiydi.
Juventus orta alanının zıpkını Tardelli, düşüncelerini “Fransa’da futbol bir eğlencedir, İtalya’da ise din. Burada bunu anladı” diye aktarırken, ortağı Bonini ise “Juventus’ta kazanmak zorundasınızdır. İkincilik, sonunculuk gibidir” diyor. ‘Formanı giy ve maçı kazan’ zihniyetiyle sahaya çıkan Juventus’ta, Michel de üstüne düşeni yaptı ve Euro 84 için Fransa’ya döndüğünde bunu takımına yansıttı. Sıradan bir yıldız olarak gittiği Juventus’tan, olağanüstü bir lider olarak döndü. ‘Le Roi’ (Kral) lakabının hakkını vermeye başlamıştı…
France Football Editörü Denis Chaumier, onun milli takıma kattıklarını şu şekilde anlatıyor: “Fransa’da futbol saf hâliyle oynanır. Platini İtalya’dan, bizde olmayan bir şey getirdi: Kazanma mantalitesi.” Milli takımla ilk büyük turnuvasını 1984’te oynayan kaleci Jorge Bats’ın Platini anıları da ‘galibiyet’ üzerine: “Onunla aynı takımdaysanız kaybedemezdiniz. Otelde kart oynarken bile kazanmak zorunda hissederdi.”
Platini, İtalya’da şekillenen futboluyla, Euro 84’e damga vurdu ve dokuz golle takımını şampiyonluğa taşıdı. Özellikle yarı finaldeki Portekiz maçındaki kararlılıkları, 1982’deki yarı finalden bu yana çok şeyin değiştiğini gösteriyordu. ‘Tek adamlı şampiyonluklar’ konuşulduğunda ilk sıraları alacak performansı, genç Fransız futbolculara ilham verdi. Tigana-Giresse-Fernandez ile oluşturduğu orta saha ‘Carré Magique’ (Büyülü Kare) olarak adlandırıldı ve dört oyuncunun da birbirini tamamladığı bir sistem olarak özetlendi. Platini; Fernandez kadar mücadeleci, Giresse ve Tigana kadar enerjik değildi ama sahada ne yapmaları gerektiğinin komutunu hep o verdi. “Onun kolları altındaydık. Sinema, kitap ya da müzikten bahsetmezdi. Futbolu nasıl oynamamız gerektiğini, o dikdörtgen içerisinde yapmamız gerekenleri anlatırdı” diyor Luis Fernandez.
Bütün bu hırsı, futbolu bırakmasında da etkiliydi kimilerine göre. 1986 Dünya Kupası’na kazanmak için gitmişti. Aşil tendonundaki sakatlığa rağmen oynadı ve kimse ona “Devam edebilecek misin?” sorusunu sormaya cüret edemedi. Yine Almanya’ya, yine yarı finalde takıldı Fransa. O kupa için yıllar sonra “Eksikliğini hep hissettim” diyecekti. Bir sene sonra futbolu bıraktığında “Ölmüş gibiyim” diyordu. Üzgündü ama artık kaybetmek istemiyordu. Zafer arayışını başka alanlarda arama zamanıydı…
Kibir Bir Erdem midir?
Fransızlar Raymond Kopa’dan sonraki idollerini Platini olarak belirlediklerinde, âşık oldukları noktalardan biri de kibirdi belki. Egosu, kariyerinin başından itibaren ilk başvurduğu silahlardan biri oldu. Yeterince atlet olmadığını düşünenlere, “Fransa’da benden daha hızlı koşan, benden daha yükseğe sıçrayan iki milyondan fazla insan bulabilirsiniz ama bir tane bile benim gibi futbol oynayanı bulamazsınız” cevabını verdi. Juventus kariyerinin başında, Trapattoni’nin “Muntazam bir ev sağlam temellere dayanır” düsturuyla kurduğu sert savunma düzenine ve ağır idmanlara karşı geldi. “Bizi olimpiyatlara mı hazırlıyorsun?” isyanında da bulundu, öne geçtiklerinde oyuna savunma oyuncusu almasını da eleştirdi. İlk senesinde “Fransa’ya dönecek, sorunlar yaşıyor” haberleri çıktığı dönemde, Giovanni Trapattoni ona şöyle demişti: “Michel, gerçek sorun ne biliyor musun? Benimle sürekli taktik konuşman!” 10 numaranın yardımına ‘Avukat’ Giovanni Agnelli yetişecekti.
Kulübün sahibi Agnelli, bir Sampdoria beraberliği sonrasında Trapattoni’nin sistemini eleştirdi. Giuseppe Furino’nun lideri olduğu bir takımı görmek istemediğini söyledi ve her şey ‘evlatlığı’ Platini lehine değişmeye başladı. Sahadaki yeni patron, Fransız oldu. Agnelli’den her ne kadar büyük destek alsa da aslında ona da kafa tutmuştu…
Kariyerinin başında 10 kez art arda solunum testinden geçemediği için Metz tarafından reddedilmiş olmasına rağmen bir sigara tiryakisiydi. Bu birliktelik, Giovanni Trapattoni’nin canını sıkıyordu. Patron Agnelli ise bu duruma, soyunma odasında tanık olacaktı. İçeri girdi ve Michel’i sigarasını tellendirirken buldu. Konuşma şöyle devam etti:
-Michel, bu durum beni endişelendiriyor.
Platini, her zamanki gibi rahattı. Takımın orta sahadaki yük katarı Massimo Bonini’yi işaret etti ve şunları söyledi:
-Beni dert etme Avukat! O içerse endişelenmelisin. Çünkü o, benim için koşmak zorunda.
Egosu takımı rahatsız etmiyordu. Trapattoni için antrenmanlardan çok, hafta sonu oynanan maçlar önemliydi ve o maçların yıldızı da genellikle Platini’ydi… Agnelli ise onun kibrine de hayrandı. Yıllar sonra yine ‘ego’ konulu bir hikâyeyi şöyle anlatacaktı:
“Maradona’nın orta sahadan şut atarak çalıştığını görmüştüm. Bunu takıma anlattığımda Michel hiç tepki vermedi. Saha görevlisine, koşu pistinin ardında yer alan soyunma odasının kapısını açmasını söyledi. Topu istedi ve bir vuruşta soyunma odasına gönderdi. Bana baktı, gülümsedi ve hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti.”
10 Zarafeti
Uzun kıvırcık saçlar, dışarı çıkmış forma, zaman zaman bileklere inmiş tozluklar, salaş bir görüntü… Umursamaz görünen ama büyük oranda adresi bulan şutlar, paslar, frikikler… Gözlerinizi kapatıp zihninizde bir ‘10 numara’ canlandırmaya çalışırsanız vücut bulmuş hâli Platini olabilir. Maradona’nın yeteneği, Zico’nun oyuna etkisi ya da Zidane’ın daha büyük bir ‘kazanan’ olması, onları bu karşılaştırmada galip taraf yapabilir ama 10 numaranın simgelediği zarafeti taşıyan Platini’dir.
Platini’ye karşı bir nevi kara sevdaya tutulan, 21 bin küsur Platini malzemesi toplayıp Güney Kıbrıs’ta büyük bir müze açan, üstüne üstlük soyadını da ‘Platini’ olarak değiştiren Phillipos Stavrou Platini, idolü için “Eğer futbolun bir beyni olsaydı o olurdu” diyor. Panoramik saha görüşü ve top ayağına geldiğinde çoktan hesabı yapılmış paslarını izleyince Stavrou’ya hak vermemek zor. Beraber ya da ona karşı futbol oynayanlar ‘En iyi Fransız’ olarak onu gösteriyor. Takım arkadaşı Rocheteau, “Onunla gözünüz kapalı oynayabilirdiniz. Sadece koşardım, topun ayağıma geleceğinden hep emindim” ifadesini kullanıyor.
Özellikle, oynadığı dönemde futbola yeni yeni başlayan gençler üzerinde büyük bir etki bırakmış durumda. Bu isimlerden biri de Zidane: “Sokakta futbol oynarken hep Platini olurdum. Arkadaşlarımın diğer idollerimi seçmesine izin verirdim.”
‘Ölü Yaprak Vuruşu’ sonunda gelen muhteşem frikik gollerinin yanı sıra, 10 numaralarda pek de görülmedik kafa vurma yeteneği de onu farklı kılan diğer özelliklerden. Stilinin özeti iki gol var; 1986’da İtalya’ya karşı topun altına girerek yaptığı şık vuruş ve 1984 Avrupa Şampiyonası’nda Yugoslavya’ya attığı kafa golü. ‘Hastalarından’ Gianni Agnelli, “Sizi hayatta en çok ne mutlu eder?” sorusuna, “Michel’i 10 dakika daha futbol oynarken izlemek” demiş, Platini’nin futbola vedasından birkaç yıl sonra. Hatta veda sonrası kulüpte görev alması için ısrarlarda da bulunduğu ve Platini’nin “Bir aşk hikâyesi iki kez yaşanmaz” dediği rivayet ediliyor. ‘Le Roi’nın sahadaki duruşunu -lakabından dem vurarak- en iyi özetleyen kişi ise Sampdoria’yı Serie A’nın zirvesine taşıyan Yugoslav hoca Vujadin Boskov: “Onun oyununda trajedi yoktu. Kendisi ya da takım arkadaşı hata yaptığında ‘Boşver’ der ve devam ederdi. İşler yolunda gitmediğinde dahi böyleydi. Dram yok, gözyaşı yok, bağırmak yok! Sadece olumlu olanı yapmaya çalışırdı. Çünkü o bir kraldı!”
Ya Sonra?
Platini, bütün bu özellikleriyle, futbolseverlere kendisiyle ilgili afili cümleler kurdurdu. Bazıları “Kral” dedi, bazıları daha romantik yaklaştı, bazıları da ‘şiir gibi’ olduğunu savundu… İnternet döneminde doğanlar, onu izlerken çoğu zaman büyükleriyle aynı fikirde oldular. Fakat Nisan 2007’de öyle bir an vardı ki Platini’nin bütün özellikleri, birkaç saniyede özetlenmişti.
UEFA Başkanı olarak Şükrü Saracoğlu Stadı’nı ziyarete geldiğinde, dönemin Fenerbahçe antrenörü, eski dostu Zico ile birer penaltı attılar. İkisi de 1986’da Meksika’daki o masalsı çeyrek final maçında penaltı kaçırmıştı. Amaç, basına ufak ve esprili bir içerik sunmaktı. Zico, topun başına geldi ve her zamanki gibi egolarından arınmış şekilde kalenin ortasına doğru basitçe yuvarladı topu. Sırada Platini vardı. Ayağındaki parlak rugan ayakkabılara ve takım elbisesine rağmen sol köşeye bir vuruş yaptı. 1986’da da aynı köşeye biraz daha havadan vurmuş ama auta göndermişti. Bu sefer top ağlardaydı. “Ben hâlâ iyiyim” imajı veriyordu bu şık vuruşla. Hırsından, kibrinden ve zarafetinden bir şey kaybetmemiş şekilde…
Ama o takım elbise ve rugan pabuçlar ona çok şey kaybettirdi. Bugün yeni yetme bir futbolsever, internete başvurmadan önce babasına Platini’yi sorsa, duyacağı cevap hazır gibi. En kibar hâliyle: “Geçmişini mahveden bir aptal!”